Hayvan ve Tanrı: İnsanoğlu
- Mert Ali Aytaç
- 16 Eyl
- 4 dakikada okunur
İnsanoğlunu hem bir tanrı hem de bir hayvan olarak nitelemek yanlış olmayacaktır. Tanrılığa yükselen merdivende insan, makus kaderine yenilen bir hayvan olarak kalacaktır. İnsan; biyolojik taksonomisine baktığımızda yalnızca omurgalı, memeli, atalarına ve kuzenlerine kıyasla daha gelişkin bir ön frontal loba sahip bir hayvandır. Hiçbir fizyolojik veyahut psikolojik değişim onun derinlerinde yatan asi dürtüleri veya içgüdüleri gölgede bırakamaz.
“İnsan, düşünen hayvandır.” der Aristoteles, bir Aristoteles aşığı olan Ayn Rand bu düşünceyi bir adım öteye götürür ve “İnsan, sözleşmeci hayvandır.” der. Aslında Kant’ın kastettiği “düşünme, hayvanlık ve tanrılık” tartışması tam olarak bu eksende vuku bulur. Bu noktada tanrıdan kastımız elbette transandantal yani aşkın bir varlık değildir. Kullandığımız analojinin asıl amacı insanın tanrısal bir yönü olan “yaratıcılık ve bağdaştırmadır”. İşte Aristoteles’in kastı bu noktada muhtemelen budur: İnsan, bağdaştıran ve özgün eserler ortaya koyan (yaratıcılığını sergileyen) hayvandır. İnsan göğe bakar, kuşları görür, kuşların uçuşu ona bir dinginlik verir ve ön frontal lobunun da azımsanamayacak yardımlarıyla kuşlardan esinlenir, onu mekanikle bağdaştırır ve Leonardo da Vinci gibi birtakım dâhiler bu bağdaştırma sonucu özgün eserler ortaya koyarlar, aynı ornihopterler gibi. İnsan bağdaştırma ve özgün eserler ortaya koyma yeteneğiyle diğer hayvanlardan ayrılır. O hem bir sanatkâr hem bir zanaatkar hem de bir filozoftur. Tamamen alakasız iki alanı bağdaştırır, onun matematiksel ve fiziksel boyutlarını inceler ve en nihayetinde ortaya bugün yapay zekanın üretemeyeceği özgünlükte eserler koyar. Bunu bu mertebe de yapabilecek tek canlı insandır.
İnsan sosyal ilişkilerinde diğer hayvanlara çokça benzer. Hayvanlar uzlaşmalar yaparlar ve toplum uzlaşmalar üzerine kurulur, aynı ekonomiler gibi. İnsan diğer hayvanlar gibi sözleşmeler yapar ancak bu sözleşmeler daha çok faktörün etkin olduğu daha kompleks sözleşmelerdir. Hayvanlar bugünü düşünür, tam olarak “carpe diem” diyerek yaşarlar. İnsan da avcı toplayıcı dönemde tam olarak böyleydi ancak Harari’nin deyimiyle “yalancı” bir devrim olan tarım devriminden sonra işler değişti ve bağdaştıran bu özgün hayvan maddi ve manevi mefhumlara değer biçmeye başladı, geleceği planlamaya ve tabiri caizse “kaz gelecek yerden tavuğu esirgememeye” başladı. İnsan böyledir, geleceğe yönelik çıkarlarına dayalı sözleşmeler üretir ve sosyal olarak bağ kurduğu her insanla bu sözleşmeleri imzalar. İnsan sosyal bir hayvandır, sosyal ve sözleşmeci. İnsan diğer insanlara bağımlıdır, aynı diğer hayvanların başka hayvanlara bağımlı olduğu gibi ancak insan geleceğe yönelik yaptığı “egoist” sözleşmelerle diğer hayvanlardan ayrılır. İnsan sosyal olan ve aynı zamanda sosyal olarak diğer akrabalarından “etkilenen” hayvandır.
İnsanoğluyla ilgili hayvanlarla ortak ve farklı birkaç karineye değindik ancak birine henüz bakmadık. Bu nokta en başta da söylediğim “asi” arzu ve içgüdüler kısmı. İnsan hazlara meyillidir, hazlar kolay olandır ve hazlar yeri geldiğinde veya aşırıya kaçıldığında kötüdür. En azından insanın istemeyeceği “acı” gibi sonuçları doğurur. Schopenhauer “Tüm felaketlerin müsebbibi hazlardır.” der. Ünlü İslam filozofu Gazali ise mutluluğun ancak nefis terbiyesiyle mümkün olacağını söyler, tıpkı Stoacı filozoflar gibi düşünür. Onlara göre mutluluk, insanın içinde bir hazine misali keşfedilmeyi bekler ve bu hazineye giden rotada insan, nefsini terbiye etmek yani dolayısıyla asi hazlarını dizginlemek zorundadır. Seneca gibi Stoacı filozoflar erdemli ve mutlu yaşamın hazların ve arzuların ağzına gem vurulmasıyla ortaya çıkacağı kanaatindedirler, çünkü onlar insanın içinde tepişen hoyrat atlardır ve bu atları tatmin etmek ne kadar kolaydır! Öfkesine yenilmek, kırmak, yakıp yıkmak… Tam tersine birleştirmek, onarmak ve bu atları dizginlemek ne kadar zor ve erdemlidir! Öyleyse şunu diyebiliriz; “sıradan” insan, hayvanlar gibi arzu ve nefis sahibi bir hayvandır ancak bunları dizginlemesi ve “iradesini terbiye etmesi” onu tanrılığa yükselen ışıltılı merdivende bir basamak daha yukarı taşır.
