Arama Sonuçları
Boş arama ile 32 sonuç bulundu
- Komprador (Tiyatro)
Sahne 1 (Salonda sessizlik hakimdir. Herkes kravatlarını düzeltir ve saat tam beşi vurduğunda masadan kalkarlar. Sadece Bilal ve Satış müdürü Sinem masada kalır. Bilal’in kravatı gevşek, takım elbisesinin önü açıktır. Sinem bir süre onu süzer ancak Bilal yalnızca dalgınca kalemin arkasını dişlemektedir.) -Sinem: Bir daha bu halde gelmeyin işe lütfen, imajımıza zarar veriyorsunuz. (Bilal cevaplamaz ve seğiren sağ gözü ve dalgın sol gözüyle yavaşça Sinem’e bakar. Aynı dalgınlıkla kapıya bakarken Sinem çıkar ve Bilal iş arkadaşlarının yanına firmanın önünde oturmaya gider.) Sahne 2 (Bilal arkadaşlarının yanına gider. Arkadaşları oturup sohbet ederken mimikleri dahi oynamıyordur, gülecekleri yerlerde somurtur ve hissizliklerini suratlarına yansıtırlar. Bilal yanlarına oturur.) -Hakan: Nasılsınız Bilal Bey? (Bilal yanıtlamaz. Dalgınlığı hala üstündedir, ellerini bağlayıp başını öne eğer) -Fehmi: Bilal Bey neden kravatınız bağlı değil? Satış departmanı müdür yardımcısı olarak bunu sormamı mazur görünüz. (Bilal yine yanıtlamaz ve masadan kalkar) -Bilal: İyi akşamlar. (Biraz ilerlediğinde kendisi gibi firmada yeni işe girmiş olan Hale, Pınar ve Çetin’i görür. Oturuyorlardır. Pınar Bilal’i görür görmez heyecanını saklayamaz, kekemeliği tutar) -Pınar: M-m-merhaba B-b-Bilal B-b-Bey nasılsınız? (Bilal Pınar’ın ilgisinin farkındadır ve tüm dalgınlığıyla) -Bilal: İyiyim, sen? (Masada derin bir sessizlik oluşur. Kompradorların arasında kimse “sen” diye konuşmaz, eskimiş bir hitaptır bu ve kullanıldığında sıkça garipsenir. Bilal sessizlikten rahatsız olur) -Bilal: Ne oldu, yanlış bir şey mi dedim? Seni kırdıysam kusura bakma. (Bilal’in yine sen ifadesini kullanmasına karşın Çetin rahatsız olup saatine bakar, saat tam altıyı vurmuştur) -Çetin: Kendinize iyi bakın. (Çetin ve Hale masadan kalkar ve oluşan sessizliği Pınar bozar) -Pınar: Bilal Bey sizin bu rahat tavrınıza hayranım doğrusu, nasıl başarabiliyorsunuz bunu? (Yüzüne sahte bir gülümseme oturmuştur, mimiksiz gülmeye çalışan Pınar’ı anlamayan Bilal lafa girer) -Bilal: Ne demek istediğini anlamadım. (Pınar bu “sen” ifadelerine dayanamaz ve masadan kalkar) -Pınar: Kendinize iyi bakın Bilal Bey. (Bilal olanlara anlam veremez. Olmadığı bir toplumun içine doğmuştur. Kompradorlar çoktan topluma kendilerini satmışlardır onun gözünde. Söylenerek yürümeye başlar) -Bilal: Bu insanları anlamak gerçekten zor. Ne diye bağlayacakmışım kravatı mı? Kravatım bağlı olunca da olmayınca da aynı işi yapıyorum sonuçta. Ne fark eder yani? Ya da neden bu resmi konuşmalar? Arkadaş olamaz mıyız yani? Ne var senle konuşmamda? Altıyı vurunca illa kalkacakmış… Böyle hayat mı olur? Ben niye bu insanların arasındayım? Sahne 3 (Daha sonra Davut Usta’nın dükkanının önünde durur. Gözünün seğirmesi sabahtan beri geçmemiştir. Bir tuhaflık var diye düşünmekle yetinir. Davut Usta’nın dükkanına girer.) -Bilal: Selam Davut Usta, babam bu saati sana getirmemi söyledi. Galiba akreple yelkovanı düşmüş, göstermiyor saati. Ne kadar borcumuz? -Davut Usta: Selam. Size 200 lira olur genç adam. (Bilal parayı uzatır) -Bilal: Tamam usta buyur dedi. (Adamın gözlerinin içi parıldar ve Bilal ona saati verdiğinde) -Davut Usta: Bilal Bey bunun kordonu çok eskimiş, isterseniz onu da değiştireyim 100 liraya. -Bilal: Tamam usta (Adamın fırsatçılığına aldırış etmemiştir.) -Bilal: Babam uğruyor mu bu aralar sana? Onu hiç buralarda görmüyorum. -Davut Usta: Babanız buralara pek gelmiyor bu sıralar, isterseniz yarın beraber gelin saati alın. -Bilal: Peki usta. (Tam oradan ayrılacakken ustaya sorar Bilal) -Bilal: Usta kaç gibi geleyim yarın? (Davut Usta kargaları andıran sesiyle bir nida koparır) -Davut Usta: Görmüyor musunuz işim var!” (Bilal durumu anlamamıştır, ustanın elindeki saat kendi saatidir sonuçta) -Bilal: Anlamadım? -Davut Usta: Görmüyor musunuz işim var! (Bilal anlam veremez ve oradan sessiz ve yavaş adımlarla uzaklaşır.) Sahne 4 (Bilal sofrada içmek için gazoz almaya girer bakkala. Saat yedi buçuk olmuştur. Acele etmesi gerekir çünkü evde her zaman saat sekizde yemek yenir ve sekizden sonra annesi yemek koymaya tenezzül dahi etmez. Bakkala alel acele şöyle der) -Bilal: Merhaba ağabey, bir çikolata bir de gazoz ne kadar? -Bakkal Aşkın: Bir bakar mısınız fiyatlarına size zahmet. (Bilal gülmesini tutamaz çünkü bakkal kendi sattığı ürünün fiyatını bilmiyordur) -Bilal: Çikolata on beş, gazoz elli lira. (Aşkın hesap makinesini çıkarır, Bilal onun bu hareketine de gülmemek için zor tutar kendini. Daha sonra Aşkın hesap makinesini Bilal’e gösterip) -Bakkal Aşkın: Altmış beş değil mi Bilal Bey (Bilal’in yanakları kızarmış suratına içten gelen bir kahkahanın derinlerden gelen coşkusu oturmuştur. -Bilal: Evet ağabey. -Bakkal Aşkın: Altmış beş değil mi Bilal Bey. (Bilal bu sefer kahkahasını tutamaz ve kıkırdamaya başlar. Ağzını eliyle kapatır ve parayı uzatıp) -Bilal: Kolay gelsin. (Dükkândan ayrılır. Dükkândan çıkarken bakkalın ona doğrulttuğu dik ve anlamsız bakışlar da bir o kadar güldürür Bilal’i) Sahne 5 (Daha sonra eve gider. Saat sekizi üç geçiyordur. Bu da demek oluyordu ki evdekiler üç dakika önce yemeye başlamıştır ve Bilal aç kalacaktır. Bilal annesine dönüp) -Bilal: Anne sadece üç dakika geç kalmışım, hem saati Davut Ustaya verdim saatim de yoktu. Kusura bakma. -Baba: Bir daha olmasın lütfen, daha dikkatli olun. -Anne: Tamam, yemeğinizi koyacağım ancak bunu suistimal etmeyin. (Yemeklerini yerler. Ardından Bilal uykuya dalar) Sahne 6 (Ertesi gün işe gittiğinde sabah toplantı vardır. Bu bir tanışma toplantısıdır. Sinem müdür olarak neredeyse on dakikadır kapı önünde bekliyordur ve saat tam dokuzu vurduğunda bir hışımla içeri girer.) -Sinem: Merhabalar, sizlere yeni çalışma arkadaşınız Hira Hanım ile tanıştırayım. Hira Hanım buyurunuz tanıtınız kendinizi. -Hira: Merhabalar, ben Hira. Daha öncesinde başka bir firmada satış departmanında görevliydim. Çeşitli mülakatlar ve başvurum sonucunda buraya geldim. Umarım güzel şeyler başarabiliriz. (Bilal Hira’dan oldukça etkilenmiştir. Kravatını düzeltti ve önünü ilikleyip) -Bilal: Hoş geldin. (Yine ağzından kaçırmanın pişmanlığıyla şöyle söylenir sessizce) -Bilal: Kahretsin. -Hira: Anlamadım, tekrar söyler misiniz? (Bilal iyice gerilmiştir ancak toplantıyı bırakıp gidemez. Hira’ya) -Bilal: Hayırlı olsun, umarım güzel şeyler başarabiliriz. (Gözü dünden beridir seğiriyordur. Hira’ya kötü gözükmemek için gözünü olabildiğince yukarıda tutmaya çalışıyordur, adeta bir kelebeğin çırpınışını andırıyordur göz kapakları. Ardından Sinem söze girer) -Sinem: Toplantı bitmiştir! Sahne 7 (Herkes yemek arasına çıkar. Bilal Hira’nın yanına oturur. Hira alçak sesle) -Hira: Buradaki herkes senin düşmanın, ben seni tanıyorum, sen de beni ancak onlar kimseyi tanımıyorlar. Kendilerini bile. (Bilal ilkten duruma anlam veremez ardından) Bilal: Anlayamadım, sen nasıl sen dersin? Neden bana siz dedin? Ve nereden tanışıyoruz?” (Hira sadece şunu söyledi ve masadan kalktı) -Hira: Çok yakında anlayacaksın. Sahne 8 (İş çıkışı Bilal eve gider. Kafası oldukça doludur. Hira ile olan konuşması onu iyice dalgınlığa sürüklemiştir. Eve gider ancak evde kimse yoktur. Saat sekize bir dakika vardır. Bilal söylenir) -Bilal: Nasıl olur, saat sekize bir var ve kimse yok. Olacak şey değil! (Çıkar ve bakkala anne ve babasının nerede olduğunu sormaya gider. Bakkala girdiğinde bakkal da yerinde yoktur. Şaşkınlığı git gide artar.) -Bilal: Aşkın ağabey! Aşkın ağabey! Neredesin? Ah, birisi benimle büyük bir oyun oynuyor olmalı. (Daha sonra koşarak Davut Usta’nın dükkanına gider. Kimse yoktur. Masanın üstündeki ayna da saat de yoktur. İş