top of page

Arama Sonuçları

Boş arama ile 32 sonuç bulundu

  • Kedi İmparatorluğu

    Feles patisini yaladı. Sadece düşüncelerle meşguldü kafası. Kendini bir ip üzerinde yürüyen o cambaz kediler gibi hissediyordu. Doğasına aykırı davrandığını her zerresi biliyordu. Sadece tek istediği sürüyü dağıtmaktı. Sürü mü, ne kadar acizce! Onun tek sahibi tanrısıydı ve kimseye boyun eğmemeye ant içmişti. Sürü… kediler sürü olur muydu hiç? Hepsi kendi içinde özel varlıklardı ve doğalarında yalnızlık vardı. Yalnızlık ve acı…Tüm kedilerin makus talihi. Sürü olmak… Sürü olmak bir yanılgıydı, eşsiz bir yanılgı ve doğaya karşı işlenmiş bir çeşit suç. Bu düşünceleri kafasından atamadı ve kulübesinden çıkıp sokak sokak gezmeye karar verdi. Evi ağaçlık bir yokuşun ortasındaydı ve yokuşu çıkıp sola döndü Önünde o büyük çarşı belirmişti, bu çarşıyı ne zaman görse bilmediği bir şey anıları zihnine zerk ediyordu. Bir restorana girdi, bu restoran özel fare etleriyle ünlü bir restorandı. Restoran sahibine selam verdi. Bir süre muhabbet ettiler ve oradan ayrıldı. Kahvaltısını gayet iyi etmiş gibiydi, enerji depoladı ve işe gitmek üzere yola koyuldu. İçinde onu rahatsız eden bir şeyler olduğunu fark etti ve bir an duraksadı, dikkatlice patilerini inceledi ve şaşırdı. Şaşkınlıkla ağzından şu cümle dökülüverdi: “Ben varım” Var olmak… ne kadar güzel ve ne kadar sancılı!     Yine düşünceler arasında boğuluvermişti kendini toparladı ve gelen fare arabasına bindi. Fareler hallerinden gayet memnun gibiydi, toplumda en alt sınıftalardı ama bugüne kadar aralarından çıkan birkaç cesur fare hariç kaderlerine boyun eğmişlerdi. Kader… ne kadar güçlü ve ne kadar zayıf! Talihi kabullenmek ve bu talih yüzünden mutsuz olmak korkakların işiydi, korkak ve safların işi. Feles düşündü ve sayıkladı “Tanrım, korkağın tekiyim, sürüye mugayirim, sen benim aklıma sahip çık!” Ofisine gidene kadar aklında tek bir düşünce vardı “mugayir olmak”, ne kadar yüce ve ne kadar harika! Sürüden ayrılmak ve sürüye muhalefet etmek, ne kadar bencilce ve ne kadar arsızca! Kendini sürüden ayrı hissetti ve bunun bir anlığına da olsa bir ahlaksızlık olduğunu düşündü lakin değildi, sürüden ayrı olmak üst-kedi olmanın birinci koşuluydu ve Feles tüm kedilerin daha iyi bir toplumda yaşaması için ve daha iyi bir toplumda yaşamak işine geleceği için tüm kedilerin doğalarına dönmeleri gerektiğini yani sürüden ayrışması gerektiğini savunuyordu. Bu düşünceler arasında ofise geldiğini fark etti ve ödemeyi fareleri kırbaçlayan fareye yapıp ofise girdi ve o an arkasını döndü ve düşündü, köle olmak ne kadar aşağılıkça, köle olmayı ancak köleler hak eder diye geçirdi içinden ta ki kendisinin bir köle olduğunu fark edene kadar. Kendisi ne kadar fiziksel bir kırbaçlama yaşamasa da her gün fikri kırbaç darbeleriyle irkiliyordu. Sürünün ona dayattığı saçma ahlak kuralları, gereksiz sınırlamalar ve dahası. Bu çok canını sıktı ve bıyıklarını burdu ve düşündü. Düşündü kedi, düşünmekten şakakları ağrıyıncaya kadar düşündü. Artık işi umurunda değildi, o farelerden bir farkı yoksa niye yaşıyordu ki? Üstelik fikri şiddet fiziksel şiddetten kat be kat daha zorlayıcı ve sınırlayıcı değil miydi? Sanki ayaklarında prangalar olan ve bu prangalara dipsiz bir kuyuya bağlı bir kuklaydı o, bir mahkûm olmayı bile hak edemeyecek kadar aciz bir kukla.     Tüm bu düşündükleri pek moral bozucuydu, evine gitti. Sadece tavana bakıp düşünmeye başladı ve tek bir şeyi sayıklıyordu: “üst-kedi”. Üst kediye nasıl ulaşabilirdi? Bir fikri var mıydı? Elbette vardı ve yaratıcı olmak üst kedi olmanın ilk şartı dedi kendine çünkü sürü birbirini taklit ederdi ve sürüdeki kediler ne kadar özgün şeyler oluşturabilecek kapasitelere sahip olurlarsa olsunlar sürüden dışlanmamak için tüm normlara ayak uydurmaya çalışırlardı ve kendilerini memnun hissederlerdi. “Ah, kaç kedi daha harcanacak bu çürümüş toplum yüzünden!” dedi ve içine bir umutsuzluk ve karamsarlık hâkim oldu. Ardından Felix aradı ve o ince ses tonuyla “Nasılsın?” dedi, Feles’in gün boyu bozuk olan morali yerine gelmişti ve birden içine bir coşku hakkim oldu ve duraksadı, “Nasıl bu kadar hızlı hal değişimi yaşıyorum?” dedi Felix’e, Felix şaşkındı ve “Bilmem, ilaçlarını alırken başka şeyler içme!” dedi sert bir tonla, Feles anlamıştı. Dün çok fazla portakal suyu içtiğinden ayık değildi ve kafasını binlerce düşünce istila ediyordu. Kısa bir süre sessizlik yaşandı. Felix “İstersen gel seni bir yerlere götüreyim, kafa dağıt biraz da olsa.” dedi. O an Feles, Felix ile aynı ofiste çalıştığını hatırladı ama Felix bir anlığına ona yabancı biri gibi gelmişti, sanki hiç ona ait olmamıştı. Yine duraksadı ve “Peki” dedi. Sözleştiler.    Feles buluşma yerine doğru emin adımlarla yürüyordu, bir yandan müzik dinliyor bir yandan düşünüyordu ki müzik dinlemenin kendisi için zararlı olduğunu düşündü çünkü müzik dinlerken rahat düşünemiyordu. Sonra kulaklığını çıkardı ve dedi ki “Bir şey daha olmalı, üst kedi için gerekli bir şey daha.” Önüne bakamıyordu sadece düşünmeye odaklanmıştı, o sırada biriyle çarpıştı ve özür diledi. “Özür dilemek, bana karı ne ki?” dedi ve o an beyninde şimşekler çaktı ve sokağın ortasında haykırdı “Üst kedi ruh mutluluğunu arayandır.” O sırada Felix karşıdan geldi ve haykıran Feles’in üzerine çullandı. Kulağına eğildi ve “Delirdin mi sen!” dedi sert bir tonla. Feles karşısında tüm ihtişamıyla Felix’i bulmuştu, bir an ona hayran oldu sonra tekrar düşününce Felix’in sürünün bir parçası olduğunu hatırladı. Ona acıdı. Sonra yerden kalktılar ve bir pufun üstüne oturdular. Feles, Felix’e döndü ve “İyi ki varsın.” dedi. Felix bu sözleri anlamlandırmadı, sadece bir şeyler anlamaya çalışmakla yetindi. Feles sözüne kaldığı yerden devam etti ve sordu: “Hiç üst kedi gördün mü?”, Felix düşündü ama hayır anlamında kafasını sağa ve ardından sola salladı. “Öyleyse,” dedi Feles, “sana üst kediyi anlatayım, tabii beni dinleyecekseniz hanımefendi.” Dedi, Felix yine anlamlandıramadı sadece “Zevkle.” demekle yetindi. Ve Felix sözü tekrar eline aldı.     “Size üst kediyi  anlatayım, siz üst kedi değilsiniz, bu aciz sürünün bir o kadar başkaldırmaya yeltenen bir parçasısınız. Niye korkuyorsunuz o halde, korku dediğiniz bir tür hayalettir. Size üst kediyi anlatayım, üst kedi yaratıcılığa sahip olandır ve sürüden apayrı bir yere koyar kendini, kimseyi kendiyle karşılaştırmaz bu ancak sürüdekilere has bir anomalidir. Size üst kediyi anlatayım, üst kediyi elde edemese bile ruh mutluluğunun kıymetini bilen ve bu uğurda herkesi karşısına alabilecek kişidir. Size üst kediyi anlatayım, üst kedi bencildir ama bu bencilliği toplum içindir, işte üst kedi budur, her şeyi dengelemeyi başarabilecek kadar ulu olan.” Felix döndü ve tiksintiyle dedi ki “Sen üst kedinin tekisin o halde, bencilsin.” dedi, Feles döndü ve gururla şunu dedi “Zavallı kadın, ben sadece üst kedinin habercisiyim ve bencilim, Tanrı benim gibi bencillerle gurur duymazsa kimle gurur duyabilir? Kendini topluma feda eden benciller, iyilerin en uluları. Yüce Tanrı onları korusun!” Felix sustu ve “Haklı olabilirsin.” dedi, zavallı kelimesi içinde bir burukluk oluşturmuştu ama pek umursamadı en nihayetinde Feles bencilin tekiydi ve herkesten meczup muamelesi görüyordu. Aklı başında bir meczup… Feles, Felix’in gözlerine daldı ve düşündü, ben sana ait değilim, Tanrı’ya aitim dedi ve şunu ekledi “köleliklerin en yücesi, tek zararsız kölelik!” ve sustular sadece birbirlerini süzmekle yetindiler kafalarında bin bir tilki dönüyordu ve o bakışma anlarında Feles’e ilham geldi ve koşarak Felix’in yanından ayrıldı. Felix, Feles’in ardından “Neler oluyor, tanrım!” diye bağrınmaya başladı. Feles’in bir planı vardı üst kedilere kendini kurban etmek. Bu planı için masa başına geçti, patilerini mürekkebe buladı ve bir manifesto yazmaya başladı: “Kedi İmparatorluğuna Manifesto”…    “Ey tüm kediler. Sürünün aciz kulları, hazların kırbaçladığı küçük kedi kisvesine bürünmüş fareler ve onları yöneten kırbaççı kompradorlar! Hepinize selam olsun, Tanrı bizden selameti eksik etmesin. Size bir soru, neden bu toplumun kurallarına uyayım? Kafanızdan uydurduğunuz hayaletlere iman etmeyeceğim, o ancak sizin tanrınızdır. Benim Tanrım yücelerin yücesi ve merhametlilerin merhametlisidir. Sizin Tanrı’nız yasaklar, benim Tanrım ise hoş görür. Sizin Tanrı’nız bencillikten nefret eder ama kendisi bencildir. Benim Tanrım ise bencilleri sever, onlara acır ve onları topluma çalışmaya yönlendirir. Öyleyse kendi elinizle yapıp ettiklerinize tapmayın ey acizler! Size üst kediyi anlatayım, işte ben onun habercisiyim. Hayat bizim tek fırsatımız ve en değerli şansımız, bir mutluluk pınarı. Bunu kendim korumayayım de sizin çürümüş toplumunuz mu korusun! Ah sizi ahmaklar, akıllanmayacaksınız, Tanrı sizi ıslah etsin! Ben sizin saçma kurallarınıza uymayacağım, benim tek aydınlatıcım Tanrı’dır, ben onun ışığında yürürüm sizse onun olmadığı karanlıkta. O siz aciz kullarına acımakla yetinir. Gazabıysa şiddetlidir. Öyleyse kendi putlarınızla kendinizi sınırlamayın, yapıp ettiklerinize tapmayın, onlar siz özgünlerin kusurlu kompradorlarıdır. Bundan hiç şüphem yok! Ben elinde balyozla yürüyen bir meczup olabilirim ama sizden daha özgür olduğuma kim itiraz edebilir? Siz bir işi yaparken başkalarının düşüncelerini, ayıplamayı, kibri putlaştırırsınız bense hepsini yıkarım. Ben Tanrı için iyiyim ve Tanrı için iyiliği yayarım, karanlık böylece önümde yarılır. Şunu biliyorum ki aralarınızdan bazıları “Ah şu yarım akıllı deli! Topluma mugayir olmayı üst kedi olmak sanıyor diyecek.” Hayır, yaratıcı olan ve ruhsal mutluluğun peşinden koşan yalnızlaşır, farelerin arasında yaşıyormuş gibi hisseder. Sizinse farelerden farkınız yok! Tek farkınız onlar sırtlarını siz beyinlerinizi kırbaçlatıyorsunuz. Son olarak kadınlarınıza putlar yaratmayın, onları kısıtlayan yalnızca sizin kibriniz ve içinizdeki kötü ruh. Bedenine sahip çıkamayan o canavar. Onlar da sizin kadar akıllı oysa ki ey kompradorlar! Kendinizi onlardan üstün görmeye devam edin ancak Tanrı katında tek üstünlük iman ve iyilikle taçlandırılır. Tanrı sizi ıslah etsin ey kendini bilmezler!”    Bunları yazan Feles ertesi sabah uyandı ve evinin çatısına çıktı. Aşağıyı izliyordu. Tam o sırada Felix, ofise gitmek üzereyken Feles’i gördü ve çığlıklarla bağırdı çünkü Feles elinde kocaman bir çakmak tutuyordu ve tamamen çıplaktı. Yalnız ve çıplak. Herkes aşağıya toplandı ve Feles’i sürüye davet ettiler Feles bağırdı “Durun, ben üst kedinin habercisiyim! Siz yapıp ettiklerinize tapıyorsunuz bense Tanrıma…” dedi ve manifestoyu bir iple aşağı sarkıttı. Sonra devam etti “Alın bunu, bakın aciz ruhlarınıza ve korkak bedenlerinize. Ben Tanrı için yanmaya hazırım, ben Tanrı’nın meşalesiyim.” dedi ve kendini oracıkta ateşe verdi. Felix göz yaşlarına boğuldu ve çalıştığı gazete ofisinde manifestoyu basit insanlarla buluşturdu.