Bu noktada bir mit beni düşünmeye sevk ediyor, felsefenin sisli ve puslu yolunda bana ateşi bahşediyor: Prometheus gibi. İnsanların geneli, Kant’ın da bahsi geçen alıntısında bahsettiği üzere aklını sadece içgüdülerini tatmin etmek, o hırçın atları beslemek yolunda heba etmez. İnsan entelektüel bilgi üreten ve bunu bir töz olarak değil, kümülatif olarak başkalarının bilgilerinden faydalanarak üreten hayvandır. Prometheus, ilgili mitte insanlığa medeniyeti, bilimi, irfanı veya uygarlığı bahşeder ancak Zeus onu bu eyleminden ötürü bir kartal vasıtasıyla cezalandırır. İnsan budur işte, doğanın ve hayatın geri dönülmez çıkmaz sokağında bilim ve felsefenin ateşine muhtaç, onu kendine armağan eden Prometheus’lara ise minnettardır. İnsan ateşe yani entelektüel faaliyetlere muhtaç, merak eden ve sorgulayan hayvandır. Onu hayatın basitliğinden alıp götürebilecek tanrısal niteliklerin başı bilgeliktir. Bilgelik kimi zaman insanın başına iş açar, bazen cehalet mutluluktur ve bir ateş doğru kullanmadığınız sürece sizi öldürür.
Peki salt akıl Kant’ın savunduğu gibi her şeye çözüm üretebilir mi? Ya da insanı hayvandan ayırıp “tanrılığa” yükselten en büyük özelliği bu bahsettiklerimiz mi? Kanaatimce insanı diğer hayvanlardan ayıran en büyük özelliği salt akılın yanına duyguları ve etiği koymasıdır. İnsan bunu neden yapar? Çünkü insan anlam katan hayvandır. İnsan dünyaya anlam penceresi adı verilen bir pencereden bakar ve bu pencere ona etiği zorunlu kılar. İnsan ne kadar entelektüel olursa olsun ne kadar bağdaştırmacı veya özgün olursa olsun tüm bu onu tanrılaştıran karinelerin yanına etiği koymadığı sürece her şey yok olur. İnsanın hayvanlardan ayrılan en büyük özelliği onun duyguları ve etik bilinci yani “vicdanında” yatar.
Bir örnek verelim, Alfred adlı bir entelektüel düşünelim. Bu adam bir polimat olsun ve dolayısıyla bağdaştırma ve özgünlük yetenekleri de üst düzey olsun. Ancak bu adam içindeki hazları ve arzuları dizginleyemediği dolayısıyla ahlaklı olmayı beceremediği için hırsızlık yapıyorsa veya daha başka kötü eylemlerin faili oluyorsa salt aklın veya gelişmiş ön frontal lobun bir anlamı kalmaz. İnsanı “insan” yapan ve onu “tanrı” katına yükselten bahsettiğimiz emarelerin dışında ahlaklı olmaya kendini zorunda hissetmedir.
Toparlayacak olursak, Kant’ın alıntısının benim zihnimdeki imgelemi çok açıktır; insanın o gelişkin aklı, o aklı heba edip içindeki doyumsuz ve hırçın atlara harcadığı sürece hayvanlardan herhangi bir farkı kalmaz (bu noktada Kant’a katılmaktayım) insanın farkı buradadır, her insan içinde bir Prometheus saklar; her insan baldıran otuyla zehirlenmeye hazır birer Sokrates’tir. İnsan ne midir? İnsan arzuları ve nefsani istekleri olması yönünden hayvanlara benzeyen ancak kurduğu bağlantılarla özgün eserler ortaya koyan, maddi ve manevi olarak geleceğe yönelik toplumsal sözleşmeler meydana getiren, sorgulayan ve sorgulamasının yanı sıra merak edip bu merakını entelektüel faaliyetlerle dindiren hayvandır. Ama en önemlisi insan anlam katan “etik” hayvandır. İşte Kant ile tam olarak bu noktada yollarımız ayrılmakta çünkü salt akıl, her etik probleme veya hayattaki engebeli yokuşlara tek başına çözüm üretemez. İnsanın duyguları ve vicdanı vardır. O, etik değerleri olmaksızın hangi tür niteliklere sahip olursa olsun dört ayak üzerinde yürüyen bir hayvandan farksızdır. O, içindeki o hoyrat atları dizginlediği müddetçe bir tanrıdır, o ateşin tanrısıdır. Hayvanlar aleminde medeniyetin ve bilgeliğin tanrısı. İşte biz insanoğlu tanrılaşma yolunda bir basamak ileri iki basamak geri gidiyoruz ve bundan gocunmuyoruz. Öyleyse salt hayvanlardan farkımız nedir ki? Biz Prometheus’un çocuklarıyız, biz Seneca’nın dediği gibi “Tanrı’nın krallığında ona kulluk ederek özgürleşenleriz.” Biz hayvanların en farklısı ve en üstünüyüz. Öyleyse ne duruyoruz? İçimizdeki Prometheus’u ortaya çıkarmak ve onu ebedi cezasından azat edip karanlığı fethetmek için daha iyi bir zaman yoktur.
Yorumlar