Arama Sonuçları
Boş arama ile 32 sonuç bulundu
- Annelik Kavramı ve Anneler Üzerine
Bu denemeyi annelik üzerine kısa bir sohbet olarak düşünebilirsiniz. Neden “anneler” üzerine deneme yazılır ki? Çok önemli olmalarından ötürü. Annelik, karmakarışık bir toplumun temelinde yatan etkenlerden sadece biri ama küçümsenecek bir etken de değil. Öncelikle şu soruyla başlayalım “anne nedir?”. Bu soru karşısında biraz afallamış olabilirsiniz ama acele etmeyin. Bu katman katman derinleşen bir felsefi sorgulama. Anne kavramı bildiğiniz üzere biyolojiyle yakından ilintilidir. İnsanlar açısından “anne” kavramı “çocuğu dünyaya getiren dişi birey” olarak tanımlanabilir. Bu sözcüğü günlük hayatta da genelde bu anlamda kullanırız ve babamıza “anne” diye hitap etmeyiz. Şüphesiz “anne” kavramını diğer yakın ya da uzak aile bağlarından ayıran şey onun biyolojik tanımıdır lakin anne kavramının sadece biyolojik bir kavramdan ibaret olmadığı gün gibi ortadadır. Aynı zamanda psikolojik, pedolojik ve felsefi bir içeriği mevcuttur. Eski toplumlarda ve günümüz toplumlarında “anne” kavramı genelde “doğurganlık” ve “bakıcılık” imgeleriyle yakından ilişkilidir. Özellikle antik toplumlar bu “doğurganlık” kavramını bereketle ilişkilendirip bazı tanrıçalar ortaya çıkarmışlardır (mesela Sümerlerin Kibele’si). Ve şunu da es geçmemek gerek ki tapınılan şey kutsaldır ve ona büyük bir değer atfedilir. Dolayısıyla anneliğin bakıcılık kavramı bir “dadılıktan” öte korumacı ve yetiştirici bir altyapıya sahiptir. Bu sebeple de yetiştirme ve bazı fikir ve düşünceleri aşılama, kısacası ilk eğitim dediğimiz süreç aile içinde anneyi baz alır. Belki bunu biyolojiyle bağdaştırmak istersek sebebi çocuğun ilk besini olan “anne sütüne” uzun bir süre muhtaç olmasıdır ve bu uzun zaman diliminde anneyle çocuk arasında ister istemez bir “eğitim” süreci gelişir. İşte tam bu noktada anneliğin psikolojik ve felsefi yönü açığa çıkar: yeni nesillere öncü olma. Halil Cibran, Ermiş kitabında şöyle nefis bir metafor kullanır: “Sizler yaysınız, çocuklarınız da bu yaylardan fırlatılan canlı oklar. Okçu sonsuza giden yoldaki hedefi görür ve okları tez gitsin, ırak gitsin diye gerer sizi var gücüyle. Okçunun elinde gerilmek mutluluk versin size; çünkü O sağlam yayı da sever, uçan oku sevdiği kadar.” Bu dizeler üzerinde çok yoğun düşünceler geliştirilebilir ama biz ona kuşbakışı olarak bakmayı deneyelim. Yaylar burada anneleri ev babaları temsil eder, oklarsa onların evlatlarını. Bildiğimiz gibi oklar bazı hedefleri vurmak için atılır, dolayısıyla her çocuk ailesi için bir “anlam” taşır. Çünkü ok, amaçsız atılmaz ve her aile çocuklarının “hayırlı” ve geleceği parlak olmasını ister. Velhasıl kelam, çocuklar sadece şehvet ürünü varlıklar değildir, bir amaç uğruna yetiştirilen ve eğitilen oklardır. İkinci dizedeki “tez gitme” durumu günlük hayatla oldukça bağdaşıktır. Her aile, çocukları hedefe daha hızlı ulaşsın diye didinip durur. Ve dizede de dendiği gibi “yayı var gücüyle gerer” yani çocukları üzerinde baskıcı ve koruyucu bir kalkan oluşturur. Çocuklara bazı konularda baskı yapmak ve onlar bazın yönlere sevk etmeye çalışmak gayet yararlı ve olağan bir davranıştır ancak eğer çocuk sev edilen şeye şiddetle karşıysa o zaman yay daha fazla gerilmemelidir. Çünkü ok, yaydan çıkmaya yeltendikçe okçu onu daha hızlı çeker ve yay kopar. İşte bu aile mekanizmasının yerel anlamda çöküşüdür. Bu durum çocuklar yetişkinliğe adım atarken birçok ailede görülür. Aileler için kritik olansa oku yaydan çıkarmadan hedefe ulaştırmaktır. Aile ve çocuk, eğitim açısından bir bütündür ve hedefe gitme konusunda birbirlerinden ayrıyken ıskalama şansları bir hayli yüksektir. Son dizeyse aslında dünün çocukları olan bugünün ebeveynlerine gönderme yapıyor. Çocuklar, ne kadar özgürlük düşüncesiyle yanıp tutuşsalar da ailelerinin korumacı davranışlarını belirli bir yere kadar kabullenmelidirler. Aileler çocuklarının kötülükleri için çalışmaz (bazı aileler berbat istisnalardır). Burada çocuğa düşen, ailesinin öğütlerini ölçüp tartmak ve onların, kendi kötülüğü için çalışmadığını göz önünde bulundurarak karar almaktır. Dolayısıyla bir anne baba tarafından “yönlendiriliyor” olmak ya da bir anne/baba olarak “yönlendirmek” insana mutluluk vermelidir. Aile olgusu, “hedefe” ulaşmak açısından mutluluk verici bir araçtır ve baş tacı yapılması gerekir. Hedef kavramıysa aileden aileye, kültürden kültüre ve dönemden döneme değişiklik gösterir. Hedef meçhuldür. Buradan anladıklarımızı şu cümleyle özetleyebiliriz zannediyorum: aileler, çocuklarını bazı amaçlar uğruna eğitirler ve bunu yaparken ister istemez korumacı davranırlar. Anneler