yerine gitmeye karar verir. İş endişe verici bir hal almıştır. Koşarak oraya gider. Nefes nefese kalmıştır. Ellerini dizlerine koyup soluklanır. Ardından içeri toplantı salonuna girer. Normalde gece vardiyası çalışanları oradadır ancak karşısında Hira vardır. Bilal şaşkınlıkla sorar) -Bilal: Gece vardiyasında mısın? -Hira: Nerede kaldın bunca zamandır? (Bilal aklını kaçırmak üzeredir. Bu sözlerin ve olayların bir anlamı olduğunu düşünmek istiyordur. Düşünemiyordur. Ellerini başının arasına alır ve saçıyla oynamaya başlar. Sonra Hira’ya bakmak için başını kaldırırken masada duran ayna, saat ve gazozu görür. Saat bozuk, ayna kırık ve gazoz boştur. Hira’ya karşı olan hoşlantısı merakının önüne geçemez. Gözleri iyice seğiriyordur ve şu sözler dökülür ağzından) -Bilal: Neredeyim ben? (Hira cevap vermez, bir süre Bilal saati inceler, hala yanlıştır saat.) -Hira: Kaç aydır bu durumdasın, görmüyor musun şu halini baksana şu aynaya! (Aynayı alır ve sert bir şekilde Bilal’in eline koyar. Bilal uzun uzun kendine bakar.) -Hira: Ne diye beni görünce düzelttin kravatını? Çok mu önemliyim yoksa çok mu önemlisin? Ne diye bu savaş, yetmedi mi kalbinin ellerinde erimesi ve yetmedi mi bu kadar kişiyi öldürdüğün! (Bilal irkilmiştir. Sadece dili tutulmuştur, artık sağ gözü iyice seğiriyordur. Ayağa kalkar ve bağırır) -Bilal: Kimi öldürmüşüm! Saçmalamayı bırak artık! Nerede savaştıklarım ve nerede benden geriye kalanlar? -Hira: Görmüyor musun? Ne sen ne ben, biz değiliz bu hikâyenin başrolleri, sen bu hikâyenin başrolünü öldürdün: kendini. (Bilal sadece Hira’ya bakmakla yetinir ancak Hira daha fazla konuşmamak üzere şunları söyler ve seyirciyi göstererek) -Hira: Sen gidiyorsun ve biz gidiyoruz. Onlar da gidecekler. (Hira odadan ayrılır Bilal yalnız başına kalır ve kravatını gevşetir. Uzun uzadıya söylenmeye başlar.) -Bilal: Dokuz ay, tam dokuz ay. Gün ışığını hissedemiyorum tenimde. Soğuk dünyanın soğuk insanları. Soğuk mu? Neresi soğuk? Belki de benimdir soğuk olan. Tuhafım, inatçıyım… Bazen çok huysuzum. Keşke şu duygularımı alt edebilseydim. Keşke… Ama bir yolu yok bunun. Kalbim hala atıyor ve attıkça kararıyor. Dünya avuçlarımın içinde zannederdim ancak ben dünyanın avucundayım. Ne var şu deniz çığlıklarımı işitse. Ne var toprak benimle söylese kalbimde çalan şarkıları. Ne var ki? Ne var elimde? Kayıbım ben, aranıyorum günlerdir. Kimsenin haberi yok. Donarak ayrılacak ruhum bu dünyadan, mimiklerim dahi oynamayacak şu aynayı gördüğümde. Peki ayna? Aynadaki kim? Ben miyim bu surat? İfadelerim neden bu denli huzursuz ve duygularım… Neden bu denli çocuksu. Neyi kaybettim ben? Her şeyi kazanmıştım ancak bu-bu başka bir şey. Bu zafer bir yenilgi adeta. Yerde sadece ölü insanlar var. Doğru söylüyor Hira, onlar benim yüzümden bu halde. Belki bir gün tekrar buluşuruz Hira! Benliklerimin şarkısı, kumun sıcaklığı, denizin dalgaları ve senin sesin. Kim bilir, belki bulurum yine beni. Belki de seni, bizi ve onları… SON
- Komprador
Toplantı bitti, salon derin bir sessizliğe büründü. Herkes eşzamanlı olarak kravatlarını düzeltip saat tam beşi vurduğunda masadan kalktı. Masada bir kişi vardı, sessiz, kravatı gevşek ve önü iliklenmemiş. Şirketin satış müdürü Sinem Bilal’e baktı, Bilal’in dalgınlığı üstündeydi. Sinem, Bilal’e “Bir daha bu halde gelmeyin işe lütfen, imajımıza zarar veriyorsunuz.” Dedi, Bilal dalgın gözlerle ona baktı ancak konuşmadı. Bir yandan kalemin arkasını dişliyordu. Düşünceliydi. Gözlerini aynı dalgınlıkla sağa çevirdi ve kapıyı gördü. Gözü her zamanki gibi seğiriyordu. Yavaş adımlarla çantasını alıp arkadaşlarının yanına gitti. Yine iş yerinin önünde arkadaşları oturuyor ve sohbet ediyordu. Her birinin yüzünde aynı duygusuzluk, hareketsizlikten yosun tutmuş yüz mimikleri ve gri bir atmosfer… Bu bütünlük Bilal’i rahatsız etti. Onların yanına oturdu Bilal. Hakan ona bakıp “Nasılsınız Bilal Bey?” dedi, Bilal yanıtlamadı. Dalgınlığı hala üstündeydi, ellerini bağlayıp başını öne eğdi. Fehmi söze girdi: “Bilal Bey neden kravatınız bağlı değil? Satış departmanı müdür yardımcısı olarak bunu sormamı mazur görünüz.” Bilal yine yanıtlamadı ve “İyi akşamlar” deyip oradan kalktı. Biraz ilerlediğinde kendisi gibi firmada yeni işe girmiş olan Hale, Pınar ve Çetin’i gördü. Oturuyorlardı. Pınar Bilal’i görür görmez heyecanını saklayamadı, kekemeliği tutmuştu: “M-m-merhaba B-b-Bilal B-b-Bey nasılsınız?” Bilal Pınar’ın ona karşı olan ilgisinin farkındaydı ancak kısa tuttu cevabını: “İyiyim sen?” Masada derin bir sessizlik oluştu. Kompradorların arasında kimse “sen” diye konuşmazdı, eskimiş bir hitaptı bu ve kullanıldığında sıkça garipsenirdi. Bilal bu sessizliğin farkındaydı ve sordu: “Ne oldu, yanlış bir şey mi dedim? Seni kırdıysam kusura bakma.” Yine sen demişti Bilal ve Çetin belli ki onun bu tavrından rahatsız olmuştu ki saatine baktı. Biraz bekledi ve saat tam altıyı vurunca “Kendinize iyi bakın.” diyerek masadan kalktı. Onunla beraber Hale de masadan kalktı. Pınar ve Bilal konuşmaya başladılar. Pınar sessizliği bozmak için “Bilal Bey sizin bu rahat tavrınıza hayranım doğrusu, nasıl başarabiliyorsunuz bunu?” dedi, gülümsemeye çalıştı ama mimikleri el vermedi. Sahte bir gülümseme çıktı ortaya. Bilal “Ne demek istediğini anlamadım” dedi, Pınar artık bu sözlere dayanamayarak masadan kalktı ve “Kendinize iyi bakın Bilal Bey” dedi. Bilal olanlara anlam veremiyordu. Olmadığı bir toplumun içine doğmuştu sanki, kompradorlar çoktan topluma kendilerini satmışlardı onun gözünde. Söylenerek yürümeye başladı Bilal “Bu insanları anlamak gerçekten zor. Ne diye bağlayacakmışım kravatı mı? Kravatım bağlı olunca da olmayınca da aynı işi yapıyorum sonuçta. Ne fark eder yani? Ya da neden bu resmi konuşmalar? Arkadaş olamaz mıyız yani? Ne var senle konuşmamda? Altıyı vurunca illa kalkacakmış… Böyle hayat mı olur? Ben niye bu insanların arasındayım?” Daha sonra Davut Usta’nın dükkanının önünde durdu. Gözünün seğirmesi sabahtan beri geçmemişti. Bir tuhaflık var diye düşünmekle yetindi sadece. Davut Usta’nın dükkanına girdi Bilal “Selam Davut Usta, babam bu saati sana getirmemi söyledi. Galiba akreple yelkovanı düşmüş, göstermiyor saati. Ne kadar borcumuz?” “Selam. Size 200 lira olur genç adam” Bilal parayı uzattı ve “Tamam usta buyur” dedi. Adamın gözlerinin içi parıldadı ve Bilal ona saati verdiğinde “Bilal Bey bunun kordonu çok eskimiş, isterseniz onu da değiştireyim 100 liraya.” Bilal “Tamam usta” dedi. Adamın fırsatçılığına aldırış etmemişti. Devam etti Bilal “Babam uğruyor mu bu aralar sana onu hiç buralarda görmüyorum.” Davut Usta söze girdi “Babanız buralara pek gelmiyor bu sıralar, isterseniz yarın beraber gelin saati alın.” Bilal söze girdi “Tamamdır usta” dedi ve tam oradan ayrılacakken ustaya sordu: “Usta kaç gibi geleyim yarın?” Davut Usta kargaları andıran sesiyle bir nida kopardı “Görmüyor musunuz işim var!” Bilal durumu anlayamadı, ustanın elindeki saat kendi saatiydi: “Anlamadım?” dedi ve Davut Usta tekrardan aynı nidayı kopardı: “Görmüyor musunuz işim var!” Bilal anlam veremedi ve oradan sessiz ve yavaş adımlarla uzaklaştı. Son durağı bakkaldı. Evde sofrada içmek için gazoz almaya girdi bakkala. Saat yedi buçuk olmuştu. Acele etmesi gerekirdi çünkü evde her zaman saat sekizde yemek yenirdi ve sekizden sonra annesi yemek koymaya tenezzül dahi etmezdi. Bakkala alel acele şöyle dedi Bilal “Merhaba ağabey, bir çikolata bir de gazoz ne kadar?” Bakkal Aşkın “Bir bakar mısınız fiyatlarına size zahmet” dedi. Bilal gülmesini tutamadı çünkü bakkal kendi sattığı ürünün fiyatını bilmiyordu. Bakkala dedi ki “Çikolata on beş, gazoz elli lira.” Aşkın hesap makinesini çıkardı, Bilal onun bu hareketine de gülmemek için zor tuttu