  • İnsanların Önünde Kurban Edilmek Üzerine

    “Ve şimdi, gidiyorum- çarmıha gerilen öbür insanların gittiği gibi. Çarmıha gerilmiş olduğumuzdan pişman olduğumuzu sanmayın; çünkü giderek sayıları çoğalan insanlar tarafından çarmıha gerilmek zorundayız; en büyük topraklar ve en büyük gökler arasında.”                                                                                                 -Meczup (Halil Cibran)    İnsanlar Nietzsche’nin deyimiyle “güç istenci” içgüdüsüyle doğan hayvanlardır. İnsanlar egoisttirler ve diğerkamlık veya özgecilik doğaya aykırıdır. Aslında arzularımız bize egoist davranmamızı salık verir ve arzularına karşı koyabilen ne yüce ve erdemlidir… Ancak bu elbette ki doğasına “boyun eğen” insanları “erdemsiz” veya “kötü” diye yargılamamızı gerektirmez. Onlar sadece “normal” insanlardır. Aynı Antik Yunan toplumunda mekanik ve makinelerle uğraşan köleler gibi, normal, sıradan ve basit… Normal olmak ne kadar iyidir, ne denli kötüdür orası tartışmalı ancak biz bugün başka bir konu üzerine konuşacağız. “Normal ve basit” insanların dünyasına bakacağız. Onların Tanrılarına (putlarına) ve kurbanlarına (adaklarına) göz atacağız.    Yine Nietzsche, insanları üst insan ve diğerleri olarak sınıflandırır. Konumuz üst insanın mahiyeti de değil. Aslında bu noktada üst insan konusuna girmemin sebebi biraz da insanları kendi felsefemde “üst olanlar ve diğerleri” veya “kaliteliler ve çürükler”, “sağlamlar ve zayıflar” olarak ayırmak. İnsanlar böyledir, bir sepetteki elmalar gibi. Gelin bu sepete, önünde saygıyla eğilerek, Descartes’in sepeti diyelim. Bildiğiniz üzere küfler veya çürükler bir elmadan diğerine rahatlıkla geçebilir. Bir sepette elmalar dip dibe bulunur, dolayısıyla sağlam veya kaliteli bir elma için arzuların çürüklüğünden veya Nietzsche’nin deyimiyle decadancé  (çürüme, dejenerasyon) halinden kurtulmanın tek yolu aynı bir kaplumbağa gibi kabuğuna çekilmektir. Yalnızlık ilaçtır ve farklı olup üst insan olan herkesin makus talihidir.     Bir de bu sıradan insanların “tanrılarını” ve “kurbanlarını” tanıyalım. Onların tanrıları putlarıdır, aklı çevreleyen, tanrıyı örten ve her konuda insanın gözünün önüne bir perde indiren türden putlar. Bu putlar ne diye mi soruyorsunuz bana? Kıskançlık bu putlardan sadece biridir. Kıskançlık yayılır, aynı bir virüs veyahut “çürük” gibi. İşte arzular böyledir, bir yara gibi durmadan kanarlar ve insanı içten içe çürütürler. Hani demiştik ya çürüme bireyden başlar ve topluma yayılır diye, Descartes’in sepetini hatırladınız değil mi? İşte tüm bu çürümenin müsebbibi arzulardır ve her elma zaman geçtikçe az veya çok çürür yani arzuların “hayali” dünyasına kapılır. Çürümek elma için “normaldir”, “sıradandır”. Zaman bunu elmaya dayatır. Bir de anormal elmalar vardır, yalnız, çürümeyen, parlak elmalar… Bir yanda bu elmalar ve diğer bir yanda çürüklerine tapan elmalar. Ah, ne kadar yazık! İşte bu kıskançlık tanrısı veya “haset”, onların sağlam elmalara karşı cephe alırken adak sunmak için başvurdukları, ivedilikle öfke tanrısına haber veren bir tanrıdır. O iyi tanrı “gıptadan” veya “imrenmeden” çok farklıdır. O, kullarından kurban ister, o adağa muhtaçtır.    Onun istediği adaklar sağlam elmalardır, aynı Halil Cibran’ın dediği gibi, çürük elmalar sağlam elmaların çarmıha gerilmesini ve süründürülmesini isterler. Sağlam elmaların kaderi budur: boyunlarına yular veyahut urgan geçirilmesi… Ancak sağlam elmalar bu durumdan pişman değildirler işte, onlar kendileridir, insanlığın en aydınlık ve en gözde parçalarıdır. Biz çarmıha gerileceğiz ancak müsterih olun, biz çarmıha gerilmekten de mutluluk duyanlar ve iskemlede sallanmadan durabilenleriz. Bırakın putperestleri, biz insanlar önünde kurban edilme şerefine erişenleriz!                                                                      Mert Ali AYTAÇ

  • İçimizdeki Benler Üzerine

    “Bir gün, ölü benliklerimden birini toprağa verdiğimde, mezar kazıcısı oradan geçti ve bana söyle dedi: “Cenaze töreni için buraya gelenler arasında, sevdiğim insan sadece sensin.” Cevap verdim: "Bana iltifat ediyorsunuz; ama beni niçin seviyorsunuz?” “Çünkü,” dedi mezarcı, “onlar ağlayarak gelip ağlayarak gidiyorlar, ancak sadece sensin gülerek gelip gülerek giden.”                                                                                           -Meczup (Halil Cibran)    İnsan, içinde birçok benlik barındırır. Bu benliklerden kimi parazit gibidir, insanın öz benliğinden beslenir. Öz benlik mi? O da nedir, o Yunus Emre’nin “Bir de ben vardır benden içeri.” dediği bendir, bizim en saf, düşüncelerimizin en açık olduğu zamanla değişen zihnimizdeki saf benliktir. Bu benliği değiştiren tek şey zamandır, mekân ona tesir edemez. Bu benlik yalnızca zamanla, yeni kitaplar okudukça, yeni yerler gördükçe ve yeni insanlar tanıdıkça değişir. İşte bu benlikte duygular bize yalan söylemez, kalbimiz de. Bu benliğimizde ne isek oyuzdur aslında. Bir de bu benlikten üreyen, aynı bir hidranın başları gibi, birtakım “yan” benliklerimiz vardır. İşte bunlardan bazıları parazit gibidir, bizi depresifleştirir, pasifleştirir, neşemizi emer ve bizi daha kötü bir insan yapar. Bir de simbiyotlar vardır, bu benlikler hem öz benliğe birçok şey kazandırır hem de kendileri kazanırlar. Unutmayın, tüm benlikler egoisttir. Doğaları onlara bunu emreder ama simbiyotiklerin parazitlere kıyasla daha az egoist olduğunu da söylemeden geçmeyelim. İşte bahsettiğimiz bu simbiyotlar ve parazitler yani “yan” benlikler, o gün yanında bulunduğumuz insana, sevgilimizin bize karşı davranışlarına, son okuduğumuz kitabın sonuna vb. göre yani en ufak faktörlere göre değişir ve öz benliği gölgede bırakırlar. Simbiyotlar bunu iyi anlamda yapar, parazitler kötü anlamda.     Bu noktada her insan fikrimce simbiyotlarını beslemeli, korumalı, kollamalıdır ve öz benliğini besleyen bir o iyi benlikleri bünyesine kazandırmalıdır ve de parazitlerini öldürmeli, o pis “öz benlik emicilerinden” kurtulmalıdır. İşte ben burada Halil Cibran’ın Meczup’unda o başkaları ağlarken gülen adamın parazitten kurtulma farkındalığına kavuşmuş bir adam olduğuna inanıyorum, “sıradan” insanlar parazitlerinden “şans eseri” kurtulunca kendi benliklerinin azaldığını veya eksildiğini düşünür. Ağlarlar, ağlarlar, ağlarlar… Ancak diğerleri, ayrı tuttuğum insanlar parazitlerinden kurtulmanın mutluluğunu yaşarlar, diğerleri ağlarken onlar gülerler ancak her insanın gözünden yaş akar.    İçimizdeki benlikler böyledir işte: simbiyotlar ve parazitler. Bize düşen simbiyotları beslemek ve parazitleri öldürmektir ama her şekilde kanayacağız ve her halükarda gözümüzden yaş akacak.                                                                                                                                                                                                                              Mert Ali AYTAÇ