işte bu noktada kilit rol oynar çünkü eğitim, katmanlı bir olgudur. Eğitim hem bilgi hem de deneyim yönü olan çift yönlü bir şeydir ve eklenen her bilgi/deneyim/kural, bir önceki katmanın üstüne konur. En alt katmandaysa tahmin edebileceğiniz üzere ilk eğitim vardır. İlk eğitim, içinde genellikle ahlaki normları, hijyen kurallarını, cinsiyet farkındalığını, dini inancı ve toplum/insan ilişkilerini barındırır. Bu saydığım şeyler ne kadar önemli değil mi? Belli bir yaşa geldikten sonra bu konular bir tür “karakteristiğe” bürünür ve huy halini alır. Dolayısıyla ağaç yaş iken eğilir ve onu eğmede en büyük rol annenindir. Anneler, bir çömlek kilinin ilk ustalarıdır ve o kili en güzel şekilde yoğurmaya çalışırlar (her usta bir değil tabii ki). Yani toplumun temelinde yatan normları çocuklara aşılayan birinci kaynaktırlar ve toplum açısından çok önemlidirler. Bugünün anneleri bu sorumluluğu “yüce” bir şey olarak görüp çocuklarına “yük” muamelesi yapmamalıdırlar. Çocuklar annelerin sırtlarında taşınan çuvallar değildir, tam aksine annenin bir parçasıdır. Aynı okla yayın bir bütün olduğu gibi. Ebeveynlik kavramı üzerine düzinelerce cümle yazılabilir ama ben, genel olarak “anne olmak” kavramının genel mahiyetini, çocuk ve toplum açısından önemini bir eskiz olarak sunduğuma inanıyorum. Onu renklendirmek sizin inançlarınız ve düşüncelerinizle mümkün. Unutmayın ki bir kadın, küçük bir çocuğun dünyasını baştan aşağı değiştirebilir. Aynı bende olduğu gibi. Sana çok şey borçluyum anne, seni seviyorum. <3 12 Mayıs 2024 (Anneler günü)
- Şiirler 1
Dünya Dünya iki yokluk arasında bir varlık değil mi? Yok olacaksak eğer, yaşam yaşanmaya değer mi? Hatırlar mısın dedenin dedesini; kimdi, ne ederdi? Yokluk çekti mi hiç, var mıydı bir derdi? Artık ne o ihtiyar var ne de yad edeni… O halde ne diye ağlar insan, harap eder bedeni? Yaşamış mıydı o ihtiyar? Onu son bilen uykuya daldığında ebedi, Doğmamışlardan hiç farkı kaldı mı ki? Zaman ve Buz Biliyor muyuz zamanın kıymetini? Zaman bir buz değil mi satılan pazarda? Her an eriyor işte, değiştiremezsin hilkatini, Ne kadar zengin olsan da uyuyorsun mezarda. Kefenden Önce Bir kefendir aldı içine kimleri kimleri, Öyleyse dün değil, bugün demeli, Olacaksak hepimiz karıncaların öğle yemeği, Yaşayalım dertsizce, unutmayalım “ben” demeyi. Arzular Kanıyor Neden karşı geliriz arzulara? Doğamızla savaş mı eyleriz? Arzuların hepsi kabuk tutmuş birer yara, Öyleyse kabuğunu hudut belleyiniz., Musalla Uzanınca beyaz musallaya, İhtiyacın olacak üç beş duaya, İyilik yap, düşün taşın, Hazırlıklı git öteki dünyaya. Sanat Yaptığım şey ulvi, adı açıkça sanattır, Ben bir kuş, dudaklarım kanattır, Süzülürüm fezada varken çok ahtım, Bir yıldızla çarpıştım ve gözlerimden kan aktı. Kibir Nemrut bir sineğe öldü, Öldüğünde kölelerince gömüldü, O halde küçümseme kimseyi, Krallar da kölelerde bu dünyada ölümlü. Hayat Hayat çok kısa, yani bir anlık, Hayatında bir daha bu kadar olamayacaksın genç, Saniyeler geçiyor, yaklaştı karanlık, Vakti etme zayi, tarafını seç. Saman Adam Yazdıklarım açık, anlamları derin, Güneş bir ateş ve yanmakta derim, Hayat bir çiftçi, korkuluksa benim, Faniyim belki ama mutlu gezerim. Gerçek değil bu, kumaş yüzüm sahte, İçeride bir film var, iç dünyam sahne, Saatler eriyor, kaçış yok ki vakte, Ellerimden damlıyor, sadık kaldım akde. Kafamda bir karga, oydu gözümü, Hissetmedim, onlar görmez özümü, Ağzım yok benim hakla mayala sözümü Dünya mutlu, karga kaçtı, kör ebe çözümü. Gökyüzü karanlık harabede geziyorum, Yıldızlar yerde, istemeden eziyorum, Sopam yok benim, hislerimle seziyorum, Dizlerim kanadı, sürünürken esiyorum. Bu dünya sahte, adı körler ülkesi, Öğlenleri güneşten büyük korkuluk gölgesi, Ayağım toprakta, imkânsız hareket etmesi, Karanlıkta bağırmakta, yaktı ışık huzmesi. Altında iskemle, boynunda urgan, Gözlerinde mil var, kafasında sultan, Kılıç kesti kulakları, sallanmakta kurban, Şapkadaki yıldızlar saplandı reçineli kollar. Sadece Bir An Dünya zevkleri anlık, mutluluğu onlarda arama, Savaşta etme düşmana yataklık, sonunda tutsak eder seni, O mahpus dar ve karanlık, huzur vermez kalana, Orası dipsiz bir bataklık, giren dönemez kolay geri. Sen sen ol uyma onlara, Etme cevhervari hayatını ziyan, Huzur var mı kalanlara? Unutma ki süren mutlulukları bir an. Vahamet Bu dünya boş, hiç değer mi ki kasavete, İşte bitti bir gün, dönüp bakma vahamete, Güvenme yıllara, bak günlerin sadakate, Bul çift taraflı huzuru, hasret kalma selamete. Hayalvari Bir Gelecek Eğer huzur yoksa, geçmiş bir hayalidir, Geçmişiyle pişmana bugün bir yanılsama, Hayat ona rüya, kâbusvari bir gazeldir, Yarını yaşamak için