kendini. Daha sonra Aşkın hesap makinesini Bilal’e gösterip “Altmış beş değil mi Bilal Bey” dedi, Bilal’in yanakları kızarmış suratına içten gelen bir kahkahanın derinlerden gelen coşkusu oturmuştu. “Evet ağabey” dedi Bilal. Bakkal bir daha sordu “Altmış beş değil mi Bilal Bey” Bilal bu sefer kahkahasını tutmadı ve kıkırdamaya başladı. Ağzını eliyle kapattı ve parayı uzatıp “Kolay gelsin” diyerek dükkândan ayrıldı. Dükkândan çıkarken bakkalın ona doğrulttuğu dik ve anlamsız bakışlar da bir o kadar güldürmüştü Bilal’i. Daha sonra eve gitti. Saat sekizi üç geçiyordu. Bu da demek oluyordu ki evdekiler üç dakika önce yemeye başlamışlardı ve Bilal aç kalacaktı. Bilal annesine dönüp “Anne sadece üç dakika geç kalmışım, hem saati Davut Ustaya verdim saatim de yoktu. Kusura bakma.” dedi. Baba söze girdi: “Bir daha olmasın lütfen, daha dikkatli olun.” dedi, anne ise “Tamam, yemeğinizi koyacağım ancak bunu suistimal etmeyin.” Dedi ve yemeklerini yediler. Ardından Bilal uykuya daldı. Ertesi gün işe gittiğinde sabah toplantı vardı. Bu bir tanışma toplantısıydı belli ki çünkü sabahları toplantı olmazdı. Sinem müdür olarak neredeyse on dakikadır kapı önünde bekliyordu ve saat tam dokuzu vurduğunda bir hışımla içeri girdi. “Merhabalar, sizlere yeni çalışma arkadaşınız Hira Hanım ile tanıştırayım. Hira Hanım buyurunuz tanıtınız kendinizi.” Hira söze girdi: “Merhabalar, ben Hira. Daha öncesinde başka bir firmada satış departmanında görevliydim. Çeşitli mülakatlar ve başvurum sonucunda buraya geldim. Umarım güzel şeyler başarabiliriz.” Bilal Hira’dan oldukça etkilenmişti. Kravatını düzeltti ve önünü ilikleyip: “Hoş geldin.” dedi. Yine ağzından kaçırmıştı. “Kahretsin” diye söylendi ve Hira “Anlamadım, tekrar söyler misiniz?” dedi. Bilal iyice gerildi ancak toplantıyı bırakıp gidemezdi. Hira’ya “Hayırlı olsun, umarım güzel şeyler başarabiliriz.” dedi. Gözü dünden beridir seğiriyordu. Hira’ya kötü gözükmemek için gözünü olabildiğince yukarıda tutmaya çalışıyordu, adeta bir kelebeğin çırpınışını andırıyordu göz kapakları. Ardından Sinem söze girdi “Toplantı bitmiştir!” Herkes yemek arasına çıktı. Bilal Hira’nın yanına oturdu. Hira “Buradaki herkes senin düşmanın, ben seni tanıyorum, sen de beni ancak onlar kimseyi tanımıyorlar. Kendilerini bile.” dedi alçak bir sesle. Bilal ilkten duruma anlam veremedi ardından “Anlayamadım, sen nasıl sen dersin? Neden bana siz dedin? Ve nereden tanışıyoruz?” Hira sadece şunu söyledi ve masadan kalktı: “Çok yakında anlayacaksın.” İş çıkışı Bilal eve gitti. Kafası oldukça doluydu. Hira ile olan konuşması onu iyice dalgınlığa sürüklemişti. Eve gitti ancak evde kimse yoktu. Saat sekize bir dakika vardı. Bilal söylendi “Nasıl olur, saat sekize bir var ve kimse yok. Olacak şey değil!” Çıktı ve bakkala anne ve babasının nerede olduğunu sormaya gitti. Bakkala girdiğinde bakkal da yerinde yoktu. Şaşkınlığı git gide artıyordu. “Aşkın ağabey! Aşkın ağabey! Neredesin?” diye bağırdı. “Ah,” diye söylendi içinden “birisi benimle büyük bir oyun oynuyor olmalı.” Daha sonra koşarak Davut Usta’nın dükkanına gitti. Kimse yoktu. Masanın üstündeki ayna da saat de yoktu. İş yerine gitmeye karar verdi. İş endişe verici bir hal almıştı. Koşarak oraya gitti. Nefes nefese kalmıştı. Ellerini dizlerine koyup soluklandı. Ardından içeri toplantı salonuna girdi. Normalde gece vardiyası çalışanları orada olurdu ancak karşısında Hira vardı. Bilal şaşkınlıkla sordu “Gece vardiyasında mısın?” Hira söze girdi “Nerede kaldın bunca zamandır?” Bilal aklını kaçırmak üzereydi. Bu sözlerin ve olayların bir anlamı olduğunu düşünmek istiyordu. Düşünemiyordu. Ellerini başının arasına aldı ve saçıyla oynamaya başladı. Sonra Hira’ya bakmak için başını kaldırırken masada duran ayna, saat ve gazozu gördü. Saat bozuk, ayna kırık ve gazoz boştu. Hira’ya karşı olan hoşlantısı merakının önüne geçemedi. Gözleri iyice seğiriyordu ve şu sözler döküldü ağzından: “Neredeyim ben?” Hira cevap vermedi, bir süre Bilal saati inceledi, hala yanlıştı saat. Sonra Hira söze girdi: “Kaç aydır bu durumdasın, görmüyor musun şu halini baksana şu aynaya!” Aynayı aldı ve sert bir şekilde Bilal’in eline koydu. Bilal uzun uzun kendine baktı. Hira devam etti: “Ne diye beni görünce düzelttin kravatını? Çok mu önemliyim yoksa çok mu önemlisin? Ne diye bu savaş, yetmedi mi kalbinin ellerinde erimesi ve yetmedi mi bu kadar kişiyi öldürdüğün!” Bilal irkildi. Sadece dili tutulmuştu, artık sağ gözü iyice seğiriyordu. Aya kalktı ve bağırdı “Kimi öldürmüşüm! Saçmalamayı bırak artık! Nerede savaştıklarım ve nerede benden geriye kalanlar?” Hira söze girdi: “Görmüyor musun? Ne sen ne ben, biz değiliz bu hikâyenin başrolleri, sen bu hikâyenin başrolünü öldürdün: kendini.” Bilal sadece Hira’ya bakmakla yetindi ancak Hira daha fazla konuşmamak üzere şunları söyledi: “Sen gidiyorsun ve biz gidiyoruz. Onlar da gidecekler.” Hira odadan ayrıldı Bilal yalnız başına kaldı ve kravatını gevşetti. Uzun uzadıya söylenmeye başladı. “Dokuz ay, tam dokuz ay. Gün ışığını hissedemiyorum tenimde. Soğuk dünyanın soğuk insanları. Soğuk mu? Neresi soğuk? Belki de benimdir soğuk olan. Tuhafım, inatçıyım… Bazen çok huysuzum. Keşke şu duygularımı alt edebilseydim. Keşke… Ama bir yolu yok bunun. Kalbim hala atıyor ve attıkça kararıyor. Dünya avuçlarımın içinde zannederdim ancak ben dünyanın avucundayım. Ne var şu deniz çığlıklarımı işitse. Ne var toprak benimle söylese kalbimde çalan şarkıları. Ne var ki? Ne var elimde? Kayıbım ben, aranıyorum günlerdir. Kimsenin haberi yok. Donarak ayrılacak ruhum bu dünyadan, mimiklerim dahi oynamayacak şu aynayı gördüğümde. Peki ayna? Aynadaki kim? Ben miyim bu surat? İfadelerim neden bu denli huzursuz ve duygularım… Neden bu denli çocuksu. Neyi kaybettim ben? Her şeyi kazanmıştım ancak bu-bu başka bir şey. Bu zafer bir yenilgi adeta. Yerde sadece ölü insanlar var. Doğru söylüyor Hira, onlar benim yüzümden bu halde. Belki bir gün tekrar buluşuruz Hira! Benliklerimin şarkısı, kumun sıcaklığı, denizin dalgaları ve senin sesin. Kim bilir, belki bulurum yine beni. Belki de seni, bizi ve onları…”
- Yalnızlık Üzerine
Yalnızlık üzerine yazılan pek deneme göremedim. En azından genel literatürde yer tutan “kült” denemelerde böyle bir yazı dikkatimi çekmedi. Ben de kendi deneyimlerimden yola çıkarak bu konu üzerine müstakil bir yazı yazmayı doğru buldum. İlk olarak yalnızlığın tasnifini (kategorizasyonunu) ve kısa bir tanımlamasını yapalım. Ben bu ikisini beraber yapacağım ve her yalnızlık başlığını kendi içinde değerlendireceğim. İlk olarak yalnızlığı üçe ayırmakla başlayalım: maddi, manevi, varoluşsal. Bana “hangisini deneyimledin?” diye soracak olursanız en çok varoluşsal ve manevi yalnızlık olmak üzere üçünü de deneyimleyip tasnif ettiğim kanaatindeyim. Maddi yalnızlıkla başlayalım o halde. Tabii ki bu üç tipi keskin çizgilerle ayıramayacağız ancak noktalı bir çember çizmek dahi bana kâfi gelir. Maddi yalnızlık benim deyimimle insanın çevresinde pek az insanın bulunmasıdır. Bu insanlar bahsettiğimiz kişiyi manevi olarak doyurmuyor olabilir ancak vardırlar işte. Ararlar, gezer tozarlar, beraber yer içerler vesaire. İşte bu maddi vaziyet ortada mevcut değilse bu “maddi yalnızlıktır”, peki maddi yalnızlık ne kadar önemlidir? Bu biraz da mizaç meselesi olmakla birlikte karakteri gereği yalnız olmayı seven insanlar bunu pek önemsemeyeceklerdir ancak insanın sosyal bir varlık olduğunu unutmamak gerekir ve özellikle maddi veya yüz yüze insan ilişkileri herkes açısından büyük önem taşır ancak en nihayetinde diğer ikisi kadar önemli değildir. Manevi yalnızlıksa insanın kendini destekleyecek kimseyi görememesi, problemlerini veya düşüncelerini gönül rahatlığıyla