  • Hayvan ve Tanrı: İnsanoğlu

    İnsanoğlunu hem bir tanrı hem de bir hayvan olarak nitelemek yanlış olmayacaktır. Tanrılığa yükselen merdivende insan, makus kaderine yenilen bir hayvan olarak kalacaktır. İnsan; biyolojik taksonomisine baktığımızda yalnızca omurgalı, memeli, atalarına ve kuzenlerine kıyasla daha gelişkin bir ön frontal loba sahip bir hayvandır. Hiçbir fizyolojik veyahut psikolojik değişim onun derinlerinde yatan asi dürtüleri veya içgüdüleri gölgede bırakamaz.    “İnsan, düşünen hayvandır.” der Aristoteles, bir Aristoteles aşığı olan Ayn Rand bu düşünceyi bir adım öteye götürür ve “İnsan, sözleşmeci hayvandır.” der. Aslında Kant’ın kastettiği “düşünme, hayvanlık ve tanrılık” tartışması tam olarak bu eksende vuku bulur. Bu noktada tanrıdan kastımız elbette transandantal yani aşkın bir varlık değildir. Kullandığımız analojinin asıl amacı insanın tanrısal bir yönü olan “yaratıcılık ve bağdaştırmadır”. İşte Aristoteles’in kastı bu noktada muhtemelen budur: İnsan, bağdaştıran ve özgün eserler ortaya koyan (yaratıcılığını sergileyen) hayvandır. İnsan göğe bakar, kuşları görür, kuşların uçuşu ona bir dinginlik verir ve ön frontal lobunun da azımsanamayacak yardımlarıyla kuşlardan esinlenir, onu mekanikle bağdaştırır ve Leonardo da Vinci gibi birtakım dâhiler bu bağdaştırma sonucu özgün eserler ortaya koyarlar, aynı ornihopterler gibi. İnsan bağdaştırma ve özgün eserler ortaya koyma yeteneğiyle diğer hayvanlardan ayrılır. O hem bir sanatkâr hem bir zanaatkar hem de bir filozoftur. Tamamen alakasız iki alanı bağdaştırır, onun matematiksel ve fiziksel boyutlarını inceler ve en nihayetinde ortaya bugün yapay zekanın üretemeyeceği özgünlükte eserler koyar. Bunu bu mertebe de yapabilecek tek canlı insandır.    İnsan sosyal ilişkilerinde diğer hayvanlara çokça benzer. Hayvanlar uzlaşmalar yaparlar ve toplum uzlaşmalar üzerine kurulur, aynı ekonomiler gibi. İnsan diğer hayvanlar gibi sözleşmeler yapar ancak bu sözleşmeler daha çok faktörün etkin olduğu daha kompleks sözleşmelerdir. Hayvanlar bugünü düşünür, tam olarak “ carpe diem ” diyerek yaşarlar. İnsan da avcı toplayıcı dönemde tam olarak böyleydi ancak Harari’nin deyimiyle “yalancı”   bir devrim olan tarım devriminden sonra işler değişti ve bağdaştıran bu özgün hayvan maddi ve manevi mefhumlara değer biçmeye başladı, geleceği planlamaya ve tabiri caizse “kaz gelecek yerden tavuğu esirgememeye” başladı. İnsan böyledir, geleceğe yönelik çıkarlarına dayalı sözleşmeler üretir ve sosyal olarak bağ kurduğu her insanla bu sözleşmeleri imzalar. İnsan sosyal bir hayvandır, sosyal ve sözleşmeci. İnsan diğer insanlara bağımlıdır, aynı diğer hayvanların başka hayvanlara bağımlı olduğu gibi ancak insan geleceğe yönelik yaptığı “egoist” sözleşmelerle diğer hayvanlardan ayrılır. İnsan sosyal olan ve aynı zamanda sosyal olarak diğer akrabalarından “etkilenen” hayvandır.    İnsanoğluyla ilgili hayvanlarla ortak ve farklı birkaç karineye değindik ancak birine henüz bakmadık. Bu nokta en başta da söylediğim “asi” arzu ve içgüdüler kısmı. İnsan hazlara meyillidir, hazlar kolay olandır ve hazlar yeri geldiğinde veya aşırıya kaçıldığında kötüdür. En azından insanın istemeyeceği “acı” gibi sonuçları doğurur.   Schopenhauer   “Tüm felaketlerin müsebbibi hazlardır.” der.   Ünlü İslam   filozofu Gazali ise mutluluğun ancak nefis terbiyesiyle mümkün olacağını söyler, tıpkı Stoacı filozoflar gibi düşünür. Onlara göre mutluluk, insanın içinde bir hazine misali keşfedilmeyi bekler ve bu hazineye giden rotada   insan, nefsini terbiye etmek yani dolayısıyla asi hazlarını dizginlemek zorundadır. Seneca gibi Stoacı filozoflar erdemli ve mutlu yaşamın hazların ve arzuların ağzına gem vurulmasıyla ortaya çıkacağı kanaatindedirler, çünkü onlar insanın içinde tepişen hoyrat atlardır ve bu atları tatmin etmek ne kadar kolaydır! Öfkesine yenilmek, kırmak, yakıp yıkmak… Tam tersine birleştirmek, onarmak ve bu atları dizginlemek ne kadar zor ve erdemlidir! Öyleyse şunu diyebiliriz; “sıradan” insan, hayvanlar gibi arzu ve nefis sahibi bir hayvandır ancak bunları dizginlemesi ve “iradesini terbiye etmesi” onu tanrılığa yükselen ışıltılı merdivende bir basamak daha yukarı taşır.     Bu noktada bir mit beni düşünmeye sevk ediyor, felsefenin sisli ve puslu yolunda bana ateşi bahşediyor: Prometheus gibi.   İnsanların geneli, Kant’ın da bahsi geçen alıntısında bahsettiği üzere aklını sadece içgüdülerini tatmin etmek, o hırçın atları beslemek yolunda heba etmez. İnsan entelektüel bilgi üreten ve bunu bir töz olarak değil, kümülatif olarak başkalarının bilgilerinden faydalanarak üreten hayvandır. Prometheus, ilgili mitte insanlığa medeniyeti, bilimi, irfanı veya uygarlığı bahşeder ancak Zeus onu bu eyleminden ötürü bir kartal vasıtasıyla cezalandırır. İnsan budur işte, doğanın ve hayatın geri dönülmez çıkmaz sokağında bilim ve felsefenin ateşine muhtaç, onu kendine armağan eden Prometheus’lara ise minnettardır. İnsan ateşe yani entelektüel faaliyetlere muhtaç, merak eden ve sorgulayan hayvandır. Onu hayatın basitliğinden alıp götürebilecek tanrısal niteliklerin başı bilgeliktir. Bilgelik kimi zaman insanın başına iş açar, bazen cehalet mutluluktur ve bir ateş doğru kullanmadığınız sürece sizi öldürür.    Peki salt akıl Kant’ın savunduğu gibi her şeye çözüm üretebilir mi? Ya da insanı hayvandan ayırıp “tanrılığa” yükselten en büyük özelliği bu bahsettiklerimiz mi? Kanaatimce insanı diğer hayvanlardan ayıran en büyük özelliği salt akılın yanına duyguları ve etiği koymasıdır. İnsan bunu neden yapar? Çünkü insan anlam katan hayvandır. İnsan dünyaya anlam penceresi adı verilen bir pencereden bakar ve bu pencere ona etiği zorunlu kılar. İnsan ne kadar entelektüel olursa olsun ne kadar bağdaştırmacı veya özgün olursa olsun tüm bu onu tanrılaştıran karinelerin yanına etiği koymadığı sürece her şey yok olur. İnsanın hayvanlardan ayrılan en büyük özelliği onun duyguları ve etik bilinci yani “vicdanında” yatar.    Bir örnek verelim, Alfred adlı bir entelektüel düşünelim. Bu adam bir polimat olsun ve dolayısıyla bağdaştırma ve özgünlük yetenekleri de üst düzey olsun. Ancak bu adam içindeki hazları ve arzuları dizginleyemediği dolayısıyla ahlaklı olmayı beceremediği için hırsızlık yapıyorsa veya daha başka kötü eylemlerin faili oluyorsa salt aklın veya gelişmiş ön frontal lobun bir anlamı kalmaz. İnsanı “insan” yapan ve onu “tanrı” katına yükselten bahsettiğimiz emarelerin dışında ahlaklı olmaya kendini zorunda hissetmedir.       Toparlayacak olursak, Kant’ın alıntısının benim zihnimdeki imgelemi çok açıktır; insanın o gelişkin aklı, o aklı heba edip içindeki doyumsuz ve hırçın atlara harcadığı sürece hayvanlardan herhangi bir farkı kalmaz (bu noktada Kant’a katılmaktayım) insanın farkı buradadır, her insan içinde bir Prometheus saklar; her insan baldıran otuyla zehirlenmeye hazır birer Sokrates’tir. İnsan ne midir? İnsan arzuları ve nefsani istekleri olması yönünden hayvanlara benzeyen ancak kurduğu bağlantılarla özgün eserler ortaya koyan, maddi ve manevi olarak geleceğe yönelik toplumsal sözleşmeler meydana getiren, sorgulayan ve sorgulamasının yanı sıra merak edip bu merakını entelektüel faaliyetlerle dindiren hayvandır. Ama en önemlisi insan anlam katan “etik” hayvandır. İşte Kant ile tam olarak bu noktada yollarımız ayrılmakta çünkü salt akıl, her etik probleme veya hayattaki engebeli yokuşlara tek başına çözüm üretemez. İnsanın duyguları ve vicdanı vardır. O, etik değerleri olmaksızın hangi tür niteliklere sahip olursa olsun dört ayak üzerinde yürüyen bir hayvandan farksızdır. O, içindeki o hoyrat atları dizginlediği müddetçe bir tanrıdır, o ateşin tanrısıdır. Hayvanlar aleminde medeniyetin ve bilgeliğin tanrısı. İşte biz insanoğlu tanrılaşma yolunda bir basamak ileri iki basamak geri gidiyoruz ve bundan gocunmuyoruz. Öyleyse salt hayvanlardan farkımız nedir ki? Biz Prometheus’un çocuklarıyız, biz Seneca’nın dediği gibi “Tanrı’nın krallığında ona kulluk ederek özgürleşenleriz.” Biz hayvanların en farklısı ve en üstünüyüz. Öyleyse ne duruyoruz? İçimizdeki Prometheus’u ortaya çıkarmak ve onu ebedi cezasından azat edip karanlığı fethetmek için daha iyi bir zaman yoktur.

  • Evrende İkinci Bir Büyük Patlama Gerçekleşebilir Mi?