arzuları kanıksama. Dipsiz Kuyu Dipsiz bir karanlıkta yüzüyorum, Meşalem beni kör ediyor, Aşağılardan karanlığa düşüyorum, Sessizlik beni sağır ediyor. Aşk Aşk, anlık bir şey içimde, İçimdeyken daha da bileniyor, Zakkum halini almış biçimde, Atmadıkça boğazım deliniyor, Yalnız Ağaç Çorak bir çölde yalnız bir ağaç var, Kuşlar bile dallarına konmuyorlar, Hiç yapraklarında görmemiş kar, Köklerine uğramıyor karıncalar. Yama Nereden bulaştım sana ben? Kalbim yırtıktı yama yaptım alımını, Kalbim alıştı, çıkma oradan, çıkamazsın, Çıkarmam seni, yama söküp atılır mı? Soru İşareti Kimsin sen? Bilmiyorum. Seni sevdim mi? Bilmiyorum. Seni sevecek miyim? Bilmiyorum. Seni seviyor muyum? Biliyorum… Yedi Baş Yedi baş çıktı kafamdan, hepsi birbirinden farklı, Kimi boynuzlu kimisiyse kendi naaşımdan, Altısını kestim kimisi gülüyordu, kimisi can atıyordu, kimisiyse döküyordu gözyaşı, Aralarından biri kaldı bana sadece, ben kaldım. Işık Gündüzlerim gecelerime, gecelerim gündüzlerime karışık, Her yanım tuzak, her yanım sarmaşık, Ne yaşasam bana ait, bu dünya bana yaraşık, Bu sonsuz ormanda tek beklediğim tanrıdan bir ışık. Öyle Bir Pınar Ki… Hayat denizinde kaptanım ben, Kalbimde olan şey inatçı vehim, Sen deli dalgalarsın yüreğimdeyken, Bu pınarın kendisisin kristal kadehim. Şarabından doldur bana hayat dolsun içim, Sarhoş olmak için doğdum ben sensiz neyleyim, Gözüm kör olsun içmekten, karanlıkta sesim için, Bir kadeh daha koy, bitmesin bu an sonsuzla birleşeyim. Tohum ve Güneş Ve bir tohum üredi topraktan Güneşe döndü yüzünü, Umutla baktı hayata, Umursamadı duyduğu hüznü. Yaşamak acı verir, İnsanın tenini yakar güneş, Acı mutluluktur, Hayatla tutulan bir tür güreş… Koyu Duvarlarla çevrelenmiş dört yanım, Özgürlükle birim ben, özgürlükte yazar adım, Kanımda akar yüreğimden damıttığım her dize, Hitabım geniştir, sözüm bana değil herkese. Özgür bir tutsağım ben, dünya mahpushanem, Demir parmaklıklar dostum, manzaram gün ışığı, Tenim yanıyor tutsakken, bilgelikten aciz hanem, Islığı şarkıdır gardiyanların, kim dinler bu kaçığı! Koyu her yer, yattığım yer bir kuytu, Memnunum halimden desinler duydu, Evet duydum, karanlığın sesi buydu, Ürpertti içimi hiç yaşamadığım bir duygu. Her karanlık aydınlığa açılan bir kapıdır aslında, Ben bir rahibim manastırın en ücra kasrında, Öyle ya da böyle toprağa gireceğim asrımda, Kendimi biliyorum, onunla tanıştım yalnızlığın bağrında. Randevu Ölüm, ölüm söyle bana nerede bağlı bizim randevu? Yoksa geciktin mi, ancak gecikmezsin, Durma salla oltanı, olta bahana sefil durumum, Söylenir mi sana söz, söylenmez, söyletmezsin. İsyankarın ve Günahkarın Biri Yaşamaya çalışmıyorum, çalışmam da bazen, Düşünmeyi denemedim hiç, bulunur mu çarem? Ölülerden farkım ne nefes alıyorsam halen? İstemler mezarda, bense çoktandır ölüydüm zaten. Ölsem ne kaybederim, yaşanmaktan fazlasını mı? Neyi kafaya takmayayım, dünyanın tasmasını mı? Niye bekliyorum burada, mezarımı kazmasını mı? Şimdi neyi sileceğim, alnımın yazgısını mı? Gönlümdeki Sevgili Seni kıskandım en beyaz bulutlardan, Unutmadan izledim seni en ırak ufuklardan, Kaçma benden, sızma ellerimin arasından, Bak şu masum denize, gör yansımanı, âşık ol umutlarla. Sen bu yalnızlığı çekemezsin ey gönlümdeki sevgili, Onu sadece bu toprağın yalnız çocukları anlar, Bir bilsen değerini çekerdin en içten hey gidi, İşte buyum ben, unut beni, dostlarımla harla. Yıldızlar ve Gökyüzü Nereye baksam yıldızlar, gökyüzümde gözlerin, Aşkın mest ediyor beni, hep kafamda sözlerin, Ben sensiz kimim? Gerçekten seni özledim, Bak bulutlardaki yüreğime ve de ki “Ben de seni özledim.” Hiçbir Yerin Hiçbir Yeri Derim soyuk, sesim boğuk yüzüm ise komple donuk, Doruklara yükseliyorum, iyi niyetli kompradorum, Konuklara selam bu dünyada son bir sorum: Yaşar mıydın hiçbir yerde eğer yoksa hiçbir konum? Yerim yurdum belli değil, hiçbir yerin hiçbir yeri, Dolanmışlar ellerime lanet iki zincir dünya evim, Kafam eller arasında ama bir yol seçmeliyim, Son günümde dahi hedeflerimi düşlediğim. Bulduğum Değişmedim bu dünyada umduğumu ve bulduğumu, Kurduğum gelecekle hep aynı yerimde durduğumu, Sustuğumu, susmaktan düşünüp gözlerimi hayallere yumduğumu, Dolduğunu da görmemeyi gözlerimin solduğunu, Sönmemek isterdim görüp hayatın beni yorduğunu, İsterdim görmek bir kelebeğin dalıma konduğunu, Görmemek uçan benim tüylerimin yolunduğunu, Sorduğu ve yakınlarımın evvelime yorduğunu, Korktuğumu, rüzgarların acıları alıkoyduğunu, Hep yeniden doğduğumu, doğarken de boğulduğumu, Soğuduğumu yaşamaktan ama mutlu olduğumu. Karanlık Karanlığı tutuyorum ben her iki ellerimle, O bile kayıyor, akıp gidiyor enlemimde, Ruhum ve hayatım