açabilecek kimseyi bulamamasıdır. Belki maddi olarak yalnız değildir ancak birçok insanın arasında dahi yalnız hisseder. Konuşmayı özlemiştir, içinde fırtınalar kopsa da kimse çığlıklarına kulak veremez. Genelde insanlar bu yalnızlıklarını aileleri, arkadaşları ve sevgilileriyle geçiştirir ancak bir kunduz oyun makinesi gibi birinin kafasına vursanız da bir diğeri başka bir duygusal zayıflığınızdan ortaya çıkar. Özellikle duygusal yönü ve empati yeteneği kısmen eksik -kendimi de bu gruba dahil edebilirim- insanlar ne kadar normal insanların yetinebileceği kadar bir duygusal desteğe sahip olsalar da bu zayıflıklarından ötürü bu yalnızlığı yaşamaya mahkumdurlar. Ve bu yalnızlık insanı gerçek anlamda üzer ve beynine ister istemez “bu hayatta teksin” mesajı verir ve inanın bu mesajı her gece hissetmek hoş bir mefhum değildir. Psikolojik olarak en yorucusu da varoluşsal yalnızlıkla beraber bu tür yalnızlıktır. Gelelim sonuncuya, varoluşsal yalnızlık. Ne kadar elit bir psikolojik durum gibi gözükse de ben halk arasında bunun pek yaygın olduğuna eminim. Manevi ve maddi olarak yalnız hissetmeseniz dahi içinizde yaşıyor olmanın verdiği bir ağırlık vardır. İşte bu doyumsuz canavar varoluşsal yalnızlıktır ve aralarındaki en zorudur. Kimi insanlar bu hissi düzenli yaşarken kimileri -benim deneyimimde olduğu gibi- bunu farklı dönemlerde hissederler. Özellikle manevi ve maddi yalnızlığınız haizse bu yalnızlık sizi depresyona sürükleyebilir. Çünkü duygusal bir lal (dilsiz) olmanın ağırlığı yaşamanın ağırlığıyla birleştiğinde gerçekten iyi sonuçlar ortaya çıkmıyor. Yalnızlıkları az çok tanımladık ve insana nasıl bir his zerk ettiklerinden konuştuk. Gelelim bir diğer konuya, yalnızlığın “illet” boyutuna ulaşması. Bu gerçekten hem mental hem de -belki size saçma gelecek ama- bedensel sağlık açısından gayet önemlidir. Bu illetlik dozu her mizaçta farklıdır ve bir acı eşiği gibi duygusal olarak zayıf ve hassas insanların kotası daha düşüktür. Bu kota aşılınca insanda gözle görülür değişiklikler sezimlemeniz olasıdır. Gelin bu değişikliklere ufak bir bakış atalım. İlk olarak yalnızlık kotasını aşmış insanlar kabuklarına çekilirler ve yalnızlıktan kurtulmak için pek çaba sarf edemezler. Sadece bir süper kahramanın onları gelip kurtarmasını bekleme çaresizliğindedirler. Ayrıca kendilerini belirli bir konuya adamaya çok meyillilerdir çünkü çığ gibi büyüyen yalnızlıktan kaçabilmenin tek yolu budur. Mesela benim için bu kurtarıcı şey entelektüel faaliyetlerdi. Kitap okumak/yazmak bu canavarın dişlerinin arasına sıkışmaktan beni çoğu zaman kurtaran tek şeydi. Kimisi için bu spor olur, müzik olur, sanat olur. Bu tür meşgaleler insanı bu kötü diyebileceğimiz duygulardan arındırma işlevi üstlenirler. Bir diğer gözlemlediğim ilginç noktaysa bu duruma tutulmuş insanların bir dış uyaran olmadığı sürece durumlarının farkına varamamasıdır. Karışık geldiyse biraz açayım, bahsettiğimiz insanlar yalnızlıklarının farkına varsalar da bunu bir dış gözlemci gibi gözlemleyemezler ve yaşadıkları şeyi çoğu zaman iyi bir şekilde tanımlayamazlar. Bu yüzden bu yaşadıkları şeyle mantıklı bir biçimde yüzleşemezler ta ki dışarıdan birileri ona durumu izah edene kadar. Ben de arkadaşım bana yaşadığım şeyi anlatana kadar bunun yalnızca dönemsel bir his olduğu kanaatindeydim ama şu an bu canavarla daha güçlü şekilde savaşabilecek durumdayım. Gelelim savaş silahına. Bahsettiğim üzere benim savaş silahım entelektüel faaliyetlerdi ve bu tür faaliyetlerin hem zihinsel hem duygusal açıdan insanı daha zinde bir hale soktuğunu rahatlıkla söyleyebilirim ve yalnız olan ve mücadeleden kaçınmayan, belki bu yazı uyaranı olmuş herkese yegâne tavsiyem bir yalnızlıkla savaşma silahı edinmeleridir. Çünkü bu korkunç ve insanı ele geçiren histen kaçmanın tek yolu budur. Umarım bu yazının literatürde az da olsa bir yeri olur çünkü dediğim gibi bu konuda pek bir şey bulamadım maalesef. Şunu da belirteyim ki yazdığım denemeler arasında yazarken en zevk aldığım deneme bu oldu. Bir nevi bir katarsis görevi gördü ve beni mutlu etti. Umarım okuyucu da mutludur. Sevgi ve dua ile.
- Üç Damla Gözyaşı
Arkamızdan nesiller üreyecek Farklı boylar, farklı tenler Ama ben burada olmayacağım Uzun bir süre, çok uzun... Sadece seni biraz daha fazla görmek Bütün bu acının tek anlamı... Lanetim ve hediyem, bütün bu farklılık Ayrılıktan kaçış yok sokakların içinde Duyguları kelimelere dökememekten Bu dünya nimetlerine eline sürmeyen Ve yolunu bulamayan... Sensin bu dünyada dışlanan Kesinlikle ben değilim Ve bu deniz kumlara, bedenim kumlara karıştığı gün Buluşacağım engin denizle Sadece bir damla olmak için Ve o günün öncesinde son kez göreceğim sizi Merak etme üzülmeyeceğim Kutlu ruhlarla yaşıyor olacağım Çok uzun bir süre... Aynı değil hiçbir şey Sonsuz yapraklı çınarın tüm nesilleri Hiçbiri aynı kalmıyor ağlayan gözlerde Gözyaşlarımla kumlarda açtığım bu çukurlar Bugün gülümsememle doluyor fikrimce Bu dünya benim ve tüm bu dünya sadece ben Herkes benden bir parça taşır Ben de herkesten biraz... Tanrı ve ben varım sadece Tanrı ve biz, benden kopan parçalar, senden ve bizden Bana zor gelen de bu Ruhumda en büyük dilimi sana ayırdım Ben seni taşıyorum içimde Hem de senin beni taşımadığın kadar Ve tüm bu yıldızlar... Sadece birkaç damla Ama gözlerimi doldurmuyorlar Bu gece bile... O güneş benden kopan en büyük parça ve senin en büyük parçan Ben aya ışığımı verdim sense güneşe kendini Bu yüzden farklı zamanlarda doğuyoruz Ufuğun en belirsiz çizgisinden Ve Tanrı bize gülüyor en uzaklardan Tüm bu dert sandıklarımız Bir kelebeğin antenine yapılan bir toz tanesi sadece Ve ben engin denizin diplerine uçtuğumda Her şey önemsizleşecek Aniden dönecek dünyanın ışığı Ve güneş orada duracak Dünyayı benim gibi görmese bile Bugün az vaktim kaldı Dünden çok daha az Ama sen cennetten gibisin Bense hala araftayım Burası soğuk ve karanlık Ne bir ateş var ne bir ışık Tanrıya ışık için yalvarıyorum Öldüğün günden bu yana... Tanrım beni affet Her damlayı bana has kıl Ve beni her damlaya... Beni bu dünyayla bütünleştir Ama damlalarla değil Damlaların özündekiyle... Benim ağzıma damlat kevserden bir damla daha Tüm acımı dindirmem için Aynı bizi karşılaştırdığın gibi Beni bu gölgeliklerle sınama Güneşin sıcaklığıyla kanımı dondur Hiçbir zaman senden uzaklaşamayacak kadar... Öldüğüm gün gözümden bir damla yaş alın Onu denize kanınla beraber boşaltın Döküm kalbimi ve güneşe gönderin Beynimiyse dilediğiniz gibi kullanın İster yemeklerde ister basamak olarak... Kimseye darılmadım tüm bu sürede Zamanımdan alın ve bana dargınların ağzına birer damla soğuk kanımı damlatın Siz bunu yaptığınızda yine bütünleşeceğiz Onlar benle ve ben onlarla Şimdi bir gemiden uzaklara bakıyorum Her adımda bir kıta, her kıtada bir adım var Ayak izlerimi takip ediyorum Beni ateşe sürükleseler de... Bir damla daha alın gözümden Yaş bir damla daha Onu bir yavru kuşun ağzına damlatın Nesiller üretecek o kuştan Ve sonsuzluğun ensesinde yakalanacak o kul bir atmacaya Böylece atmacanın içinde yaşayacağım Göklerin üstünde... Öldürün beni bu kadar istekliyseniz Yuvama gönderin beni Ama bir kez daha Bir damla daha alın gözümden Onu da bir ağacın köklerine damlatın O ağacın her bir meyvesinde yaşayayım Şu an kafamın içinde yaşadığım gibi Bir martıya yedirin o meyveyi O da bir insanın omzuna konacak sıcak bir yaz günü O insan da sen olacaksın sevgilim Sadece o martıdan rahatsız olma Çünkü hem ben oyum, hem de ben hiçbir şeyim Bugün yine öğle saatlerinde aynı yerdeyim Seninle sonsuzluğu düşündüğüm yerde Ve son bir şey daha söyleyeceğim buradan gitmeden Keşke duygularımı anlatabilseydim...
- Tipler Silindiri: Zaman Makinesi Yapmak Mümkün Mü?