    Evrende yeni, ikinci, bir büyük patlama (big bang) gerçekleşebilir mi? Bu önemli soruyu bu yazımda konu olarak belirledim. Çünkü James Webb’in elde ettiği veriler ve yapılan yeni çalışmalar bu konuyu gündeme getirdi.   Bildiğiniz üzere Big Bang, bilimde (astronomi, kozmoloji, fizik gibi alanlarda) evrenin başlangıcına dair bir paradigmayı teşkil eder. Daha açık bir ifadeyle bilim insanlarının, evrenin başlangıcına dair üzerinde uzlaştığı ve çalışmalarını bu teoriyi baz alarak yaptığı görüştür. Bu görüşü destekleyen birçok kanıtın olması onu bu denli güçlü bir paradigma (bilimde hâkim görüş) haline getirmiştir. Big Bang’i destekleyen en güçlü iki kanıt şunlardır: evrenin genişlemesi ve kozmik mikrodalga arka plan ışınımı(cosmic mikrowave background radiation, CMB veya CMBR).Evrenin genişlemesi olgusu                                                                                                    Edwin Hubble ile bilim dünyasına girmiştir ve Hubble; bize evrenin genişlediğini, bu genişleme dolayısıyla nesnelerin birbirinden uzaklaştığını ve nesnelerden gelen ışıkların uzaklık dolayısıyla git gide kırmızıya kaydığını(red shift) yani Doppler çakışmasının(décalage) [2]  gerçekleştiğini gözlemleri sonucu söylemiştir. Hubble’ın ortaya attığı bu kanun (Hubble Kanunu) bize uzak galaksilerin uzaklıklarıyla doğru orantılı hızda bizden uzaklaştığını göstermiştir. [9]  CMBR yani kozmik arka plan ışımasıysa uzaydan her zaman aynı şekilde gelen bir ışıma yani radyasyondur. Bu radyasyonu evrenin sürekli arka planında bulunan bir uğultu gibi de düşünebiliriz. İşte tüm bu deliller evrenin başlangıçta çok çok küçük bir hacme sıkışık olduğunu ve ısıl dengeye gelince (yoğunluk dalgalanmalarının ve kuantum dalgalanmalarının da etkisi vardır) hacmin -ani bir patlama gibi- çok kısa sürede yüksek hızda genişleyerek (kozmik enflasyon) evreni oluşturduğunu söyleyen Big Bang’i bilimin en ünlü fenomenlerinden biri haline getirmiştir.   Big Bang, her ne kadar bilimde hâkim görüş olsa da bu eksik noktalar içermediği anlamına gelmez. Bu eksik noktalar yapbozun kayıp parçalarıdır. Bu yapbozun eksik parçalarından biri ilk galaksilerin oluşması için yeterli zaman olmadığından bunların nasıl meydana geldiğidir. İlk(erken) galaksiler sarmal kollarındaki çarpışmalar sonucu eliptik olmaları vb. birçok sebepten ötürü sönüklerdir [1] .Bu sebeple bu galaksileri tespit etmek bir hayli zordur. James Webb Uzay Teleskobu (JWST) alıcılarını Büyük Ayı takımyıldızına yakın küçük bir gök parçasına çevirdiğinde çok ilginç bir sonuçla karşılaştı. “Derin Alan” görüntüsü adı verilen bu görüntüde Colarado Boulder Üniversitesinden Dr. Erica Nelson, alışılanın aksine parlak altı adet erken galaksi örneği tespit etti. Genellikle galaksilerin parlaklığıyla büyüklükleri doğru orantılı olduğundan bu erken galaksilerden bazılarının yaklaşık Samanyolu ağırlığında olduğu tahmin ediliyor. İşte eksik parça tam olarak burada ortaya çıkıyor. Nelson bu durum için: “ Bu çok şaşırtıcı. Erken evrenin kendini bu denli hızlı organize edebilmesini bekleyemezsiniz. Bu galaksilerin oluşmaları için yeterli zaman yoktu. ”   diyor [1] .    Bu keşfin ilginçliğinden etkilenen astronomlar bu tip galaksilere “evren kırıcı” adını verdiler çünkü bu galaksilerin yapbozda oluşturduğu boşluk Lambda-CDM(Λ-CDM) yani Karanlık Enerji (Lambda)-Soğuk Karanlık Madde modeli adı verilen ve son derece başarılı olan standart evren genişleme modelinin doğruluğunu tehdit ediyor. Bu modelin varsayımları (bkz. Dipnot 2) -özellikle de karanlık enerjiyi kozmik genişlemenin sebebi olarak görmesi- bize evrendeki galaksi ve yıldızların oluşumuna dair çok önemli ipuçları sunuyor. Modele göre Big Bang’in hemen ardından evren homojen (eşit dağılmış), sıcak ve pürüzsüzdü. Karanlık madde bu ateş topunda -daha normal madde birleşip yapılar oluşturamayacak haldeyken- normal                                                                                   maddenin birleşip yapılar oluşturmasını sağladı. Karanlık madde, yoğunluk dalgalanmalarına sebebiyet verdi ve bu dalgalanmalar sonucu normal maddeden gaz molekülleri meydana geldi. Bu sürecin sonucunda evren; hidrojen, helyum ve karanlık madde olmak üzere üç madde bileşeninden oluşuyordu. Bahsettiğimiz bu süreçte, bir yandan da CMBR yani arka plan ışınımı evrenin dört bir yanına yayıldı. Daha sonra bahsettiğimiz üç bileşen kütleçekiminin fazla olduğu yerlere çekilip yoğunlaştılar. Bu yoğunlaşmalar sonucu gaz haleleri (ışık saçan gaz halkaları) meydana geldi ve bu haleler git gide çevresindeki gazları toplayarak büyüdü. Bir yerden sonra haleler kendi kütleleri altında çökmeye başladı ve erken galaksileri meydana getirdiler. Kısa süre sonra halelerdeki helyum ve hidrojen birleşerek ilk yıldızları oluşturmaya başladılar. Erken galaksiler zamanla birbirlerine çarptılar ve çarpışmalar sonucu daha büyük galaksiler oluştu. Böyle böyle galaksilerin boyutları ve dolayısıyla kütleleri arttı ve Samanyolu gibi galaksiler ortaya çıktı. “Büyüyen galaksiler” süreci Λ-CDM’in en önemli ve kayda değer öngörüsüdür. Bu öngörü ışığında yapılan simülasyonlar, bu öngörüyle evren modellemesi yaptıklarında karşılaştıkları evrenin günümüzdeki evrene çok benzediğini gördüler. İşte uzmanlar bu benzerliğe bakarak bu modelin ve galaksi büyümelerinin -bu modelin bir parçası olduğundan- doğru olduğuna kanaat getirdiler. Galaksi büyümeleri erken galaksilerin sönük ve dolayısıyla küçük olduğunu öngörüyordu (bkz. Şekil 2).    Nelson’un bahsettiğimiz keşfi işte tam bu noktada Λ-CDM ile çelişiyor çünkü evren kırıcı galaksilerin (o büyüklükte ve ağırlıkta galaksilerin) ortaya çıkabilmesi için en azından 1 milyar yıl gereklidir fakat erken galaksilerin büyük patlamadan yaklaşık 250-500 milyon yıl sonra oluştuğu tahmin edilmektedir. Texas Üniversitesinden Doç. Dr. Mike Boylan-Kolchin yaptığı çalışmalar sonucu evrende bunun gibi birçok evren kırıcı olabileceğini belirterek: “ Eğer kütleler doğruysa, o zaman henüz bilmediğimiz bir bölgeye bakıyoruz demektir, galaksi oluşumu hakkında çok yeni bir şeye ya da kozmolojide köklü bir değişikliğe ihtiyacımız olacak. ” dedi [1]  ve şunu ekledi: “ En uç olasılıklardan biri, evrenin Büyük Patlama’dan kısa bir süre sonra tahmin ettiğimizden daha hızlı genişliyor olması. Bu da yeni kuvvetler ve parçacıklar gerektirebilir. ”   Burada yapbozdaki boşluk bizi Big Bang’den öncesini düşünmeye itiyor. Klasik Big Bang teorisinde evrenin ilk anında evren tekillik durumundadır. Tekillik (Singularity), genel görelilik denklemlerinin çalışmadığı sonsuz yoğun bir noktadır. Hawking tekillikleri şöyle tanımlar: “ Zamansal veya boş jeodezikleri tam olmayan fakat daha büyük bir uzay-zamanın içine yerleştirilemeyen uzay-zaman. ” [16]  Tekillikler, birçok kişiye göre sorunlara sebebiyet vermektedir, halihazırda genel görelilikle de çelişmektedir. Colin Stuart tekillikler için: “ Tekillikler muhtemelen evrenin gerçek bir niteliği değil. Daha çok fiziği doğru anlayamadığımızı belirten parlak neondan işaret levhaları. ” diyor. [9]  Parsmouth Üniversitesi Gravitasyon ve Kozmoloji Enstitüsünden Dr. Marco Bruni konuyla ilgili: “ Genel görelilikteki tekilliklerin modern yorumu, teorinin çöküşünü temsil ettiğinden -tekilliklerden- kaçınılması gerekmektedir .” demiştir [1] . Tam bu noktada Hawking tekilliklerin oluşturduğu kısıtlayıcılıktan bahseder ve kozmik sansüre değinir: “ Tekillikler öngörmesi, klasik genel görelilik kuramının tamamlanmamış bir kuram olduğunu yansıtır. Tekil noktaların uzay-zaman manifoldundan kesip çıkarılmaları gerektiği için oralarda alan denklemleri tanımlanamaz ve tekilliklerden ne çıkacağı önceden kestirilemez. {…} Gelecekte ortaya çıkacağı kestirilen tekilliklerin, Penrose’un kozmik sansür adını verdiği bir özelliğe sahip olduğu anlaşılmaktadır. Diğer bir deyişle bunlar, dışarıdaki gözlemcilerden saklı olan kara delikler gibi yerlerde bulunurlar. ” [16]  Hawking’in anlattıkları kafa karıştırıcı ve karmaşık geldiyse anlattıklarını şöyle özetleyeyim: Tekilliklerin klasik denklemlerle tanımlanması olanaksızdır, tekilliklerin geleceği belirsizdir ve bu tekillikler kozmik sansüre tabiidir. Kozmik sansürse tekilliklerin tek başına çıplak bir şekilde bulunamamasıdır, tekillikler gözlemcinin doğrudan gözlemleyemeyeceği bir cismin içinde barınma eğilimindedir. Mesela bir tekillik bir kara deliğin içinde bulunabilir (çünkü gözlemci kara deliğin içindeki tekilliği doğrudan gözlemleyemez) fakat cisimsiz bir yerde tekil olarak bulunamaz. Hawking bu duruma “ Doğa, çıplak tekillikten tiksinir. ” [16]  der. Evrense klasik Big Bang kuramında hiçlikteki bir tekil noktadan meydana gelmiştir. Eğer tekillikler cisim olmayan yerlerde barınamıyorsa nasıl olur da hiçlikte barınabilir? İşte tam burada bir soru ortaya çıkıyor: Birçok sorunu beraberinde getiren tekillikler klasik kuramda büyük eksiklere yol açıyorsa, o halde, evrenin oluşumundan (Big Bang) önce ne vardı?   Tekilliklerin bir çözümünü Martin Bojowald, Pensilvanya Üniversitesi’nde “İlmek Kuantum Teorisinin” öncülerinden Abhay Ashtekar ile yaptığı ortak çalışmalar sonucunda yayımlamıştır. Bu çalışmada tekillikler, ilmek kozmolojisi (LQC) çerçevesinde açıklanır ve Bojowald’ın .çalışmasından şu net bir şekilde anlaşılır ki ilmek kozmolojisi, Big Bang ile çelişmeden tekillikleri ortadan kaldırarak sorunu çözer. İşte Bojowald 2000 yılında yayımladığı bu çalışmasında – sadece matematiksel olarak da olsa- tekilliklerden kaçmanın yolunu göstermiştir. Ashtekar, bu çalışma karşısında öyle etkilenmiştir ki şu sözleri sarf etmiştir: “Ondan çok etkilenmiştim, bu etki hâlâ sürüyor.” [17]  Daha sonra Ashtekar ve Bojowald, Varşova Üniversitesi’nden Jerzy Lewandowski ve iki doktora öğrencisi Parampreet Singh ve Tomasz Pawlowski ile çalışmaya başladılar. Singh ve Pawlowski, ilmek kozmolojisini baz alarak bazı simülasyonlar geliştirdiler ve bu simülasyonlardan hiç beklenmedik bir şeyle karşılaştılar. Simülasyonlara göre evrenin genişlemesi bir yerde duruyor ve tam tersi istikamette devam ediyordu yani evren küçülmeye başlıyordu. Ancak bir sorun vardı. Teori Singh’in kendi söylemiyle "Bu, genel görelilikten tamamen kopmaktı.” [17]  Yani bu yeni teori genel görelilikle bariz şekilde çelişiyordu. Daha sonra ekip birkaç matematiksel hata olduğunu fark etti ve bunları düzelttikten sonra hem görelilikle uyumlu hem de tekilliklerden kurtulan bir teori elde ettiler.  