hepsi de senin ellerinde, Sadece yapraklarız uçan, esen güz yellerinde, Karanlığa kurdum evimi, eşyalarsa yerlerinde, Ancak ruhum kayıp onsuz ümidim de sellerimde, Ruhsuz buhranın vuslatı saklı benim genlerimde, Ruhumun parçaları nefret ettiğim benlerimde, “Yapıp, edip buldun.” de ve sonra deme “Sen delirme.” Ruhum bedenimin ilk parçası lakin son deminde, Ruhum haykırıyorken ettiğim zaman her yeminde, Ben yalnız yolcuyum kader senin büyük yük geminde, Kalbim yakamozun parıltısında ve en serinde, Mantık yakarıyor ruhuma “Haydi gel seninle.”, Karanlığın parçaları var içimde en derinde, Hüznün parçalarını taşıyorum ben dört cebimde, Bir yarıştayım mutluluksa aşkın hep gerimde, Yer yerinde, ışıktan bir paye benim has derimde, Veya ölüm kisvesine soyunmuş bu defterimde, Işık deler karanlığı parçalar o neşteriyle, Ve ışık karanlığın rüyasını basar evreninde. Son Nefesim Dönme geri, dön demedim, dönmeden de sevme beni, Sev bedeni, içine ruh koyamayacağın o nesneleri, Ben severim, sendelerim düz yolda, ben gezerim üst yurtta, Yurtlarınsa en güzeli… Aşk adı, keşmekeşin keşmekeşi, Al nefesi son nefesim, istesen de yok gelesim, Esen rüzgâr senden essin, Esin kaynağımsın eser niteliğinde bir portresin. Son nefesimi verdim, artık her şeyimiz son buldu, Hislerimse senle birlikte yamaçlı bir kanyondu, Kalbim aşk yüklü, yepyeni bir kamyondu, Harap oldu kaza yaptı senle beraber kayboldu. Sıfır Ortasında bir yerindeyim dünyanın, Ne sağındayım ne de solunda, Sıfır gibi hissediyorum kendimi, Sessiz ve tam ortada… Kıyamet Renklerin içinde karanlıkta yerle birim, Haykırıyorum bir çölün ortasında, Yeri yurdu belirsiz bir gezginim, Kıyamet vakti habercisiyim. Gecelerle Konuşuyorum Gecelerle konuşuyorum, tek dostumdur onlar, Güvenmiyorum onlara, arkamdan konuşurlar, Vakti geldiğinde tek sözüme de barışırlar, Ben meczubun tekiyim, gecelerle konuşuyorum. Gölgelerle selamlaşırım sabahları, tanırlar beni en yakından, Benim sesim tırmalar kulaklarını, yaksa da aydınlıktan yakınmam, Evrenimde sabahları güzel, gecelerimse karanlık ve puslu, Işık karanlığın korkusundan korktu ve yanı başımda sustu. Dertleştik her biriyle, ışığın dedikodusunu yaptık, Ben kalktım yerimden ve bağırdım “Hani biz arkadaştık!”, “Bıraktı beni yolda hep birbirimize karıştık, Beni teskin etti geceler, biz bu duruma çoktan alıştık. Hala konuşuyorum gecelerle, ay bana gülümsüyor öteden beriden, Şafak ağarıyor, ışığın ihtişamı alıyor gözlerimi yeniden… Farkım kalmamış meczuptan, ölüden ya da kalabalık bir deliden, Yürüyorum ışığın ardından, sessizce, geriden geriden.
- Klasik ve Modern Mantık Risalesi
Kısa Bir Girizgâh Bu bölüm bu risale için kısa bir giriş olma gayesindedir. Burada kendimce önemli bulduğum birkaç hususa değinmekten imtina etmek istemedim. Bunlara siz değerli okurumun da yüksek müsaadesiyle değinmek isterim. Bilindiği üzere risale küçük kitap anlamına gelir ancak önünüzde duran veya dijital yollarla okumaya niyetlendiğiniz bu eser hiç de ufak değil. Buna risale adını vermemin sebebi, bilim felsefesi üzerine yazacağım eserin anlaşılması adına önem teşkil etmesidir çünkü –çoğu kişinin de bana katıldığını varsayarak- mantık olmadan bilim felsefesinin anlaşılamayacağını düşünüyorum. Ayrıca bu risale tek olmayacak, bunun haricinde bir de “Epistemoloji ve Bilgi Teorisi” risalesi telif etme niyetindeyim. Bu iki risaleyi tek bir başlık, “Temel Noktalarıyla Mantık ve Epistemoloji”, altında toplayıp Allah’ın izniyle daha sonraları telif edeceğim “Tüm Yönleriyle Bilim Felsefesi” eserime bir zemin oluşturmak istiyorum. Bu zemini çok detaylı tutmak istemedim, bunun hasebiyle her şeyi kısa, öz ve yüzeysel tutma niyetindeyim. Elbette bu konuları derinlemesine bilmek bilim felsefesi çalışırken daha iyi bir kavrayış sağlayacaktır ancak bunları ne bu kadar uzun tutabilecek kadar bilgi sahibiyim ne de bunu yapabilecek zamanım var. Siz değerli okurumdan en önemli istirhamım bilim felsefesi eserimi okumanızdır –bu risaleleri okuduktan sonra- çünkü kanaatimce bu eser eşine Türkiye’de çok ender rastlayacağınız veya hiç rastlayamayacağınız türdendir. Bunun nedenlerini bilim felsefesi eserimin giriş bölümünde detaylıca açıklıyor olacağım. Kitabın sınırlarını çizmek adına birkaç kelam etmek isterim. Öncelikle bu kitap olabildiğince nesnel kalmaya çalışan bir kitaptır, elbette kaynak seçimi ve konu başlığı seçimi bile esere öznellik katar, amacıysa olabildiğince mantık konusunda malumat düzeyinde bilgi vermektir. Ben kendimi mantık konusunda kanaat üretebilecek düzeyde bir kişi olarak görmüyorum, bu sebeple yazdığım her şey bir kıylükalden (o bunu dedi, şu şunu dedi) ibarettir ve piyasadaki mantığa giriş ve temel düzey mantık eserlerinin basitleştirilmiş bir versiyonudur. Bir de kitabı içerik yönünden incelemeye tabii tutmak istiyorum. Bu mantık eserinde dedüksiyon, indüksiyon ve retrodüksiyon mantığını genel bağlamda inceleyeceğiz. Umarım giriş niteliğinde faydalı bir eserdir. Çok da uzatıp siz değerli okurumun vaktinden almak istemem. Öyleyse ilk konuyla başlayalım. 