Bugün elimizde bize bilimkurgu kitaplarından birtakım sahneleri anımsatan bir tür zaman makinesi projesi var: Tipler Silindiri ( Tipler Cylinder ). Peki nasıl oluyor da zaman makinesi yapmak mümkün oluyor? Ya da mümkün mü? Eğer mümkünse şu an elimizdeki en iyi adayın bilimsel nitelikli bu silindir olduğu su götürmez bir gerçektir. [2] Peki nedir bu silindir? Nasıl çalışır? Bu yazının konusu Tipler Silindiri. 1974 yılında son derece saygın bir bilim dergisi olan Physical Review dergisinde Frank Tipler’in bir makalesi (Dönen Silindirler ve Küresel Nedensellik İhlali Olasılığı: Rotating Cylinders and the Possibility of Global Causality Violation ) yayımlandı. Ama ilginç bir nokta vardı, Tipler, nötron yıldızlarını kullanarak bir zaman makinesi yapmayı öngörüyordu. Makalenin bir diğer önemli yanı zaman makinesini bilimkurgu yazarlarının elinden alıp bilimin sahasına çekmesiydi, bir diğer deyişle makale ilk bilimsel zaman makinesi tasarımını içeriyordu. [1] Aslında Tipler’den elli yıl kadar önce Kornel Lanczos ve Willem Jacob van Stockum teorik olarak Tipler Silindirini genel göreliliğe bir çözüm olarak keşfetmişlerdi, hatta Stockum kapalı zamansal eğrilerin (CTC: Closed Timelike Curves ) keşfine öncülük etmişti ve kapalı zamansal eğriler halihazırda Tipler Silindirinin özünü oluşturuyordu. Kapalı zamansal eğrilerin (CTC) analizi Frank Tipler tarafından yapıldı ve Tipler bu analizinin sonucunda kendi adıyla anılan silindirin mucidi oldu. Peki bu zaman makinesi hangi fizik ilkelerini baz alıyor? İlk olarak baz aldığı temel ilke “sürükleme” etkisi. Sürükleme etkisi (bir diğer adıyla Lense- Thirring Etkisi) basitçe açısal momentumun genel görelilikteki tezahürüdür (yansımasıdır). Bu ilkeye göre zaman, bükülmüş uzay zamanın bükülme yönü doğrultusunda hareket eden cisim için daha çok bükülür (çünkü cisim daha da hızlanır) ve zaman bu bükülmenin boyutunca yavaşlar. Ancak bu etki çok ufaktır ve deneysel olarak pek bir kanıta sahip değildir ama teorik olarak genel göreliliğin tabii bir sonucudur. [4] Tipler bu noktada Güneş’ten ortalama on kat daha yoğun bir yıldızın plazmik maddesinin (bu bir nötron yıldızı olabilir) süper ince bir silindire sıkıştırıldığını hayal eder ve silindirin kendi etrafında yeterince büyük hızda dönen, yeterince büyük bir silindir olduğunu varsaymamızı ister. Daha sonra bu silindiri saniyede milyonlarca devir hızda döndürürsek (spinini artırırsak) sürükleme etkisiyle beraber kapalı bir zamansal eğrinin (CTC) ortaya çıkacağını ve bu kapalı zamansal eğrinin içinde sürükleme etkisiyle birlikte ışıktan hızlı bir ışığın oluşabileceğini dolayısıyla da zamanda geriye gidilebileceğini öngörürür. Tam bu noktada Tipler Silindirine yönelik üç temel itiraz gelir: Paradoks İtirazları: Bu itirazlar aslında geçmişi değiştirmeye yönelik itirazlardır. Bu itirazlardan en önemlisi ve de en popüleri büyükbaba paradoksu itirazıdır ve der ki eğer geçmişe gidip büyükbabamı öldürürsem kendim nasıl geçmişe gitmiş olabilirim? Bu noktada Novikov öz tutarlılık prensibi devreye sokulup bu tür şeylerin mümkün olmayacağı ancak zaman yolculuğunun bazı eylemlerden yoksun şekilde yapılabileceği sonucuna gidilebilir. [4] Egzotik Madde- Negatif Kütle İtirazları: Hawking başta olmak üzere (Hawking, 1992) bir grup fizikçi eğer zamansal ve mekânsal yolculuk yapılacak bir tünel varsa bu tünelin içinin egzotik madde adı verilen ve hiçbir deneysel dayanağı bulunmayan ve birçok fizik yasasını ihlal eden bir maddeyle veya negatif kütleyle dolu olması gerektiğini öngörüyorlar ancak Tipler’in silindiri bildiğimiz doğal maddeyle çalışan bir makine. Hawking bunun üzerine şu sözleri sarfetmiştir: “Her yerde pozitif enerji yoğunluğu ile gerçekleştirilemez! Sonlu bir zaman makinesi inşa etmek için negatif enerjiye ihtiyacınız olduğunu kanıtlayabilirim.” [2][3] Mühendislik- Pratikte İmkânsızlık İtirazı: Bu itirazsa Güneşin on katı yoğunluğunda bir yıldızın plazmik maddesinin süper ince bir silindire yerleştirilemeyeceğini, bunun mühendislik açısından imkânsız olduğunu dolayısıyla teoride böyle bir makine var olsa bile pratiğe aktarılamayacağından teorinin ve zaman makinesi tasarımının faydasız olduğu yönünde. İşte potansiyel bir zaman makinesinin hikayesi bundan ibaretti. Artık bu zaman makinesinin gerçekleştirilip gerçekleştirilemeyeceği sizin hayal gücünüze ve yorumlarınıza kalmış durumda. KAYNAKÇA [1] (Kollektif, How It Works, 2024/02, Fiziğin Gizemleri.) [2] ( https://www.bilimkurgukulubu.com/genel/bilim-teknoloji/tipler-silindiri-ve-zamanda-yolculuk/ ) [3] ( https://timequiver.com/blog/time-travel-theories/tipler-cylinder/closer-look-tipler-cylinders-physics ) [4] ( https://en.wikipedia.org/wiki/Tipler_cylinder )
- Tanrı Bizimle Mi? – Tanrı Üzerine
“Tanrı öldü, onu öldüren bizleriz.” - Böyle Buyurdu Zerdüşt (Friedrich Nietzsche) “Biz bir krallıkta doğduk, Tanrı’ya itaat etmek bizim için özgürlüktür.” -Mutlu Yaşam Üzerine (Seneca) Tanrı bizimle mi? Gayet yerinde bir soru, hayatımızı anlamlandırmanın tek yolu bu soruyu cevaplamak. Bu soru bizi kıldan ince kılıçtan ince bir köprünün üzerinde bir cambaz misali oynatır çünkü çok yönlü ve alengirli bir sorudur. Bizse bugün bu sorunun hayatımızdaki anlamın ne kadarını işgal ettiği yönüne değineceğiz. Öncelikle deizm ve birkaç diğer din dışındaki bütün dinler poli (çoğul), mono (tekil), pan (bütüncül) veya düalist (ikili) tanrı betimlemelerinde bulunur. Kimi bunu açıkça antropomorfik (insan biçimci) şekilde yapar kimisiyse Tanrıyı daha soyut bir imgelem içinde konumlandırır. Tanrı’nın neye benzediği veya Tanrının mahiyeti bugünkü konumuzdan çok uzak. Biz bugün bu kurallar bütünüyle bize armağan edilen tanrı figürlerinin hayatımızı anlamlandırmada ve dolaysıyla ahlaklı yaşamada ne kadar etkili olacağı hususuna değineceğiz. Öncelikle bir tanrı veya din olmaksızın ahlaklı yaşama çabalarımızı hiçbir olguya dayandıramayız ne evrime ne de diğerlerine çünkü güçlünün zayıfı ezip yok etmesi her zaman sıradan ve normal olandır ancak ne kadar ahlaklı olduğu tartışmalıdır. Ayrıca bilimsel gerçekler kültürel olarak değişir, zamanla gelişir ve içinde öznellik barındırır. En nihayetinde evrim gibi neredeyse “kaçınılmaz” olarak niteleyebileceğimiz bir olgu dahi birtakım bilim insanlarının öznel fikir ve tahminleriyle bu noktaya gelmiştir. Dolayısıyla değişen veya gelişen bulgular veya bilim üzerine ahlak inşa edilemez. Ahlak ancak ilahi bir varlığın buyrukları ve uyulmasını emrettiği kurallar bütünü olarak nitelendirilip bir tanrı üzerine bina edilebilir. Bir diğer konu “motivasyon” veya kamçılanma meselesidir. İlahi bir varlığa duyulan “tam” güvenin ve iç huzurun insanı daha mutlu ettiği, daha ahlaklı yaşamasını sağladığı ve onun ahlaki görev bilincini daha üst noktalara taşıdığı bilimsel birtakım çalışmalarla kanıtlanmıştır. Mesela bazı “küçük” günahlar kimsenin görmediği alanlarda (yani toplum baskısı veya ayıplamasının olmadığı yerlerde) inanmayan “sıradan” insanlara normal gelebilir ancak Tanrıya tam güven duyan ve tanrı kendini izliyormuşçasına pür dikkat yaşayan bir insan bunu hiçbir koşulda yapmayacaktır. Elbette kötü önekler de gösterilebilir ancak suç oranlarına ülke ve dünya örnekleminde baktığımıza dindarlığın ahlaki yönde pozitif etki sahibi olduğunu söyleyebiliriz. İnsan inanma ihtiyacı duyar ve bir şekilde içinden gelen bu duyguyu ancak bir tanrı fikriyle bastırabilir. Marx’ın dediği gibi “Din bir afyondur.” Evet, din acıları dindirir ve insanın bu dünyanın keder ve üzüntüsüne dayanmasını sağlar ve insanın Schopenhauer’in deyimiyle içinden gelen bu “sonsuz yaşama arzusu” ancak tanrı ile tatmin edilebilir. Yani Tanrı ölmedi ve bizimle nesiller boyu kalacak, bizse onun krallığında ona sığınan aciz kullardan birkaçıyız.
- “Korkma Allah bizimledir.” (Sığınma Üzerine)
Yine tanrının var olduğu varsayımı üzerinden bir yorumlama yapacağız bu denemede. Tanrının sonsuz merhametli olduğunu “Otobüsteki Adam (Tevafuk Üzerine)” adlı denememizde temellendirmiştik hatırlarsanız. Sonsuz merhametli olan tanrı şüphesi kulu ona isyan edip inatla karşı gelmediği sürece kulunun yardımcısı olacaktır. Bu ayrıca bir telkin yöntemidir ve bu telkinlerin psikoloji üzerinde azımsanmayacak kadar büyük etkileri olduğu kanaatindeyim. Buraya karşı çıkılabilecek bir argüman koymadım, az çok tanrıya inanan herkesin düşüneceği gibi tanrının merhametine sığınmanın bir acizlik değil aksine kulluğun bir gereği ve nimeti olduğunu savunuyorum. Buna da itiraz edecek teist sayısının marjinal bir yüzdelik kesimi işgal ettiği kanaatindeyim. Bu konudan ben başka bir konuya biraz temas etmek istiyorum. Biraz alakasız gelebilir ama ben bu konuyu yakın dostlarımdan biriyle konuştuğumda bana bu sözün değiştirilmediğini ve gerçekten söylendiğini nasıl ispatlayabileceğimizi sordu. Ben de ona ufak bir açıklama yaptım. Bu açıklamayı burada yineleyeceğim. İlk olarak Hz. Muhammed’in bu sözü Kur’an’da geçiyor ve biz bugün hazreti peygamberin dönemine ait Mushaflarla elimizdeki mushafları karşılaştırdığımızda herhangi bir farklılık göremiyoruz. O halde söz korunmuştur. Peki ya sözün gerçekten söylenip söylenmediği konusu? Burada da Altay Cem Meriç başta olmak üzere birçok yazarın da öne sürdüğü “samimiyet deliline” dair konuşmak istiyorum. Eğer Hz. Muhammed, mağarada o sözü söylememiş olsaydı o sırada onunla mağarada bulunan Hz. Ebubekir onu hemen yalanlardı çünkü Hz. Muhammed’e inanarak ölümün kıyısından dönmüştü ve eğer Hz. Muhammed’in böyle bir şey yazdığını (asla) görseydi buna elbette ki müdahale ederdi. İşte samimiyet delili hem sözün gerçekliğini hem de Hz. Muhammed’in nübüvvetine yönelik bir delil olarak sunulabilir.