İşte “büyük sekme” teorisi Ashtekar öncülüğünde 2006 yılında böylece ortaya çıkmış oldu. Sizden ricam şu ki bu çalışmayı ve isimleri unutmayın çünkü buraya geri döneceğiz. O halde sorumuzu yineleyelim: evrenin oluşumundan (Big Bang) önce ne vardı?   Bu noktada dört senaryo karşımıza çıkıyor: hiçlik, sonsuz evren, sonsuz şişme ve büyük sekme teorisi.Bizim burada ele alacağımız teoriyse -eğer doğruysa- yeni bir büyük patlamayı öngören bir teori olan “Büyük Sekme Teorisi” (Big Bounce Theory) İşte bu teori ikinci bir büyük patlama anlamına geliyor. İlk önce teorinin bize söylediği şeyi anlayalım, sonrasında bunun değerlendirmesini olabildiğince nesnel bir çerçevede yapmaya koyulalım.   Büyük sekme teorisine göre her evren, bir önceki evrenin çok yoğun ve küçük hacimli bir noktasından çıkar. Yani her evren bir önceki evrenin küçük hacme sıkışmış yoğun maddesinin patlamasından ortaya çıkmıştır. Teoriye göre evren aynı Big Bang’de olduğu gibi patlamadan sonra genişler, maksimum noktasına vardığında genişleme durur ve tersine döner yani evren küçülmeye başlar, küçülür ve en sonunda çok küçük hacimli yüksek yoğunluklu bir nokta halini alır ve sonra bu konumdan yine bir evren ortaya çıkar ve bu da aynı döngüyü (Şekil 3) sürdürür. Özetle büyük sekme teorisi budur, yani evren döngüsel olarak genişler, durur, küçülür, seker(patlar), genişler, durur, küçülür, seker… Peki bu genişlemeye/küçülmeye ne sebep olur? Hatırlarsanız yazının başında karanlık madde modelinin son gözlemlenen galaksi dizilimleri ve yaşlarıyla uyumsuz olduğundan bahsetmiştik. İşte tam bu noktada büyük sekme teorisi, karanlık madde yerine evreni genişleten/küçülten güç olarak karanlık enerjiyi baz alır.    Hatırlarsanız tekillikler bölümünde Dr. Bruni’ye kulak vermiştik. Bruni, asıl olarak karanlık enerjinin evrenin genişlemesi ve (ve eğer büyük sekme doğruysa) küçülmesi üzerindeki etkili güç olup olamayacağını araştırıyor. [1]  Bruni’nin çalışmalarıysa (anlattıklarına göre) bize Şekil 4’teki grafiği vermekte. Grafikteki yeşil sütunlar evrenin genişleme hızını, siyah dalgalı çizgiyse karanlık madde miktarını gösteriyor. Grafik özetle şunu söylüyor: karanlık enerji seviyesi minimum ve maksimumken genişleme hızı en üst seviyededir ancak karanlık madde miktarı (kırmızı oka bakınız) ortalamaya yaklaştıkça hız düşer ve en ortadayken hız sıfır seviyesine iner yani evren durur. Bunu evren üzerinden biraz daha açayım; evren bir önceki evrenin çekirdek noktasından bir patlamayla yeniden genişlemeye başladığında evrende çok az karanlık enerji vardı dolayısıyla genişleme hızı en üst seviyedeydi ve evren olağanüstü bir hızla, sonra karanlık enerji miktarı arttı ve genişleme yavaşladı ve Bruni’ye göre miktar ortalamaya yaklaştıkça bu hız düşüyor ve evren bu noktaya ulaştığında genişleme hızı duracak ve küçülmeye başlayacak. İlkten küçülmesi ortalamaya yakın bir karanlık enerji miktarına sahip olduğundan yavaş olacak ancak sonlara gelindiğinde kara deliklerin de artmasıyla karanlık enerji miktarı artacak ve genişleme hızı (ters anlamda) en üst seviyeye çıkacak yani evren çok yüksek bir hızda küçülecek ve en son çok yoğun tekil bir nokta halini alacak. Daha sonra bu noktadaki kuantum ve yoğunluk dalgalanmaları yeni bir evrenin önayağı olacak. İşte büyük sekme teorisinin dediği tam olarak budur.   Madem ki Bruni’ye bir kez kulak verdik, devamını onun ağızından dinleyelim. “Karanlık enerji evrenimizin genişlemesinin hızlanmasına neden oluyor. Negatif basınca sahip ve -bu nedenle kütle çekici olmaktan ziyade itici hale geliyor- genel olarak yeterince negatif basıncı sahip olan her şey karanlık enerji rolünü oynar ve zamanla evrimleşebilir. Şişme ile karanlık enerjinin hâkim olduğu mevcut dönem arasındaki benzerlik her iki durumda da evrenin genişlemesinin hızlanıyor olmasıdır.” [1]  Aynen Bruni’nin dediği gibi, karanlık enerji negatif basınca sahip olduğundan kütle onu iter ve karanlık enerjinin kütle tarafından evrenin ücra köşelerine itilmesi demek evrenin genişlemesi demektir; ayrıca burada Bruni’nin dediği gibi, her iki durumda yani karanlık enerjinin en üst ve en alt seviyesinde evrenin genişleme hızı artıyor (zaten Şekil 4’te grafiği var ve bundan bahsetmiştik). Son olarak izin verin de Bruni bize sonj iki paragrafta uzun uzadıya anlattığım şeyin özetini sunsun. “Evrenin daralması sırasında karanlık enerji artıyor böylece evrenin boyutu minimumu ulaşıyor ve sıçrıyor. Sonra evren genişliyor ve karanlık enerji minimuma doğru azalıyor, karanlık enerji maksimum ya da minimuma yaklaştığında evren hızlanır dolayısıyla modelimizde karanlık enerji hem şişmeyi hem de günümüzde gözlemlenen hızlanmış genişlemeyi açıklıyor.” [1]    Sizden birkaç ismi unutmamanızı istemiştim. Şimdi onları bir daha hatırlayınız. Öyleyse şu konuya değinelim, evren yoğun tekil bir nokta haline geliyor. Buraya kadar sorun yok ancak ne kadar yoğun hale geliyor? Bu konuda bir sınırlama var, fiziksel olarak en yüksek yoğunluk Planck yoğunluğudur ve bu yoğunluk 5.1 × 1096 kilogram / metreküp’tür. İşte Singh bu konuya şöyle değiniyor: “Planck yoğunluğuna erişemezsiniz, bu teori gereği yasaktır.” [17]  Özetle buradaki yoğunlukta bir sınırlama olduğunu belirtmeliyiz yani bu nokta bir “tekillik” değildir (zaten tekilliklerden kaçmak üzerine kurulu bir teorinin tekillik içermesi ironik olurdu), sadece Planck yoğunluğuna yakın yoğunlukta bir noktadır.   Şimdi değerlendirme kısmına giriş niteliğinde bir nokta üzerinde duralım. Bu teoriyi güçlendirip önümüze çıkaran şey nedir? Burada Big Bang’in ilk anlarına gitmemiz lazım. Klasik Big Bang teorisinde iki büyük açık vardır. Bunları şöyle özetleyebiliriz: Ufuk Problemi : Kozmik Arka Plan Işımasında (CMBR) sıcaklık evrenin her yerine eşit dağılmış şekilde gözükmektedir ve bu eşit dağılma için evrenin ilk anlarında sıcaklığın her yere eşit şekilde yayılması gerekir ancak genişleme hızı ışık hızını aşmadığı sürece ısı her yere bu kısa zaman diliminde yayılamaz. Düzlük Problemi : Evrenin sonsuz genişlemesi ile yerçekimi altında çökmesi olguları arasında nasıl bir denge vardır sorusuyla ilintilidir ve çelişki öne sürer. Ayrıca kütleçekimin evrenin her yerine mükemmel dağılması gereklidir ancak Anna Ijjas gibi birtakım fizikçiler bunun olası olmadığını öne sürerler. [19] İşte büyük sekme teorisi bu iki soruyu bertaraf etmemize yarıyor. Klasik teoride bu sorunlar evrenin ilk anlarında genişleme hızını ışık hızından büyük alarak çözülür ancak bunun mümkünatı tartışmalıdır. Büyük sekme teorisiyse bize ışık hızında genişleme (süperenflasyon) yerine daha olağan ve ışık hızının altında bir tablo çiziyor. Ayrıca çoğu uzman süperenflasyonun yaydığı yerçekimi dalgalarının çok güçlü olacağından bunun CBMR’da gözükmesi gerektiği konusunda hemfikir ve bu da klasik Big Bang teorisine bir darbe daha vuruyor. Ancak bu dediklerimden büyük sekme teorisinin de eksikleri olmadığı fikrine kesinlikle kapılmayın çünkü o konuya da gireceğiz.    Peki ya neden bu görüş bizi evrenin başlangıcı konusunda bir paradigma değişimine sürüklemiyor? Çünkü çok açık ki büyük sekme teorisi bize soru işaretleriyle dolu bir kâğıt sunuyor. Şimdi size bu kağıttaki en büyük dört soru işaretini açıklayacağım:  Çok Yüksek Isı Problemi: Evrendeki hafif elementlerin (hidrojen ve helyum) bolluğu klasik büyük patlama teorisiyle gayet güzel açıklanıyor ancak aynı şeyi büyük sekmede yapmaya çalıştığımızda çok yüksek ısıya sahip bir ortama ihtiyaç duyuyoruz ve böyle bir ortamın oluşup oluşamayacağı hâlâ bir soru işareti. İzlerin Silinmesi Problemi: Bojowald’ın hesaplamalarına göre güncel evren, bir önceki evrenden hiçbir iz taşıyamaz. Burada izden kastımızsa bildiğimiz maddedir çünkü teoriye göre evren yoğun bir nokta halini alırken tamamına yakını karadeliklerle kaplanır ve bir sonraki evrene madde iletilmez. Maddenin ve hatta ışınımın (ışık yaymanın) küçülme boyunca devam etmesinin sekmeyi bozacağı birçok uzmanca doğrulanmış bir görüştür ve bu olgu kulağa pek hoş gelmiyor. Uzayın Eğriliği Problemi: Büyük sekmeyi doğrulayan tüm hesaplamalar uzayın eğriliğini pozitif olarak alır ancak birçok fizikçi bunu yapmak yerine uzayın eğriliğini negatif olarak alır. Hangisinin doğru olduğu hâlâ bir muamma. Nedensellik/Sonsuzluk Problemi: Büyük sekme teorisi döngüseldir yani sonsuz tane ardıl evren ve sonsuz tane artçı evren vardır ancak ilk bir evren yoktur. İlk bir evrenin olmaması yaşam sağduyumuza uyumlu değildir bu yüzden de ilk maddenin (ki ilk yoktur) nasıl geldiği kavraması güç bir sorundur. İşte bu ve benzeri problemlere yanıt bulana kadar büyük ihtimalle klasik Big Bang teorisi, evrenin başlangıcına dair bir paradigma teşkil etmeye devam edecek, en azından bugünün tablosu bunu gösteriyor. Kaynakça [1] (Sparrow,Giles(2023). Yeni Büyük Patlama .İstanbul:All About Space dergisi 23.Sayı) [2] (Labort,Henry(1998). Evrenin Oluşumu .İstanbul:Payel Yayınevi) [3] (Thuan,Trinh Xuan(2020). Evrenin Yazgısı:Büyük Patlama ve Sonrası .İstanbul: YKY Yayınevi) [4] (NASA-Legacy Archieve Microwave Background Data Analysis: www.lambda.gsfc.nasa.gov ) [5] (ESO-European Southern Observatory-Hierarchy of Galaxy Formations: www.eso.org )   [6] (Wikipedia English: www.en.wikipedia.org ) [7] (Nicolson,Iain(2018). Evren:Büyük Patlama ve Evrenin Geleceği .Ankara: Akılçelen Kitaplar) [8] (Silk,Joseph(2000). Evrenin Kısa Tarihi .Ankara:TÜBİTAK) [9] (Stuart,Colin(2020). Bir Nefeste Evren .İstanbul:Maya Kitap) [10] (Mack,Katie(2022). Her Şeyin Sonu:Astrofiziksel Manada .İstanbul.Domingo Yayınevi) [11] (Sparrow,Giles(2019). Uzayın Şekli Nasıldır?:21.Yüzyıl İçin Bir Rehber. İstanbul:Hep Kitap) [12] (Weinberg,Steven(2022). İlk Üç Dakika:Evrenin Kökenine Çağdaş Bir Bakış .İstanbul:Sia Kitap) [13] (Hawking,Stephen(2021). Zamanın Kısa Tarihi .İstanbul:ALFA Yayıncılık) [14] (Sagan,Carl (2022). Kozmos:Evrenin ve Yaşamın Sırları .İstanbul:Altın Kitaplar) [15] (Blome,H.J. & Priester,W.(1991). Big Bounce İn the Very Early Universe .Köln:Astronomy and Astrophysics jurnal Volume 250) [16] (Hawking,S. & Penrose,R.(2016). Zamanın ve Uzayın Doğası .İstanbul:ALFA Yayıncılık) [17] (Anil Ananthaswamy.(2008). From Big Bang To Big Bounce :  https://www.newscientist.com  ) [18] (Büyük Sekme Teorisi İllustrasyonu: www.evrimagaci.org  ) [19] (Anna Ijjas.(2019). What İf There Was No Big Bang :  https://www.newscientist.com  ) [20] (Nikodem Poplawski.(2018).The Simplest Origin of the Big Bounce and Inflation.West Haven: www.worldscientific.com  )