2.Mantığın Temel Kavramları İlkin mantığın ne olduğuna dair konuşalım. Mantık kelimesini günlük hayatta birçok farklı şekilde kullanıyoruz, mesela bir şey bize akla yatkın değilmiş gibi veya yanlış gözüktüğünde ona “mantıksız” adını veriyoruz. Oysaki mantığın ne doğruluk ve yanlışlıkla ne de akla yatkın olup olmamayla bir alakası vardır. Mantık formel (biçimsel) bir bilimdir –hatta bilim olup olmadığı bile tartışmalıdır- ve içeriğini tamamen soyut kavramlar oluşturur. Bunun haricinde mantığı en basit haliyle tanımlamak istersek; formel (soyut, imgesel) ve kurallara uygun şekilde akıl yürütme yolu veya şeklidir, diyebiliriz. Zaten bu tanımdan dahi mantığın doğru ve yanlışı konu almadığı malumunuzdur. Mantık geçerli ve geçersizi konu alır. Peki, nedir bu geçerli ( valid ) ve geçersiz? Geçerli, mantığın formel kurallarına uygun; geçersiz bu kurallara uygun olmayan önermelerdir (cümlelerdir: declarative sentence ). Bu noktada aslında önermenin de ne olduğundan bahsettik, önerme; doğru veya yanlış bir yargı barındırabilecek olan mantıksal cümledir. Biz mantık biliminde işte bu “önerme” dediğimiz cümlelerin kendi içlerinde tutarlı olup olmadığını inceleriz. Argüman ( arguement ) kavramıysa birden fazla önermeden oluşan ve bir sonuç önermesine sahip olan akıl yürütme demektir. Yani önermeler kendi içinde tutarlıysa argüman geçerlidir ve çelişki yoktur; lakin, önermeler kendi içinde tutarlı değilse argüman geçersizdir ve çelişki barındırır. Şimdi bu üç kavramı bir örnek üzerinden daha iyi anlamaya çalışalım. a) Sokrates bir insandır. b) Tüm insanlar ölümlüdür. ———————————— .: c) O halde Sokrates ölülüdür. Şimdi bu örneği etraflıca inceleyelim. Öncelikle burada her biri birer harfle simgelenmiş olan cümleler (a, b ve c) birer “önerme”dir ( proposition ). Bunlardan c harfiyle temsil edilen önerme “sonuç önermesi”dir. Bir cümlenin sonuç önermesi olduğunu o cümlenin başındaki “o halde, bundan dolayı, o zaman, yani, sonuç olarak, dolayısıyla…” gibi ifadelerden anlayabilirsiniz. a ve b önermeleriyse c sonuç önermesinden önce gelen “öncül” adını verdiğimiz önermelerdir. Yani burada a ve b öncülleri ve c sonuç önermesinden oluşan bir argüman görmektesiniz. Peki bu argümanlar geçerli mi yani mantıksal olarak tutarlı mı? Bunu birçok yolla inceleyeceğiz ancak şimdilik gördüğünüz bu argümanın geçerli olduğunu bilmeniz yeterli. Şimdi de geçersiz bir önermeye göz atalım: a) Tüm voleybolcular Türk’tür. b) Mete Gazoz bir Türk’tür ———————————— .: c) Öyleyse Mete Gazoz bir voleybolcudur. İşte bu argüman mantıksal olarak geçersiz bir önermedir. Şimdi de doğruluk-yanlışlık ( truth value ) ve geçerlilik-geçersizlik ( validity ) ilişkisini örnekler üzerinden inceleyerek anlayalım. 1) a) Tüm defterler kitaptır. b) Önümdeki bir kitaptır. ———————————— .: c) O halde önümdeki bir defterdir. Bu 1 numaralı argüman önünüzdeki bir kitap olduğu için yanlıştır, mantıksal olarak bakıldığındaysa geçersiz bir çıkarımdır. Ve şu da unutulmamalıdır ki buradaki doğruluk veya yanlışlık kanıtlara muhtaçtır ve doğruluk/yanlışlık derecesi kanıt sayısınca fazlaysa fazla, azsa azdır. 2) a) Mantığa Giriş eserini Cengiz İskender Özkan yazmıştır. b) Mantığa Giriş mantıkla ilgili bir eserdir. ———————————— .: c) Öyleyse Cengiz İskender Özkan mantıkla ilgili bir eser yazmıştır. Bu 2 numaralı argüman kanıtlarla da destekleyebileceğimiz doğru bir argümandır, ayrıca mantıksal olarak geçerlidir. İşte biz bu tür hem doğru hem geçerli olan argümanlara sağlam (sound) adını veriyoruz. 2 numaralı örnek bu tür argümanlara bir örnek teşkil eder. 3) a) Tüm kanatlı hayvanlar uçar b) Fil kanatlı bir hayvandır. ———————————— .: c) Öyleyse filler uçabilir. Bu 3 numaralı argüman kanıtlarla da destekleyebileceğimiz üzere yanlış bir argümandır ancak mantıksal olarak bakıldığında geçerlidir ama geçerli olması, onun yanlış olmadığı anlamına gelmez. Yani geçerlilik ve doğruluk parametreleri arasında herhangi bir korelasyon (bağ, paralellik) bulunmaz. 