- Pazar Yerindeki Sinekler (Nefret ve Aptallık Üzerine)
Nietzsche, Zerdüşt’ünün “Zerdüşt’ün Konuşmaları” yerindeki bir bölümde bize haset dolu insanlarla ilgili müthiş bir metafor sunar. Nietzsche’ye göre dünya bir pazar yeri gibidir ve büyük insanlar burada konuşup anlaşırlar. Bu büyük insanlardan bazıları oyuncudur ve hayal satarlar (kendileri bile inanırlar buna!), bir kısmıysa gerçekten büyük adamdır ve üretirler (onun tabiriyle üstinsandırlar). İşte dünya bu adamların çevresinde döner. Bu pazar yerinde bir de soytarılar, amiyane tabirle “büyük adamların yalakaları” veya anın efendileri vardır. Onlar güç neredeyse oraya koşarlar. Bir de pazar yerinden eksik olmayan sinekler ve onların kulak tırmalayan vızıltıları vardır. Bunlar herkesi eleştiren ve günün sonunda bir büyük adamın gölgesinde gölgelenen küçücük insanlardır. Önemsizdirler. Önemsiz oldukları gibi şu deyimin hakkını verirler: “Sinek küçüktür ama mide bulandırır.” Nietzsche sözlerinin ve tanımlamalarının devamında onları “zavallı” olarak nitelendirir ve üstinsana seslenerek ondan kendi yalnızlığına kaçmasını ve sineklerden uzak olmasını çünkü sineklerin tek amacının öç ve kan olduğunu anlamasını ister. Gerçekten de sinek böyledir, tek işi mide bulandırmaktır ve ömrü boyunca kan için ve yakıp yıkmak için çabalar. Taş üstüne taş koymaz ama koyanlara karşı susmaz o koca dili. Yağ gibidir, bir şekilde üste çıkar. Gerektiği yerde nefretini kusmak için iftira atar, yalan söyler ya da insanların özelini açık eder. Ah, şöyle insanlara ne kadar yazık! Nietzsche devam eder ve der ki “ Onlar senin (üst insanın) etrafında vızıldar, hatta övgüleriyle bile: Sırnaşıklıktır onların övgüsü. Tenine ve kanına yakın olmak isterler. ” Yani güç üstinsandan yana eserse bu sefer o aptal ve öz saygı ve kontrolünü yitirmiş sinekler övgü için vızıldamaya başlar. Yine de rahatsız edicidir vızıltı… Nietzsche onların sık sık sevimli gözükmesinden ve kurnazlıklarından yakınır ve der ki “ Ama bu davranış, öteden beri kurnazların korkaklığıdır. Evet, kurnazdır korkaklar. ” Evet, ne yazık ki bu adaletsiz dünyada bu kurnaz ve korkak sinekler kazanır. Veya kazandıklarını zannederler… Onlarla konuşmaya gittiğinizde hakaretler vızıldarlar kulağınıza ya da karşınıza bile çıkamazlar korkularından. Nietzsche devam eder ve der ki: “ Ama onların (sineklerin) daracık ruhu şöyle düşünür: ‘Bütün büyük varlıklar suçludur.’ ” Ama değildir, oysaki suçlu olan onların dar ruhları ve at gözlükleridir. O at gözlükleri gözlerine yapışmış, tanrı gözlerini bağlamış ve kalplerini mühürlemiştir. Bir üstinsan ile karşılaşınca yapabilecekleri tek şey kin kusmak veyahut ona zarar vermeye çalışmak yani kan dökmektir. Sinek bir tek bundan anlar. Sinek bu yüzden aptaldır, çünkü seviyesine çıkamayacağı kişilerle kendini kıyaslamaya niyetlenir ve en sonunda gerçeklere gözlerini kapatıp bir avuç çamur alır eline. Sonra malum, çamuru fırlatır üst insana. Sineğin fırlatacağı çamurdan ne olur ki? Fark etmez bunu diğer üst insanlar. Bu kadar küçük bir izi ancak diğer aptal sinekler fark eder ve alkışlarlar bu sineği. Ey sen üstinsan, bırak sinekleri; yalnızlığına kaç. Sinek çamur atmakla kendi bedenini pisletir. Pistir zaten o yaratılıştan pistir. Sürüyle hareket eder ve büyüklerden kan emmek için fırsat kollar. Ve ne yazıktır nefret üzerine birleşenlere ve ne kadar yazıktır aptallığı nefretiyle karışıp kendini küçültene! O yüzden sürülere katılmayın ve sineklerden arının. Sevgilerle…
- Özveri ve Çalışma Üzerine
“Zavallı delikanlı, sanatımın bütünüyle bağlı olduğu ulvi şeyleri anladığın yok! Öyleyse elimde tuttuğum bir aletten farkın nedir? (…) Sevdiğim iyi bir çıraksın sen ama çalışırken parmaklarının arasında sadece bakır, altın, gümüş olduğunu zannediyorsun; benim dehamın hayat verdiği bu madenlerin canlı bir bedeni nabzı gibi attığını hissetmiyorsun. Bu yüzden eserlerin ölünce sen ölmezsin.” -Zacharius Usta (Jules Verne) Ölümsüzleşmek… Herkesin hayalidir değil mi? İnsan ne olursa olsun yaşamak ister, Dostoyevski Suç ve Ceza romanında der ki “İnsan, o kadar aşağılıktır ki idama mahkûm edilmektense binlerce yıl bir uçurumun kenarında durmayı tercih eder.” Issız bir uçurumun kenarında… Ben de yıllarca ölümsüzlüğü aradım, aynı felsefe taşını arayan ünlü simyacı Nicolas Flamel gibi. Ve ölümsüzlüğün sırrını en azından dünyada bulduğuma inanıyorum. Kâğıt ve kalem, ölümsüzlüğün yegâne sırrı. Evet, bu entelektüeller için kâğıt ve kalem olsa da zanaatkarlar için metaller veya sanatkârlar için tuval ve fırça olabilir. İnsanlar ortaya koydukları eserlerle ve verdikleri mücadelelerle hatırlanırlar. Onları yalnız bu ölümsüzleştirir. Para insanın unutulmamasına yetmez, insanların kalıcılaşması ancak eserleriyle mümkündür ve unutmayın ki eserleriniz yoksa eğer, isminizi bilen son kişi öldüğünde siz de ebediyetin serin sularına karışmış olacaksınız. Peki ya eserlerin mahiyeti ne olmalıdır? Çünkü baktığımızda çevremizde her işi yapan binlerce, on binlerce, yüz binlerce ve hatta milyonlarca insan var. Bizi bu noktada herkesin önüne koyan şey özveri, cesaret, çalışma, yetenek ve özgünlük olacaktır. Biz bugün ölümsüzleşmenin bu beş basamağından ikisine odaklanacağız. İlk basamak kesinlikle çalışma, ikincisiyse özveridir. Çalışmadan eserler ortaya çıkmaz, okumadan yazılmaz ve okumadan yazmaya kalkışmak demek birinci basamağı çıkmadan dördüncü basamağa yani özgünlüğe atlamaya çalışmak demektir. Ancak kuşkusuz birinci basamakta sağlam duramayan dördüncü basamağa atlarsa düşer, özgüveni aynı kemikleri gibi kırılır. İşte bu yüzden çalışma her şeyin ön koşuludur. Özveri ise çalışmanın niteliğini ve kalitesini belirler. Üzerine düşünülmemiş bir konu üzerine çalakalem bir deneme yazmakla olgunlaşmış fikirleri dalından koparmanın lezzeti ve ortaya koyduğu eser çok ayıdır. İnsan çalışmalıdır, çalışmalı ve bunu zevk ile yapmalıdır, durumundan hoşnut olarak, aksi halde ikinci basamağa adımını atamaz. Çalışırken kalemini ve beynini hissetmelidir. Kaleminden dökülen kelimeleri en değerli hazinesi olarak görmeli, onları en narin şekilde yerlerine yerleştirmelidir. Zaten bunu yapmıyorsa başta alıntıladığım beni çok derinden etkileyen Jules Verne sözündeki gibi, o insanın kalemden bir farkı kalmaz. İnsanı insan yapan başka nesnelere yüklediği anlamdır, yoksa nesneler yalnızca atomlardan ibarettir. İnsan eserini hissetmeli, onu kalbinden veya zihninden damıtmalıdır. İşte bu gerçek sanattır, işte bu gerçek felsefedir, işte bu gerçek zanaattır. Bir söz vardı hatırladığım “Bütün kutsanmış ruhlar çalışma anında seni izliyormuşçasına çalış.” diye. Öyleyse çalışırken metne veya sanata veyahut zanaata kendimizden bir şeyler damıtmalı, onu özgünlüğümüzle bezemeliyiz. İşte ölümsüzlüğe böyle ulaşılır, çalışarak, özveriyle, cesaretle, özgünlükle ve yetenekle. Bu beş basamağı hakkıyla geçen her kişi kendini halkın kollarına bırakmıştır. Mert Ali AYTAÇ
- Otobüsteki Adam (Tevafuk Üzerine)