  • Erkek Egemen Toplum ve Failleri

    Son dönemlerde artan kadına şiddet vakaları toplumda istemsiz bir sorgulamaya yol açtı: Neden kadına şiddet? Basit bir soru gibi gözükse de bu soru epey önemlidir ve etraflıca incelenmelidir çünkü bir sorunun çözümü onun nedenini de dolaylı veya doğrudan şekilde barındırır. Mesela telefonunuz bataryasının ömrünün kısalması sebebiyle düzgün çalışmıyorsa durumun çözümü elbette telefonun bataryasını değiştirmektir. Neden (sebep) her zaman çözümün bir parçasıdır. Biz de bu makalede neden kadına şiddet oranlarının erkeğe yönelik şiddet oranlarından daha fazla olduğuna dair bazı bilimsel ve sosyal veriler sunacağız. Umarım faydalı olur ve kadınlar bu yazıdan sonra kendilerini daha fazla yalnız hissetmezler.    Öncelikle şu aşikâr bir istatistik ki erkekler şiddete ve suça kadınlardan daha eğilimli. Bu istatistiği size şöyle vereyim: 180.000 (şiddet vb.) erkeğe karşı işlenen suçun faillerinin %77’si, 180.000 (şiddet vb.) kadına karşı işlenen suçun %66’sı erkekler tarafından işleniyor. Bu da demektir ki işlenen suçların ortalama %72’si erkekler tarafından işleniyor. Bu korkunç bir istatistik. İş aile içi şiddete geldiğinde durum biraz farklılaşıyor ve kadın ve erkek faillerin oranlarının az çok aynı olduğunu görüyoruz. İlgili makalede aynen şöyle yazıyor: “Aile içi şiddetin cinsiyete dayalı bakış açısını (yani, erkeklerin kadınlardan daha sık fail olduğuna dair inanç) zayıflatan birçok kanıta rağmen, bu yaklaşım bugüne kadar birçok kuruluşun amaçlarına sıklıkla yansımıştır (Dixon ve Graham-Kevan, 2011; Dutton, 2007).” Ama sonuç aynı, erkekler suça daha eğilimli.    Bunun sebebi şüphesiz ki toplum yani toplumun erkeğe ve kadına biçtiği roller. Toplumlar Max Stirner’in deyimiyle yalnızca hayaletler (spook) üzerine kurulur. Aynı şeyi Yuval Noah Harari “Sapiens” adlı eserinde belirtir. Toplumlar hiçbir biyolojik veya psikolojik temeli olmayan hayaletler üzerine kurulur. Tabii ki bu hayaletlere eğilimli olmak, ki bizim araştırmamızın konusu da bu, psikolojik ya da biyolojik etmenlere bağlıdırlar ancak bu hayaletlerin kendileri biyolojik veya psikolojik olgular değildirler. Şunu der Harari: “Maalesef karmaşık insan toplulukları, ‘hayali’ hiyerarşilere ve adil olmayan ayrımlara ihtiyaç duyar.” İşte bu insan toplumlarındaki hayali hiyerarşilere eğilim tamamen doğuştan gelen psikolojik bir faktördür. Şimdi bu hayali faktörlerin ortaya çıkardığı ortamlara “sistem” diyelim. Yaşadığımız sistem içinde bir tür oyunu barındırıyor: doğal seçilim ya da bir diğer deyişle hayatta kalma. Hepimiz aynı bir takım gibi bu oyunu sosyal varlıklar olarak beraber oynuyoruz. Tam bu noktada Allan Johnson bireysel olarak kimsenin kadını ayrıştırmak istemeyeceğini ancak paradoksal şekilde toplumun bir şekilde kadınları ayrıştırdığını söylüyor. İşte tam bu noktada Johnson’un dediğine katılmaktan kendimi alamıyorum, Johnson özetle şunu diyor: hangi erkeğe sorarsanız sorun kadınların ayrıştırılmaması gerektiğini söyleyecektir ancak yine erkekleri merkeze alan toplum kadınları ayrıştırıyor, öyleyse aynı hepimizin iç dünyamızda farklı dış dünyada farklı olduğu gibi erkekler de sahte bir “hayalet” yaratarak sistemin doğal seçilim oyununu oynarken kadınları ayrıştırıyorlar ancak kendi iç dünyalarında bunu psikolojik olarak istemiyorlar.    Peki ne bu ataerkil toplumu ortaya çıkaran? Kas gücü mü? Hayır, kadınlar erkeklere göre duygusal zekâsı (EQ) ve empati yeteneği daha yüksek bireylerdir bu yüzden daha iyi iş birliği yaparlar. Bonobolarda ve bazı orangutan türlerinde kadın bireyler aynı biz Homo Sapiens’lerdeki gibi daha yüksek iş birliği yeteneğine sahiptirler ve kadın bireyler toplumu yönetirken erkekler avcılık-toplayıcılık yaparak bu kadın yöneticileri beslerler. Toplum anaerkillik çevresinde şekillenmiştir. Peki neden Homo Sapiens’te aynı şey olmadı? Erkekler kadınlardan daha mı zeki? Ne kadar en büyük dâhiler erkeklerden çıksa da bu da bir mitten ibarettir, kadınlarla erkeklerin zekâsı ortalama olarak aynıdır. Madem erkekler zekâ olarak üstün değil, kas gücü de yeterli bir etmen değil o halde neden toplum ataerkil? Bunun sebebi muhtemelen erkeklerin bu oyunda geri kalacakları iç güdüsüyle kadınları kas güçleriyle ve kendi yarattıkları “ataerkillik” hayaletiyle baskı altına almaya çalışmaları. Ama yine de bu bir tahmin olsa da asıl neden meçhul, hala bir fikrimiz yok.    O hayalet büyüdü ve bugün ve geçmişte birçok kadının erkeklerin “malı” sayılmasına yol açtı. İbranilerde de benzer bir kadını objeleştirme havası sezimlenebilir. Tevrat’ın Deuteronomi bölümünün 22:28-29 kısmında şu geçer: “(28) Eğer bir adam nişanlı olmayan bir bakireyle karşılaşırsa ve ona tecavüz ederse ve bu ortaya çıkarsa, (29) kızın babasına elli şekel[a] gümüş ödeyecektir. Genç kadınla evlenmeli, çünkü ona tecavüz etmiştir. Yaşadığı sürece onu asla boşayamaz.” Yani erkek, tecavüz edilen kadının değil, o kadına sahip olan erkeğin hakkını ihlal ettiğinden ödemeyi sahip olan erkeğe yapar. Filozoflar da geri durmaz, Aristoteles Ekonomi kitabının son kısmında kadının sadece erkeğin sözünü dinlemesi gerektiğini söyler. Schopenhauer Cinsel Aşkın Metafiziği’nde kadınların büyük işler için yaratılmadığını söyler. Bugün biliyoruz ki bu sözlerin hepsi akıl tutulmasıdır. Erkeğin kadına tek üstünlüğü (ki bunun üstünlük olup olmadığı tartışılabilir) kas gücü ve mantıksal düşünme becerisidir. Tam olarak toplumdaki bu anlamsız hayalet ve mantıksal düşünme becerisi sayesinde neredeyse bütün dâhiler erkeklerden çıkmıştır.    Peki kadına dair bu patolojik (hastalıklı) düşüncelerin çözümü nedir? Maalesef ki bu hayaletin ortadan kalkması artık imkânsız hale gelmiştir. Tek yapılması gereken bir başkaldırıdır. Bu başkaldırı eylemlerle, sosyal medyayla ya da benim yaptığım gibi bir takım hakikati gösteren ve kadınların haklarını savunan makaleler yazılarak yapılabilir. Toplum bu hayalete sıkı sıkıya bağlanmıştır. Yazık o hayalete tapanlara, ne yazık bu hayaletten korkanlara! Tüm acı çeken veya korkan kadınlara armağanımdır, Mert Ali AYTAÇ 1- Crime Victimsation Statics in Australia ( https://www.abs.gov.au/statistics/people/crime-and-justice/crime-victimisation/latest-release#physical-assault ) Avustralya’da Suç Mağduriyeti İstatistikleri ( https://www.abs.gov.au/statistics/people/crime-and-justice/crime-victimisation/latest-release#physical-assault ) 2- Gender Differences Between Domestic Violent Men and Women: Criminogenic Risk Factors and Their Association With Treatment Dropout (Anne M. E. Bijlsma, Claudia E. van der Put, Annemiek Vial, Joan van Horn, Geertjan Overbeek and Mark Assink), 2021 Aile İçi Şiddet Uygulayan Erkekler ve Kadınlar Arasındaki Cinsiyet Farklılıkları: Kriminojenik Risk Faktörleri ve Tedaviyi Bırakmayla İlişkileri (Anne M. E. Bijlsma, Claudia E. van der Put, Annemiek Vial, Joan van Horn, Geertjan Overbeek ve Mark Assink), 2021 3- Yuval Noah Harari, Sapiens, 2023 4- Patriarchy, The System  (Ataerkillik, Sistem) 5- Yuval Noah Harari, Sapiens, 2023