4) a) Kolalar asitli içeceklerdir. b) Pepsi asitli bir içecektir. ———————————— .: c) Öyleyse Pepsi bir koladır. Bu 4 numaralı argüman kanıtlarla da destekleyebileceğimiz üzere doğru bir argümandır ancak mantıksal olarak baktığımızda geçersiz bir akıl yürütmenin sonucudur. Şu unutulmamalıdır ki ne kadar doğruluk ve geçerlilik arasında bir bağ yoksa da örnekteki argümanın bilimsel açıdan herhangi bir değeri yoktur çünkü geçersizdir. Yani geçersiz ispat veya hipotezler bizi doğru sonuca ulaştırsalar dahi bilimsel açıdan kıymetleri yoktur. Bu da aslında bize hipotezlerin denetlenmesi üzerinde mantığın önemini bize kanıtlar, mantık bilim açısından önemli bir yerdedir. Bilim-mantık ilişkisini öteki bölümde zaten daha detaylıca inceleyeceğiz. 3.Dedüksiyon ve İndüksiyon Bu bölümde iki temel mantık türü olan dedüksiyon (tümdengelim) ve indüksiyon (tümevarım) hakkında konuşacağız. Öncelikle bu iki mantık türünün yöntemsel farklarıyla başlayalım. Dedüksiyonun yöntemi bellidir: var olan bilgilerden örtük bilgiyi elde etme. Bunu biraz daha açayım. Sokrates örneğini aklımıza getirelim, şunu diyordu örnekte: Sokrates bir insandır. Tüm insanlar ölümlüdür ———————————— .: c) Öyleyse Sokrates ölümlüdür. Fark edebileceğiniz üzere Sokrates’in insan olduğu bilgisi bize verilmiş. İnsanların ölümlü olduğu bilgisine de sahibiz. O halde zaten Sokrates’in ölümlü olduğu bilgisine burada sahibiz, dedüksiyonla sadece bu örtük bilgiyi gün yüzüne çıkarmış oluyoruz. Peki, indüksiyon nasıl çalışır? İndüksiyon gözlemler üzerinden akıl yürüten bir mantıktır ve olguları açıklamada kullanılır. Dedüksiyonsa daha çok malum olduğu üzere analitik veya soyut nesneler üzerinde kullanıma açıktır. Bu sebeple pozitif bilimlerde indüksiyon daha çok kullanılır. İndüksiyon mantığı en basit haliyle bir genelleme mantığıdır. Bir örnek zerinden nasıl işlediğini daha iyi anlayalım: kuğuları gözlemlediğimizi varsayalım. Ben bir kuğu gözlemledim ve bu kuğu beyaz, ikincisine baktım o da beyaz, üçüncüsü de beyaz… ve bir milyon gözlem yaptığımızı ve gördüğümüz tüm kuğuların beyaz olduğunu varsayalım. O halde ben şu genellemeyi yapabilirim “Tüm kuğular beyazdır” ve bunu desteklemek adına bir milyon kanıt gösterebilirim. Şu noktayı atlamak istemem, dedüksiyonda önermeler ya geçerli ya geçersizdir ancak indüksiyonda önermeler kanıtları oranınca güçlü, zayıf vs. gibi adlar alabilirler. Konumuza dönelim, daha sonra Avustralya’ya bir gezi yaptık ve orada birkaç tane siyah kuğu gördük, o halde ne kadar bir milyon gözleme karşılık birkaç siyah kuğu görmüş olsak dahi genellememizi “Tüm kuğular siyah veya beyazdır.” Şeklinde gözleme dayalı olarak yenilememiz gerekir. Bahsettiğimiz üzere indüksiyon pozitif bilimlerde kullanılırken dedüksiyon formel bilimlerde kullanım alanı bulur (dedüksiyon pozitif ve sosyal bilimlerde de nispeten kullanılır ancak temel mantığı teşkil etmez). Dedüksiyonun pozitif bilimlerde kullanılmamasının nedeni Francis Bacon’un deyimiyle “kısır” bir yöntem olması ve yeni bilgi üretememesidir. Bacon bu yüzden daha pratik ve etkili bir yöntem olarak indüksiyonun kullanımını önermiştir. Çünkü indüksiyon sürekli yeni bilgi üretmeye ve üretilen bilgiyi yenilemeye dayalı bir yöntemdir. Bunun haricinde dedüksiyon sonucu zorunlu kılarken indüksiyon yenilenmeye açıktır. Ayrıca indüksiyonla analojilere (benzerliklere) dayalı da çıkarım yapılabilir. Bu çıkarım yoluysa şöyle işler: iki nesne düşünelim, nesne 1 ve nesne 2. Nesne 1’de a, b, c ve d özellikleri var, nesne 2’deyse a, b ve c var. O halde biz şunu diyebiliriz, bu iki nesnenin ortak benzerlikleri oranında birinde olup diğerinde olmayan özellik diğerinde de olabilir yani nesne 2’de d özelliği de muhtemel olarak vardır diyebiliriz. 4.Mantık – Dil – Bilim - Felsefe İlişkisi Bu bölümde sırasıyla mantığın dil, bilim ve felsefe ile olan ilişkisini inceleyeceğiz. İlk olarak mantık-dil ilişkisiyle başlayacağız ve sırayla gideceğiz. Mantık ve dille ilgili ilk bakmamız gereken şeylerden biri hangisinin hangisinden türediği ama ben bu soruyu anlamsız buluyorum çünkü bu soru “Tavuk mu yumurtadan çıktı yumurta mı tavuktan?” sorusuna benziyor. Bildiğiniz üzere dil olmaksızın mantıksal önermeler kurup bunları denetleyemeyiz. Ancak mantık olmaksızın dilin kuralları (sentaks) var olmaz. O halde mantıksız dil, dilsiz mantık mümkün değildir diyebiliriz. Mantığın bilimlerde birçok farklı biçimde kullanıldığını hatırlarsanız bir önceki bölümde kısaca anlatmıştık. Bu bölümdeyse biraz daha detaylı bakacağız. Hatırlarsanız bilimleri: pozitif, formel ve sosyal olmak üzere üç grupta tasnif etmiştik (sınıflandırmıştık). Teker teker mantığın bu bilimlerin tam olarak neresinde olduğuna bakalım. Eski zamanlarda dedüksiyon pozitif bilimlerde de kullanılmıştır. Mesela Aristo’nun bilimsel yönteminde indüksiyon ve dedüksiyon yarı yarıya görev alır. Bilim yapmak için yine eski çağlarda dedüksiyonu kullananlar olmuştur ancak Bacon