Geçen günlerde evime gitmek üzere bir otobüse bindim ve bir adam dikkatimi cezbetti. Babacan duruşlu ve pahalı giyimli bir adamdı ve diksiyonu mükemmel denecek derecedeydi ve ses tonu oldukça naifti. Adamla konuştuk ve sohbetin sonunda elini açtı ve göğsüme bastırdı ve şu sözleri sarf etti: “Çalıştığın sürece Allah seninledir.” Ben bugünden sonra insanın karşısına çıkan hiçbir insanın ya da hayıtına giren ve çıkanların bir tesadüf değil, aksine tanrının kontrolünde bir tevafuk olduğu kanaatini benimsedim. İzninizle biraz daha açayım. Burada tabii tanrının var olduğunu varsayarak işe başlıyoruz ve ardından şunu diyoruz; insanlar birbirleriyle tanrı sayesinde karşılaşırlar ve karşılaştığın insan ya senin sınavındır ya senin ödülündür (mükafatındır) ya da her ikisi de. Bu noktada ben sınav olan insanların da birer ödül mefhumu teşkil ettiği kanaatine sahibim. Eğer bir insan sınavımızsa, ya Tanrı bizden razı olarak bu sınavı uygulamıştır ya da razı olmayarak. Tanrı senden razıysa bunu olgunlaşman veya tanrı katında dereceni artırmak için yapmıştır. Tanrı senden razı değilse bunu yapma nedeni seni düzeltmeye çalışmasıdır o halde her halükârda bizi yaşatan tanrı bizi diğer insanlarla ödüllendirir. Bu da onun sonsuz sevgi ve merhametinin bir göstergesidir. Sınavlara karşı isyanın tam karşısında durmalıyız çünkü isyan etmek, tanrının sana ders verme veya senin mertebeni yükseltme yani ödül istemine bir ihanet ve haksızlıktır. O halde isyan kaçınılması gereken bir davranıştır. Peki ya diyelim ki bir kişi isyan etti ve başına iyi şeyler geldi, burada iki ihtimal doğar; ya tanrı onu cezalandırmıştır ya da ödüllendirmiştir. Uzaktan bakınca ödüllendirmiş gibi durmaktadır ancak işin derinine indiğimizde o kişi her anlamda cezalandırılmıştır çünkü tanrının ona gerekmediği ve böyle bir zorunluluğu olmadığı halde nimet vermesinin vebalini ve sınavını yüklenmiştir. Her halükârda cezalandırılmıştır. Ki vebal haricinde bu noktada sınava tabii tutulması da onun için yeni bir şans ve ödüldür. Peki ya şöyle bir senaryo hayal edelim, bir kişi isyan etti ve iyi şeyler yaptı ayrıca bu kişi tanrıya inanmıyor ve karşısına bir daha böyle bir ikilemde kalacağı bir fırsat çıkmadı; tanrı onu cehenneme göndermekte haklı mıdır? Cevap evet, çünkü tanrı sonsuz merhametlidir. Bunu nasıl mı ispatlarız? Öncelikle tanrının var olduğunu varsayarız ardından, İslami açıdan, şunu söyleyebiliriz; tanrı merhametliyse suç insandadır (burada üzerinde durulacak bir nokta yok zaten) tanrı merhametsizse peki? İnsanın sınavın sınav olduğunu anlamasına yahut sınava tabii tutulmasına gerek yoktur, zaten insanın verdiği her karar bir sınav ve aldığı her nefes bir fırsattır. Bunun haricinde Kur’an-ı Kerim’de Nisa Suresi 40’da “Şu kesindir ki, Allah zerre kadar bile olsa kimseye zulmetmez. Ama zerre kadar bir iyilik yapılsa, onun sevabını kat kat artırır ve ayrıca kendi yüce katından pek büyük bir mükâfat verir.” Buyrulur. Kafir yani “gerçeği örten” veya diğerlerini de yoldan çıkaran insanlar haricinde (ki onlar da iyiliklerinin karşılığını sadece bu dünyada alırlar) diğer tüm kullar mükafatlarını bu dünyada ve ahirette alacaklardır. Tüm bunlar, tanrının diğer kullarını da saptıranlar haricinde tanrıya inanan herkesin mükafatını en azından bu dünyada alacağını söyler ve tanrının hem sonsuz adil olduğunu hem de sonsuz merhametli olduğunu ispatlar.
- Ölçülülük ve İtidalin Önemi Üzerine
Hayat, eğer bunu okuyorsanız, hepimizin içinde bulunduğu bir çeşit çıkmaz yol. Hepimiz, zaman denen arabanın içindeyiz ve yolun sonuna geldiğimizde geri dönmek için yakıtımız kalmıyor. Öyleyse arabanın içinde olabildiğince “iyi” yaşamalıyız. Buradaki “iyi” kavramı tahmin edebileceğiniz gibi meçhul ancak kendi “iyi” kavramınızı keşfetmeniz için size ufak da olsa bir fikir vereceğim. Bu fikrin adı: itidal veya bir diğer deyişle ölçülülük. İtidal, iki uç nokta arasındaki orta yolu belirtir ve uyumla denge kavramlarına işaret eder. [1] Ben bu tanımı bir hayli açıklayıcı buluyorum çünkü tanım, bize felsefe yapma olanağı tanıyor. Orta yol kavramı iki aşırılıktan(veya zıtlıktan) uzak olma ve bunların ortalarında bir “ılımlı” alanda bulunma anlamına gelir. Mutedil ise bu itidali yani orta yolu izleyene verilen addır. Mutedil olmak tahmin edebileceğiniz üzere birçok antik mitte, mitolojide, dinde ve ideolojide övülmüştür. Örnek vermek gerekirse Taoculuk ve onunla yakından ilintili olan Konfüçyüsçülük itidal fikri temelinde yükselir. Bu öğretilerde sürekli bir düalizm yani “karşıtlık” vardır ve insana düşense burada orta yolu izlemektir. Hatta “Tao” “orta yol” anlamına gelir. [1] İşte itidal bu kadar önemli bir kavramdır, düşünün ki Doğu’da yüzyıllarca kabul görmüş bir inancın en temelinde “ölçülülük” yatar. Bu da bize bu kavramın ne kadar önemli olduğuna dair az buçuk bir fikir verir. Mitolojilere değinmişken Antik Yunan’a değinmemek saygısızlık olur. Büyük ihtimalle bu yazıyı okumakta olan birçok okur anlatacağım miti tahmin etmiştir: Ikarus. Ikarus ve babası Daidalos, Girit’de yüksek bir kuleye hapsedilmişlerdir. Kule o kadar yüksektir ki atlamak imkânsızdır. Daidalos kıvrak zekasını çalıştırır ve pencerenin önüne her gün ekmek kırıntıları koyar. Oradaki kuşlar kırıntıları yemeye geldikçe Daidalos, onlardan düşen tüyleri toplayıp biriktirir. En sonunda oğlu Ikarus’tan balmumundan yapılmış mumu getirmesini ister. Mum eridikçe damlayan balmumunu kullanarak Daidalos tüyleri birleştirir ve iki çift kanat yapar. Uçmadan önce Daidalos, oğlunu çok yüksekten veya alçaktan uçmaması konusunda uyarır. Sonra kaçmaya koyulurlar ve uçmaya başlarlar. Ikarus, kanı kaynayan bir gençtir ve özgür olma duygusu ona müthiş bir haz verir. Güneş’i uzun süre görmediğinden ona müthiş bir hayranlıkla yaklaşır ve sıcaklığı daha fazla hissetmek ister ancak Güneş’e yaklaştıkça balmumu erir ve kanatlarındaki tüyler bir bir düşer. Ikarus hızla düşer ve hazin bir sonla hayatını kaybeder. [2][4] Bu hikayenin bir diğer versiyonunda baş karakter Phaeton’dur ve arkadaşlarına Helios’un oğlu olduğunu kanıtlamak uğruna Helios’un at arabasına biner ve kontrolü kaybedip denize düşer ve oracıkta boğulur. [4] Bu hikayeden itidal fikrini çıkararak düşüncemizi daha geniş bir zemine taşıyabileceğimizi umuyorum. Ikarus babasını dinlememiş ve ölçüyü kaçırmıştır ancak ölçüyü kaçırması ona çok pahalıya mal olmuştur. Ben burada gene bir itidal kavramına odaklanmaktan ziyade “aşırıya kaçmanın” nedenlerini tespit etmek istiyorum. Bu mitte Ikarus “hazları ve istekleri” sebebiyle itidal olma özelliğini kaybetmiştir, gün ışığı ve özgürlük ona fazla tatlı gelmiştir. Biraz daha somutlaştırırsak, nefsi arzular ve hazlar, ölçüyü kaçırmamızın temel nedenidir. Bu her alanda böyledir. Bir şeyden çok yersiniz çünkü onu çok seversiniz ve onu yemek size “haz” verir. Amma velakin çok yemenin sonu obezite ve birtakım sağlık sorunlarıdır. Ve bu sorunlar bize “acı verir” dolayısıyla kötüdürler (her acı kötü değildir ama bu yazının konusu değil). Kötü şeylerse uzak durmayı gerektirir. Hayatın her alanında bu durum böyledir, hatta iyi şeylerde bile. Mesela hayatını bir şeye adamak ve onun için “aşırı çalışmak” (aşırı çalışmak ve çok çalışmak ayrıdır). Bir konuya hayatınızı adamak ve onu büyük bir tutku haline getirmek pek tabii güzeldir ancak bir insan bu “tutku” sebebiyle başka şeylere zaman ayırmayıp bu şeyi “hayatın kendisi” olarak addederse hayatın birçok noktasını kaçırır. Hayat otobüsten dışarıyı izlemek gibidir ve tek yöne bakarak tüm güzellikleri göremezsiniz. İşte bu anlamda iyi şeyler bile aşırıya kaçıldıkça zararlı bir hal alır. Antik Yunan felsefesi, bir yönüyle doğrudan mitolojiyle ilintilidir ve bu anlamda mitolojik anlatıların etkisi felsefe üzerinde de görülür. Mesela Sokrates öncesi filozofları ele almakla ufkumuzu bir nebze daha genişletebiliriz. Mesela Herakleitos her insanda ölçülülüğün bulunduğunu ancak bunun gizli bir hazine gibi ortaya çıkarılacak bir huy olduğu fikrini öne sürer. [6] Sanırım bu fikre şu anlamda katılabilirim; ölçülülük, bir karakteristik olarak doğuştan gelebilir/gelmeyebilir ancak ölçülülüğün edinilmesinde en büyük payı olan şeyler deneyimler, aile, sosyal çevre, içerisinde büyülen kültür vs.dir. Burada doğuştan gelen şeyler eser miktarda yani çok çok küçük miktarda etkilidir. Şimdi yönümüzü Kinik Felsefe’nin “babalarından” olan Antisthenes’e çevirelim. Antisthenes kendisine politikaya nasıl yaklaşılması gerektiğini soran bir adama “Bir ateşmiş gibi yaklaşılmalı, ne yanacak kadar yakın olmalı ne de üşüyecek kadar uzak.” yanıtını vermiştir. [7] Bana bu cümle yine Ikarus mitini anımsattı. Ben burada Antisthenes’in fikrine daha yeni bir yorum katmak istiyorum, fikrimce tüm fikirlere bir ateş gibi yaklaşılmalı. Bir insan hiçbir fikirden tamamen uzak durmamalı ve o fikre tamamen bağımlı yaşamamalı. Burada bir komünizm-liberalizm örneği vermek