  • Dua ve Duacı (Dua Üzerine)

    ua etmenin mental sağlığına iyi geldiğini söyleyen birçok çalışma var. Ben sadece bunlardan birinden bir alıntı yapacağım: “Beklendiği gibi, şikayet, konuşma dili ve meditasyon dualarının Tanrı aracılı kontrol aracılığıyla ruh sağlığı üzerindeki dolaylı ilişkileri anlamlı ve pozitifti ve bu da aracılığa işaret ediyordu. Meditasyon duasının ruh sağlığı ile doğrudan ilişkisi dolaylı ilişki kontrol edildiğinde anlamlı olmadığından, bunun Tanrı aracılı kontrol tarafından tamamen aracılık edildiği düşünülmektedir (Zhao, vd. 2010). (...) Konuşma dili ve düşünceli dua, hepsi olumlu bir şekilde ilişkilendirildi.” Bu dipnotlarda geçen ilgili çalışmanın sonuç bölümünden bir kısım. Bilim bunu söylüyor; dua veya ibadet etmek bizi rahatlatıyor. Benim de ilk argümanım budur.    Konu üzerine ikinci argümanım Tanrı yoksa veya varsa ve dualarımızı kabul etmese bile dualarımızın boşa gitmeyeceğidir ve son argümanımsa duanın yalnız ve yalnızca tanrıya edilmesi gerektiğidir. Ben ilk argümanımı bilimsel bir çalışmayla temellendirdim ve diğer argümanlarımı ilk argümanımı da kullanarak temellendirmek isterim.     Bu noktada iki ihtimal ortaya çıkar; ya Tanrı vardır ya Tanrı yoktur. Tanrı varsa duamızı ya kabul eder ya da reddeder. Kabul ederse zaten bizi ödüllendirmiştir. Reddederse de bu noktada “teselli” adını verdiğim bir kavram ortaya koyuyorum. Teselli şunu söyler; Tanrı sana bir şeyi vermediyse ya senden razıdır ya da değildir. Senden razıysa ya senin kötülüğünü istemediğinden bunu yapmıştır (bu bir ödüldür) ya da yeterince çaba göstermediğinden sana bunu vermemiş ve adil davranmıştır böylece sana ders vermek istemiştir (bu da bir ödüldür). Eğer Tanrı senden razı değilse ya günahkarsındır ve seni cezalandırmıştır (bu tanrının merhametsiz olduğunu göstermez, senin kötü biri olduğunu ve hak ettiğini bulduğunu gösterir) ya da yeterince emek vermemişsindir ve Tanrı sana senden razı olmadığı halde inayet (iyilik) göstermek amacıyla ders vermiştir. Tanrı her halükarda dua edeni ödüllendirir, bu ödüllerin derecesi az veya çok olsa bile.    Peki ya Tanrı yoksa? O zaman dualarımız boşa mı gider? Cevap hayır, ne kadar bir cevap alamayacak olsak da bu bizi mental olarak rahatlatan ve bize mutluluk veren bir aktivite. Hayatın amacı da nihai mutluluksa (bunu diğer denemeleri bizde temellendireceğiz) o halde dua etmek her zaman kendimiz için bir ödüldür.    Dua kendini kandırmak değildir, dua insanlara minnet etmemek, her şeyi kendinden ve sana senin yaptığının karşılığını verecek yüce tanrıdan beklemektir. İnsanlardan bir şey beklerseniz onların değirmen suyunu döndürdüğünüz kadar size verirler, kaz gelecek yerden tavuğu esirgemezler. Ama Tanrı öyle değildir, sana iki gözünü bedelsiz veren ve bunu okumanı nasip edendir. Seni her an tekrar mevcud eden ve bunu karşılıksız yapan O’dur. O halde onun haricindekilere dua etmek mantıksız olacaktır.    Allah Kur’an-ı Kerim’de biz Müslümanlara bazı dualar öğretirken bunu bekler bizden. Fatiha 5’de şu söylenir: “ Rabbimiz! Sadece sana kulluk eder ve sadece senden yardım isteriz.” İşte bir müslüman veya bir teistin nihai çizgisi kanımca bu olmalıdır. Duayla...  1-Jeppsen, Benjamin, Patrick Pössel, Stephanie Winkeljohn Black, Annie Bjerg and Don Wooldridge. "Closeness and Control: Exploring the Relationship Between Prayer and Mental Health." 2015. Counseling and Values 60(2): 164-185.

  • Dil ve Entelektüellik İlişkisi Üzerine

    “Dilimin sınırları dünyamın sınırlarıdır.”                                                                -Tractatus (Ludwig Wittgenstein)    Entelektüelliğin bir ölçütü olsaydı bu kesinlikle dil olurdu. Çünkü dildeki kelimeler, kelimelerin kullanım derinliği ve çift anlamlılığı düşüncenin ufkunu açar. Onu bir okyanusa salınmış bir gemi yapar. Kimisi bu okyanusta gezinirken çok şey keşfeder çünkü adı üstünde bir okyanustur onun kelime haznesi, ucu bucağı yoktur. Ancak kimisinin kelime haznesi dardır, tabiri caizse küçük bir gölettir ve düşünceleri de o göletin derinliği kadar sığdır.    O yüzden bir insanın entelektüel birikiminin en büyük göstergesi bildiği diller ve derinlikle kullandığı kelimelerdir. Mesela aranızdan bazılarının dikkatini çekmiş olmalıdır ki bu on denemelik albümde bir denemede “decadancé” kelimesini kullandım. Fransızca kökenli bu kelimeyi niye kullandım peki? Çünkü içinde felsefi bir derinlik barındırıyor ve çürümeye toplumsallık ve yayılım anlamlarını katıyor. O yüzden bu kelimeyi özenle seçtim ve kullandım. Ya da demin “sığlık” kelimesini hem yan anlamıyla hem de gerçek anlamıyla kullandım. İşte tüm bunlar aslında benim bu kelimeler üzerine az da olsa düşündüğümü gösterir ancak benim tam olarak bir entelektüel olduğum anlamına gelmez. Çünkü entelektüel olmak içinde birçok faktör ve şartı barındıran bir mefhumdur.    Ya da başka dillerden basit örnekler vereyim. Birisi “kültür” kelimesinin kökeni, kültür aslında “ekip biçmek” anlamına gelen Latince “Culteden” gelmekte ve kelime bugün İngilizce’de hem tarım “Agriculture” hem de literal anlamıyla “kültür” olarak kullanılmakta. Ya da Türkçede kültür mantarı dediğimiz mantar aslında bu mantarın bir tarım ürünü olduğunu gözler önüne seriyor ancak kelimenin 19.yy.da kazandığı soyut kavramın egemenleşmesiyle birlikte kelime “bir medeniyetin sahip olduğu etnografik ve entelektüel birikim” anlamı kazanıyor.     İşte dil böyledir, ustalıkla kullandığınızda ve ufkunuzu genişlettiğinizde düşünce ve hislerinize tercüman olan ve dünyamızın sınırlarını çizen ve ortaya çıkışı da biyolojik olarak bir o kadar garip olan bir mefhumdur. Entelektüelliği belirleyen ana faktörlerden biridir. Zaten genelde poliglot (beş ve daha fazlasında dil bilen) insanlar aynı zamanda birer polimattırlar (hezarfendirler). Bu yüzden dile hakim olmak ve onu bir cambaz ustalığıyla kullanmak hem sosyal hem entelektüel olarak birçok şeyin yol göstericisi olur.                                                                                                            Mert Ali AYTAÇ

  • Deneyim ve Bilginin Farkı Üzerine

    Bildiğiniz üzere bilgiyi yazılı, sözlü, dijital birçok araç aracılığıyla elde edebiliyoruz ancak deneyim böyle değildir. Deneyimler okunarak anlanabilirler ancak okunarak yaşanılamaz ve insandaki tesiri yaşadıkları kadar olmaz. Bu sebepten deneyimlerin psikolojik ve ontolojik tarafı insanın zihninde bilgiye kıyasla çok daha farklı bir yerdedir ve unutulması bilgiden daha zordur.     Peki bu denemenin amacı nedir? Aslında bu denemenin amacı insanlara kendimin deneyim hakkındaki deneyimlerini ve müşahedelerini aktarmak. Ben kendim şunu müşahede ettim ki bir konuyu ne kadar okursak okuyalım o konuyu yaşamadığımız ve özellikle bu konu toplumsal bir konuysa o konuyu deneyimlemediğimiz veya o konuyu hakkında yeterince düşünmediğimiz sürece okuma hakkındaki söylevlerimiz sadece birer kıylükalden ibarettir. Peki kıylükal nedir? Kıylükal aslında en basit tabiriyle o onu dedi bu bunu dedi dediğimiz aktarımcılıktır ve insan özgün fikirlerini ancak deneyimleri sonucunda üretir. Bu sebeple bütün bilim insanları ve bütün filozoflar fikirlerini genellikle yaşlılık zamanlarında üretirler çünkü özgünlük ve deneyimler birbirleriyle doğru orantılıdır. Doğru orantılı olan bu iki mefhum benim hayatımı da çok derinden etkiledi ve ben de deneyim hakkındaki deneyimlerini bir deneme aracılığıyla insanlara aktarmak istedim.     Öncelikle kendim hatamı kabul edeceğim bir kısımdan başlamak isterim, bu konu eşcinsellik konusu. Aşk üzerine yazdığım denemede de aslında bu konuya ufak bir atıf var ama tam olarak bir atıf yapmadım, eşcinsel insanlarla tanışana dek eşcinsel insanların hastalıklı insanlar olduklarına kanaat getirmiştim; okumalarım, yazdığım şeyler, yaptığım şeyler ve kafamdaki düşünceler beni bu düşünceye sevk etmişti. Ancak sonradan şunu anladım ki toplumsal birtakım konular; kadın erkek eşitsizliği, toplumsal sınıflar arasındaki uçurum, ekonomi modelleri, toplumsal ahlak modelleri gibi felsefi konular yalnızca teoride ve kağıt üstünde çözülebilecek veya bu tür şeyler üzerinden anlaşılabilecek konular değiller. Bu sebeple çok araştırmadığım veya deneyimlemediğim konularda yeterince konuşmamayı ve bu konularda en azından deneme yazmaktan kısmen uzak durmayı kendime salık verdim. Bazı konular özellikle de demin de bahsettiğim gibi toplumsal konular daha çok pratikte işleyen konular olduğu için teorik kısımları aslında çok da önemli değildir ve bu tür konularda teoride konuşmak pratikte hiçbir şey deneyimlemeden bunu yapmak kadar yanlıştır. Ki pratik olayları da incelediğimizde karşımıza utilitaryanist yani toplumsal faydacı bir felsefe çıkar, olaylar sonuçlarına göre değerlendirilir; her zaman etki, niyetten bağımsızdır ve değerlendirilen etkidir.    Öyleyse buradan şu sonuca varabiliriz ki deneyimlemek yani müşahede etmek bilgiden çok çok daha değerli ve çok çok daha kalıcıdır ve insanlar toplumsal konulardan, en azından bu konuları deneyimlemediği sürece, olabildiğince uzak durmalı ve temkinli yaklaşmalıdır.                                                                                                        Mert Ali AYTAÇ