ile birlikte bu yöntem işlevsiz addedilmiş ve yeni bir bilimsel araç ( novum organum ) arayışına çıkılmıştır ve bunun için en pratik olanı indüksiyon olarak kabul edilmiştir. Ama ne kadar günümüzde bilim olasılıklar ve genellemeler üzerinden içerik barındıran bir etkinlik olsa da hala dedüksiyonun pozitif bilimlerde yer ettiğini bilmek önemlidir. Günümüzde genelde deney içeriğinin hipotezini yenileme ( test implication ) aşamasında kullanılır. Yani gözlemlere dayalı olarak yeni hipotezler üretmede kullanılır. Herhalde formel bilimlerde mantığın öneminden bahsetmeye gere yoktur çünkü mantık ve matematik birbirlerini tamamlayan elmanın iki yarısı gibidirler. Bu sebeple mantıkçıların bir kısmı 19.yy.dan itibaren mantığı matematiğe indirgemiş ve daha karmaşık mantıksal işlemler için “modern mantık” adı verilen bu yeni mantığı kullanmaya başlamışlardır. Matematik kendi içinde aynı modern mantığın kendi içinde barındırdığı gibi mantıksal operatörler (işlemler) barındırır. Sosyal bilimlerdeyse genelde dedüksiyon mantığı kullanılmıştır ancak bunun kullanım denemesi genelde felsefe üzerinde yoğunlaşmıştır. Anti Yunan’da Peripatetikler, Orta Çağ Avrupası’nda Skolastikler, ve İslam coğrafyasında Meşailer olarak adlandırılan grup dedüksiyon mantığını en kesin bilgi elde yolu olarak görmüş ve felsefede kullanmaya çalışmışlardır. Bunun için en temele kesin olarak gördükleri “var vardır” gibi bir önermeyi koyup onun üzerine felsefelerini inşa etme gayretine girişmişleridir. Ancak bu gün bu görüş büyük oranda terk edilmiştir. Özetle mantık bilimlerin her alanına nüfuz etmiş, hayatın önemli bir parçasıdır ve bu yüzden öğrenimi ehemmiyet (önem) taşımaktadır. 1.Kavramlar (Sınıflar) Arası İlişkiler (1.Önermeler) Klasik mantık Aristo ile başlayan ve sınıflar arası ilişkilere dayanan dedüksiyon teorisidir. Yine sınıflar arası ilişkilere dayanan argümanları (tasımları) konu alır. Biz öncelikle kategorik önermeleri daha sonra bu önermeler yoluyla kurulan kategorik argümanları ( syllogisms ) konu alacağız. Kavramlar arası ilişkilerden önce içlem ve kaplamın ne olduğuna bakacağız. Aristo’nun görüşlerini sistematikleştiren Porphyrios’un ağacı bu iki kavramı anlamada bize kolaylık sağlayacaktır. İşte Porphyrios’un ağacını aşağıda görmektesiniz. Bu ağaçta alttan yukarı çıkıldıkça kavramların alanı genişler, aşağı inildikçe daralır ve üstteki kavramlar alttakileri kapsar bu yüzden her üst terimin bir altındaki kaplamı, her alt terimin bir üstündeki içlemi oluşturur. Mesela canlı, cismi olanın kaplamıyken, cismi olan canlının içlemidir. Bu ilişkiyi anlamak ilerleyen konularda bize kolaylık sağlayacaktır. Klasik dedüksiyonun sınıflarla veya kavramlarla ilgilendiğini söylemiştik. Sınıflar birbirleriyle üç farklı ilişki içerebilir: Bir sınıfın tamamı bir başka sınıfça kapsanabilir (mesela tüm hamsiler balıktır ve balık sınıfını onu tamamıyla kapsar) Bir sınıfın üyelerinin bir kısmı başka bir sınıfça kapsanabilir (mesela tüm insanların bir kısmı kadındır) Bir sınıfın diğer bir sınıfla hiç ortak üyesi olmayabilir (mesela erkekler sınıfıyla hamileler sınıfının hiç ortak üyesi yoktur) Bu üç ilişkiyi her kategoriye uygulayabiliriz. Bu nedenle bu tür sınıfsal ilişkileri ifade eden argümanlara “kategorik önermeler” adını veririz. Argümanları kendi içlerinde kategorik ve kategorik olmayan diye ikiye ayırırız. Kategorik önermeler kendi içinde sınıflara ayrılır ancak temel yapısı bellidir, “S, P’dir /değildir” şeklinde önermelerdir. Koşullu (hipotetik) önermelerse “S, R ise P’dir biçimindeki önermelerdir ve ayrık önermelerse “S, R veya P’dir.” Şeklindeki önermelerdir. Önermelerin genel mahiyetini anladığımıza göre önermelerin türlerini anlamaya çalışalım. Niceliklerine (sayılarına) göre önermeler ikiye ayrılır: Tikel (Bazı, en az bir tane, particular ) Önermeler Tümel (Tüm, hiçbir, universal ) Önermeler Bu önermeler de kendi içlerinde ikiye ayrılırlar: Olumlu (Evetleyici, affirmative ) Önermeler Olumsuz (Yadsıyıcı, negative ) Önermeler İşte buradan dört tip önerme doğmuş olur. 2.Kategorik Önermeler ve Dört Standart Biçim (1.