istiyorum. Genelde komünistlerin davasına çok sahip çıkan “tutucu” insanlar olduğunu gördüm ve genelde komünistler liberal politikalara şiddetle karşıdırlar. Tabii ki her komünist bir değil ancak ben büyük bir kısmının liberal politikalarla ilgili olumlu şeyler söylemekte bile zorluk çektiğini gördüm. Burada amacım herhangi bir ideolojiyi övmek/gömmek değil, demek istediğim fikirlerden bir karabasanmışçasına kaçmanın insana çok şey kaybettireceği, aynı otobüs-manzara benzetmesinde olduğu gibi. İşte bu anlamda insanlar kendilerini ideolojilere teslim etmemeli, aklına uyan şeylerle kendilerine “yakın” olanı bulmalılar. Mesela bir kişi “ben liberal politikalara yakınım” dediğinde onun bazı komünizme kapı aralayan fikirleri savunmasına olanak veririz. İşte itidal bu anlamda fikri dünyada önümüzü açar. Sokrates öncesi demişken tarihin gördüğü en parlak insanlardan olan Demokritos’a da değinmeli. Bir fragmanında şöyle der: “İnsanın sevinci, neşesindeki ölçülülükten ve yaşamındaki dengeden gelir.” [5] Demokritos haklıdır, insan neşe anlamında bile bir ölçü içinde olmalıdır. Üzüntü yaşamak bile bazen sevinç verir. Yaşamdaki dengeyse bir kumbara gibidir ve dengeli yapılan her şey kısa vadede ufak şeyler gibi gözükse de uzun vadede sevincin en büyük kaynağıdır. İşte biz buna “düzenli olmak” diyoruz ve hayatımızdaki önemini bir kere daha anlıyoruz. Sokrates ise bilindiği üzere bir erdem filozofudur ve Sokrates’e göre güzel olan “ölçülü ve dengeli” olandır. Gerçekten de estetik algımız böyledir, ekranı çok küçük bir televizyon almayız ya da ekranı çok büyük bir televizyonu tercih etmeyiz. İkisi de oldukça dezavantajlıdır ve bizi itidal yoluna sevk eder. Yani estetik ve erdem anlayışımız “itidal” kavramı üzerinde şekillenmiştir. Erdem demişken Aristoteles, “itidali” etiğinde baş köşeye yerleştirir. Aristoteles’e göre ahlaki anlamında “iyi” olan ve rehber edinilmesi gereken iki zıt kutbun ortasındakidir. [1][2] Aristo fikrini bir örnekle taçlandırır, gözü kara olmak ve ödleklik iki uç kutuptur ve aşırılıklardır. Burada izlenmesi gereken yol ikisinin ortasıdır yani gerektiği yerde cesur olmak, gerektiği yerdeyse hayatını riske atmamak. İşte bu ahlaki olan “iyi”dir. Buradan 16. yy.ın sonuna uçalım, Francis Bacon’a. Bacon, denemelerinde yönetim ilkeleri ve yöneticiler üzerine konuşurken şöyle bir pasaja yer verir: “Şimdi de yönetimin gerçek ölçüsünden bahsedelim; bu ölçünün tutturulması güç olmakla beraber nadir rastlanan bir durumdur, zira ölçüsüzlük kadar ölçülülük de karşıtları içerir.” [9] Anlaşıldığı üzere burada Bacon, ölçülülüğün ülke yönetimindeki öneminden bahseder. Gerçekten de ülke yönetmek çok meşakkatli ve zor bir iştir ve ölçülülüğü tutturmak epey zordur. Burada kritik nokta ülkedeki zıt gruplara çok sert davranmaktır. Burada yöneticinin yapması gereken her iki tarafa da eşit muamele uygulamaktır. Bu bir nevi bir “denge politikasıdır”. Şu unutulmamalıdır ki birtakım grupları radikal biçimde baskılamak onları daha radikalleştirir ve işin sonu silahlı eylemlere veya ihtilallere gidebilir ve bu tür ayaklanmalar epey kanlıdır. Yani yöneticiler ülkedeki taşkınlıkları önlemek için itidal yolunun yolcusu olmalıdırlar. Bir sonraki durağımıza, aydınlanma çağına uçuyoruz. Bu çağın en önemli filozoflarından olan Montaigne ahlakı yine itidal üzerine konumlandırır ve aşırı erdemin kötü sonuçlar doğuracağını söyler. Ayrıca bize şöyle bir metafor sunar: “Attığı ok hedefin çok ötesine giden okçu, okunu hedefe ulaştıramayan kadar başarısızdır. Ve aniden çok güçlü bir ışığa ya da zifiri karanlığa maruz kalan gözlerim aynı şekilde körleşir.” [10] Buradaki metaforlar yine işin özünü anlamak açısından önemlidir, oku hedef tahtasına yetiştirememekle hedef tahtasının ötesine atmak eşit derecede başarısızdır. Buradaki kritik nokta itidali yakalamaktır ve şunu unutmayalım ki hayatın amacı hedef tahtasının kendisidir ve buraya ulaşmanın yolu itidalden geçer. Genelde yazı boyunca bir şeyi “aşırı fazla” yapmanın kötü sonuçlarından bahsettik, bu nedenle yine Montaigne üzerinden “aşırı azlığın” kötü yönlerine örnekler vermek istiyorum. Montaigne göre insan elinde imkân varken, hiçbir karşılık da olmaksızın, azla yetiniyorsa bu insanı mutsuz yapar ve yaşam standartlarını düşürür. İnsan, imkanları dahilinde olabildiğince iyi yaşamalıdır yoksa birçok şeyden mahrum kalır. Burada psikolojiden bir örnek vermek istiyorum: Süpermen Sendromu. Bu sendromdan mustarip kişi yaşamını sadece başkalarını mutlu etmeye adar ve tabiri caizse “kendini unutur”. Kendini mutlu etme imkânı varken elindekini kullanmaz ve bu fırsatı başkaları adına değerlendirir. Kendini mutluluktan mahrum eder. İşte bu kaçınılması gereken bir şeydir. Yakın dönem İngiliz edebiyatının öncülerinden Bernard Shaw, başarıyla ilgili şunu der: “Başarı, her gün sabahtan akşama tekrarlanan küçük çabaların toplamıdır.” [8] Shaw’ın da dediği gibi, başarı itidali gerekli kılar. Haftada bir gün aşırı çalışmakla başarılı olunmaz(ya da hiç çalışmamakla), başarı, düzenli ve sistematik bir çalışma sürecinin sonucudur. İtidal olmaksızın başarı bir hayalden ibarettir. Bu yazıya sevdiğim bir Latince sözcükle veda etmek istiyorum: aequavalent. [11] Bu sözcük denge ve eşitlik anlamı taşır ve hayatın birçok alanında “iyiyi” yakalamada rehber görevi görür. Öyleyse itidal üzerine düşünmeyi ihmal etmeyin ve şu sözü unutmayın: Medèn ágan! KAYNAKÇA [1] (Crofton,Ian (2022).Dakikalar İçinde Büyük Fikirler.İstanbul:Kronik Yayınevi.) [2] (Weeks,Marcus (2022).Dakikalar içinde Felsefe.İstanbul:Kronik Yayınevi.) [3] (Philip,Neil (2022).Dakikalar İçinde Mitoloji.İstanbul:Kronik Yayınevi.) [4] (Ford,Michael (2022).Yunan Mitolojisi.İstanbul:Akılçelen Kitaplar Yayınevi.) [5] (Leukippos, Demokritos (2023). Atomcu Felsefe Fragmanları.İstanbul:İş Bankası Yay.) [6] (Herakleitos (2018).Fragmanlar.İstanbul:Alfa Yayınevi.) [7] (Diogenes,Antisthenes (2022).Kinik Felsefe Fragmanları.İstanbul:İş Bankası Yay.) [8] (Shaw,Bernard (2023).Aforizmalar.İstanbul:İş Bankası Yay.) [9] (Bacon,Francis (2022).Denemeler.İstanbul:İş Bankası Yay.) [10] (Montaigne,Michel de (2020).Denemeler.İstanbul:Koridor Yayınevi) [11] (Akderin,Furkan (2018).Latince Sözlük.İstanbul:Say Yayınevi.)
- Kitap Yüklü Eşekler (Faydasız İlim Üzerine)
Kur’an’da çok sevdiğim bir metafor bulunur: Kitap yüklü eşekler. Cuma Suresinde Yahudilere hitaben söylenen bu ayetin esbab-ı nüzûlu (iniş sebebi) Tevrat’ı okuyup bildikleri halde uygulamayan Yahudilerdir. Ne yazık ki biz Müslümanların bir kısmı Kur’an’ı bile okumadan uygulamıyoruz. Bizim durumumuz kitap yüklü eşeklerden beterdir. Ben ise burada felsefi bir yorumlama girişiminde bulunacağım. Bence insanı değerli kılan ve diğer hayvanlardan ayıran en büyük özellik iyilik ve kötülüğün farkındalığıdır (yani ahlaki refleksifliktir). İnsan yaptığı her eylemi sorgulayıp değerlendirebilme kabiliyetine sahip yegane varlıktır. İnsanı değerli kılacak bir özellik varsa eğer o da budur. İlim tahsili (öğrenim) hangi amaçla yapılır? Bunun sorgulanması bu noktada gerçekten önemli olacaktır. Eğitim ve öğrenimin temel amacı ufku genişletmektir. Çünkü ufku genişleyen bir kaptan, diğer limanları ve adaları görerek kendi kıymet ve yerini daha iyi bilecektir. Yerini bilen insan oturaklı olur, iyiye yönelir ve kendi sınırlarını çizer. Bu da bizi ahlaki doğruya götürür. Demek ki eğitimin temel amacı insanı ahlaklı yapmak ve ufkunu genişletmektir. Ancak kimileri “merak” kisvesi (kılığı) altında kötücül bazı amaçlar beslemektedirler. Bu amaç bazen şan, bazen şöhret, bazense para veya ilgidir. Ama hepsinin ortak mahiyeti dünyevi olmalarıdır. Bu sebeple kitap yüklü eşeklere kulak asmayın, pseudo (sahte) entelektüeller kendilerini iyi satarlar. Bunlara kanmayın. Ne kadar radikallik bazen mümkün ve doğru olsa da ilgi veya tatmin için radikal olmayın, olanları da görmezden gelin. İşte bu, doğru alimin (ilim sahibinin) çizgisidir.