  • çürüyen güller ve karanfil (Şiirler-2)

    senin için Didik didik edip o kalbini yokla, Sakla içindekini risk alıp hırs yap, Kıskan mutluluğu irsî bir hırsla, İstemem ıslandım aşk yağmurunda, Istakam ıska, Geçer her atışım aynı boşluğa, Aynı hatalar ama farklı koşuşturma, Seni seviyorum anlamsız soruşturma, Kalbini bir daha benle konuşturma, Durmadan denedim, Ben bir an soluklanmadım, Bırakın soluklanayım, Kalkayım ayağa yarın, Arkamda kaldın sen diğer yarım, Yarım yarım yaşıyorum tüm hisleri, Aniden gelen öfke krizleri, Sokağın milisleri, güç ister kulisleri, Ben estiririm aşk rüzgârı bende yok histeri, İsterik bir adam senin için yapamayacağı şey çok az kalan, Çok yalan var kızım hayatında, Bolca kan var ellerin avucumda, Lavlar altında yıkanan bir şair aslında, Seni seviyorum demek isterdim aslımda, Katilimsin sen benim, Tam canıma kastın var. Aşkın leyler yaşayabilirdik, El ele yakabilirdik tüm her şeyi, Tüm her şeyim, Sarılabilirdik yağmur altında, Şimdi sarıldığım şey farklı bir şey uçan bir şey kafam arızalı, Çokça yamalı, Kalbimi anlamalı, halimi anla! Ellerim açık, Tanrıya kan sunup içtiğim acı, Yok ettiğin itibar, yaktı sır acı, Aşkı kırıcı, safi bir acı. Senin tarafından taşlanmak ve alçalmak en dibe, Katlanmak hisleri zapt etmek, İskele kıyısında oturup umut istemek, Tek yaptığım işse seni beklemek, Gurur etmek, Gurursuz biriyim, umutsuz dilimi susturun!  Kusursuz değilim, bir suçsuz yerine kin kussun diye beklemez o dili sussun! Düşün onu ütüle kafanı, Kötüle kendini üzülme, yaradır, Düzülsen de süzül sen Ankalarla devam et, Bekle onu, denkle dününü, Gününü gün et gülüm! Bekleme dönmemeyi, Anlatamam bu derdimi pek rezilim, Senin için farklı biçimlerde için için ağlarken yazdım bunu, Kazıdım dünü, Dünden kalan tek şey ayıbın gülüm. ölene dek Gelirim ölüme bile seninle, Seni seviyorum ölürmüşçesine yeminle, Hayaller kurmuş muydun, seninle ve benimle? Her şeyi mahvettin, beni de kendini de. çürüyen güller Çürüyen birkaç gül dizdim defterime, Kokladım, kokladım, kokladım… Kokusu hala bitmemişti içimde, Aşk denen o; ormanın, ormanın, ormanın… Kayboldum sarmaşıklarının arasında, Hayatım ve tüm anlamı ellerinin arasında, Gözlerin ve benliğimse güllerimin vedasında. Bir kalbim vardı, bir zaman bir de sen, Çürüttünüz onu, zamanla ettiğim mücadelede, Çok yara aldım, ölümsüzlüğe kaçıyorum koşarak, Hayat bir aktör ve savaşıyoruz bir sahnede. Evet belki huysuzum, birazcık uğursuzum, Ama unutma! Tek bir şeyde kusursuzum, Seni sevmekte tek bir kusur etmedim, Dönmeni beklerken göçen kuşlara senden söz etmedim. Elinde öldüğümü zannetme, güllerimi çürüttün, Korkmana gerek yok, benden zarar gelmez kimseye, Güneş’ten estiğin rüzgarla iliklerimi kuruttun, Özgürsün gitmekte, benden zarar gelmez kimseye. Suskunluğumu dinlettim bütün şehire, Suskunluğunu, Umursamazlığını, vurdumduymazlığını… Sustum, sustum ve kustum… karanfil Aşkı gördüm gözlerinde,  Açan bir gül vardı yanaklarında, İlk defa yaşıyor gibi hissettim, Ölmüştüm ama aynı mezardaydık. Dünya siyah beyaz değilmiş meğerse, Tüm renkleri dökerim kalemime, Sadece bir sözünle, Gözümden akan hüzünle. Beni sevemeyeceksin, biliyorum, Bende Güneş açmaz hiçbir zaman, Kulaklığımdan akan müzik kadehime doldu, Güneş’im açtı gözlerindeki akşamlarda. Güz vakti uçan yapraklarda gördüm yüzünü,  Korktum, irkildim ve sustum, Zaten gülmek yakışmaz bana, ağlamak da öyle, Aldığım yaprağı yerine geri astım. Eskisi gibi değil hiçbir şey, Saçlarındaki bulutlar artık bana gülmüyor, Yoksa benle eğleniyorlar mı? Zaman sensizken geçmiyor. Hiç oturup konuşmadık karanfil, Ben seni gördüğümde bahar geldi karanlığa, Dedim ya karanlık, görünmüyor hiçbir şey, Beni tanımıyorsun, muhtemelen tanımayacaksın. kamer Gülümsedim sen aklıma gelince kamere, Geceye buladın benliğimi, Bak sen şu kaderin cilvesine, Farklı dünyalarda aynı insanlarız. gecenin uğultusu Aşkınla yandı gecemin güneşi, Beni bırakmayacaktın sözlerinin güzeli, Sen beni değil tüm tabiatı üzensin, Bak ay ağlıyor, güneş bana küstü. mezarlık Mezarlıkta açmışlar karanfiller ve güller, Ben karanfile razıyım, hazırım dünden, Gül mü, gülemem, başka ihsan istemem, Gecenin uğultusu kulaklarımda çınlıyor. Gülleri kopardım mezarımdan, Karanfiller bana gülümsüyor,  Selam verdim onlara, Fazla mı deliyim neyim? Güldüler bana, yaprakları koptu. Mezarlıklar geziyorum, bazısında gül bazısında karanfil, Çürümüş güllerin çoğu, karanfiller tomurcuklanmış, Böyledir işte bazısı gider bazısı gelir, Ama dönenler hep çürümüştür, Kalanlar mezardadır.

  • “O halde mühim bir işi bitirdiğinde hemen başka bir mühim işe sarıl” (Aylaklık Üzerine)

    İnşirah 7’de geçen bu sözler herkese hitaben anlaşılabilir. Çağımızın hastalığı ne yazık ki tembelliktir. Bu atalet (tembellik) sadece maddi dünyaya değil, aynı zamanda manevi dünyaya da karşıdır. Kişi nasıl ki kendini beslemekten bile şu devirde aciz kalıyor ve başkalarından yardım dileniyorsa aynı açlığa ruhu için de sahip oluyor ama ne yazık ki maddi şeyler bu açlığını ona unutturuyor. Sefil ruhu bir köşede yitip gidiyor...    Demiştik ya ruhun da bir gıdası vardır. Ruhumuzu doyuracak yegane şey bilgelik veya Sophia’dır. Ya da doğrudan bu bilgeliğin içimizde oluşturduğu sevgi yani Philosophia (felsefe) dır. İnsan beyni bu noktada sürekli çalışan bir makine gibidir. Ancak bu makine eskidikçe değil, çalışıp ışıldadıkça değer kazanır. Beyin de çalışmadıkça daha yavaş işler, asgari düzeyde enerji harcamaya eğilimlidir. İnsanın doğası tembelliğe yöneliktir.      Fikirler birer tohum gibidir ey insanlar, beyninizse birer tarla. Tarla ne kadar kuraksa o denli mahsul alamazsın ve kuraklık bir yerden sonra tüm tarlayı ele geçirirse geri dönüş çok zordur. Fikirler birer ağaç gibi, zihninizde filizlenir, çiçek açar, meyve verir. Hepsi bir süreç içinde olur. Aniden hiçbir şey olmaz. Ancak en önemli nokta şudur ki Necm 39’da da dendiği gibi “İnsana ancak çalıştığının karşılığı vardır.” Sizin sulamanız o ağaçların meyvelerini vermesini sağlayacaktır ve beynin en güzel yanı mahsulün mevsiminin olmamasıdır. Eğer yeterince çalışıyorsanız her mevsim mahsul alır ve ruhunuzu beslersiniz. Bu o kadar sağlıklı bir beslenmedir ki, kötü tatlı tohumlar ekmediğiniz sürece her zaman lezzetlidir.    Öyleyse bugünden bırak aylaklığı, gereksiz kaydırılan komedi videolarını. Hayatın kendisi zaten koca bir komedi... Bu komediyi seyredip bir yandan meyve yemek varken kendine yazık etme. Doğrul ve çalış!

  • “Ve (Allah), onların kalplerini birleştirmiştir.” (Aşk Üzerine 2)

    Bahsi geçen ayetin devamında hazreti peygambere hitaben “sen yeryüzündeki her şeyi verseydin yine onların gönüllerini birleştiremezdin” şeklinde bir söz var. Ben de bu denemede bu iki sözün felsefi yorumunu yapmak istiyorum.    Tevafuk üzerine de insanları tanrının karşılaştırdığını söylemiştik ve her türlü karşılaşmanın bir ödül olduğundan ve tanrının merhametinin bir yansıması olduğundan bahsetmiştik. Ben de aşkın tabii ki bir tür tevafuk olduğunu düşünüyorum ve aşkı “sevginin en yoğun hali” olarak tanımlamayı doğru buluyorum. Bence aşk dediğimiz kademelere sahiptir. Aynen Sokrates’in Scale de Amortia’sı gibi. Ben buna katılıyorum. Bence en düşük ve aşağılık aşk hazsal aşktır. İster buna nesnelere karşı duyulan aşk deyin isterseniz cinsellik deyin isterseniz yemeğe karşı duyulan aşk deyin. Bunun bir üstü veya orta kademe ruhsal aşktır. Bir insanın ruhuna, tavırlarına vs. Aşık olma. Bu kutsaldır ve en güçlü duygulardan biridir. En üstün aşksa kul olmak yani tanrıya aşık olmaktır ki bu maddi dünyadan en uzak ve en kutsal olanıdır.     Orta ve üst kademe aşkın tanrının sonsuz merhametinden kopan bir armağan olduğu kanaatindeyim. Tanrı, razı olsun veya olmasın bazı şanslı kullarına bu armağanı hediye eder. Peki ya bu aşktan mahrum kalanlar? Onların sınavı da yalnızlık ve aşksızlıktır ki dua ve duacı adlı denemede bahsettiğimiz teselliye göre bu sınav da bir armağandır. Belki onun kadar büyük olmasa da tanrının rahmetinden kopar.     Son olarak şunu da söyleyeyim, zorla güzellik ve aşk olmaz. Aşkı yapabilecek ve buna müsaade edebilecek olan yalnız O’dur. Sen elindeki her şeyi versen de kimseyi kendine orta kademe aşık edemezsin. Aşkın en sefil halini seviyordur kişi eğer maddi şeylere aşıksa. Ve o kişi hayata at gözlüğüyle bakan ve yaşamın gerçek amaç ve anlamından mahrum kalan kişidir. Hayat bir çift gözün içinde kaybolmaya anlam kazanır. Aşkla...

© 2035 by Mert Ali Aytaç. Powered and secured by Wix

bottom of page