Önermeler) Dört tip önermeden bahsettik bu önermeler şunlardır: Tikel Olumlu (Bazı S’ler P’dir) Tikel Olumsuz (Bazı S’ler P değildir) Tümel Olumlu (Tüm S’ler P’dir) Tümel Olumsuz (Hiçbir S, P değildir) Biz bu önermeleri bazı harflerle temsil ederiz. Olumlu olanları (1 ve 3) Latince kabul ediyorum anlamına gelen “Affirmo” sözcüğünün A ve I harflerini alırken, olumsuzlarsa (2 ve 4) Latince reddediyorum anlamına gelen “Nego” sözcüğünün E ve O harfleriyle temsil edilirler. O halde şu listeyi aklımızda tutalım: Tikel Olumlu (Bazı S’ler P’dir)– I tipi (SiP) Tikel Olumsuz (Bazı S’ler P değildir) – O tipi (SoP) Tümel Olumlu (Tüm S’ler P’dir) – A tipi (SaP) Tümel Olumsuz (Hiçbir S, P değildir) – E tipi (SeP) Bu önermeler SeP, SiP, SoP, SaP olarak temsil edilirler. Şimdi bunlara birer örnek verelim: SaP: Tüm insanlar memelidir. SeP: Hiçbir balık memeli değildir. SiP: Bazı deniz canlıları memelidir. SoP: Bazı memeliler deniz canlısı değildir. Bu örneklerden bu dört önerme tipini rahatlıkla anlayabiliriz. İlerleyen kısımlarda bu konuyu daha da açacağız. Bundan önce dağıtılmış olma ve dağıtılmamış olma özelliğini anlayalım. Dağıtılmış terim ( distributed term ) bir kavram kümesinin tümü hakkında bir yargıda bulunan terimken dağıtılmamış terim ( undistributed term ) sadece bazı kavram kümesinin bazı ögelerini kapsayan terimdir. Mesela SaP önermelerinde tüm S’ler kastedilirken P’lerin sadece S ile ortak olan kısmı kastedilir yani S’nin tüm ögeleri kastedilirken P’nin bazı ögeleri kastedilir. O halde S dağıtılmışken P dağıtılmamıştır. Şimdi dört önerme tipinde dağıtım tablosunu aklımızda tutalım: 3.Venn Diyagramlarıyla Temsil (1.Önermeler) Venn diyagramlarıyla temsile geçmeden önce kısaca bir noktaya daha değinelim. Eğer bir terimin olmadı belirtilmek isteniyorsa üstüne çizgi konur. Mesela S̲̅, S yok demekken P̲̅, P yok anlamına gelmektedir. Şimdi Venn diyagramlarındaki şu dört bölgeye bakalım. Venn diyagramları 4 bölgeden oluşur. Bunlardan 1 numaralı olan SP̲̅ olarak gösterilir çünkü S mevcutken P mevcut değildir. 2 numaralı olansa SP olarak gösterilir çünkü hem S hem de P mevcuttur. 3 numaralı bölge S̲̅P olarak gösterilir çünkü P mevcutken S değildir ve son olarak 4 numaralı bölge S̲̅P̲̅ olarak gösterilir çünkü S de P de Mevcut değildir. Bunun haricinde bir bölgenin içinin gri veya karalanmış olması o bölgenin boş olduğunu, bir bölgenin içinde x olmasıysa o bölgenin boş olmadığını bize gösterir ve x özellikle I ve O tipi önermelerde varlık bildirimi için kullanılır. İşte dört önerme tipi Venn diyagramlarıyla böyle gösterilir: 1.Karşı Olum İlişkileri ve Karesi (2.Dolaysız Çıkarımlar) Bir önermenin doğruluğu veya yanlışlığı başka bir önermenin doğruluğunu veya yanlışlığını etkiliyorsa o önermeler arasında doğrudan bir ilişki vardır ve bu doğrudan ilişki üzerinden çıkarım yapmaya dolaysız çıkarım denir. Karşı olum karesi veya eşdeğerlik çıkarımlarını kullanarak dolaysız çıkarımlar yapabiliriz. Biz ilk olarak karşı olum karesini sonraysa eşdeğerlik çıkarımlarını göreceğiz. İşte karı olum karesi: Burada görüldüğü üzere dört tip önermeler arası ilişki vardır: çelişiklik, üst karşıtlık, alt karşıtlık, altıklık. Şimdi bu ilişkilerin anlamlarını anlayacağız. Bir şeyi hatırlayalım: iki tane niceleme türü vardı tikel ve tümel ve de iki tane niteleme türü vardı olumlu ve olumsuz. Çelişiklik: Nitelik ve nicelik bakımından tamamen farklı önermelerdir. A ve O önermeleriyle E ve I önermeleri çelişiktir. Çelişik önermeler aynı anda doğru veya yanlış olamaz, sürekli zıt değerlere sahip olmalıdırlar. Mesela bazı insanlar dürüst (I) önermesi doğruysa hiçbir insan dürüst değildir (E) yanlış olmak zorundadır. Üst Karşıtlık: Nitelikleri farklı ama nicelikleri tümel olan önermelerdir. A ve E önermeleri üst karşıtlık ilişkisine sahiptir. Üst karşıt önermeler birlikte doğru olamaz ancak birlikte yanlış olabilirler. Mesela hiçbir yazar zeki değildir (E) ve tüm yazarlar zekidir (A) cümleleri aynı anda doğru olamaz ancak aynı anda yanlış olabilir (Bazı yazarlar zekidir – I doğruysa ikisi de yanlış olur) Alt Karşıtlık: Nitelikleri farklı olan tikel önermelerdir. I ve O önermeleri alt karşıtlık ilişkisine sahiptir. Bu tip önermeler aynı anda doğru olabilirler ama aynı anda yanlış olamazlar. Mesela bazı insanlar yalancıdır ile bazı insanlar yalancı değildir aynı anda doğru olabilir ama yanlış olamaz. Altıklık: Nitelikleri aynı ancak nicelikleri farklı çıkarımlardır. A ve I ve de E ve O tipi önermeler birbirleriyle altıklık ilişkisine sahiptirler. Tümel önerme (A veya E) doğruysa tikel olan diğeri doğru olmak zorundadır ama tümel yanlışsa tikelin doğruluk değeri belirlenemez. Tikel olan yanlışsa tümel olan da yanlıştır ve tikelin doğruluğu üzerinden çıkarım yapmak olanaksızdır. 2.Eşdeğerlik İlkesiyle Yapılan Çıkarımlar (2.Dolaysız Çıkarımlar) Eşdeğerlik; evirme, çevirme ve devirme olarak adlandırılan üç tür işlemle yapılan ve önermeleri geçerli olan eşdeğerlerine (terimlerin yerlerini değiştirerek) dönüştürme işlemidir. Eşdeğer iki önerme aynı doğruluk değerine sahiptir. Şimdi de bu üç işleme bakalım: Çevirme ( conversion ): Tek adımda S ve P terimlerinin yerlerini değiştirerek yapılan işlemdir. S-P olan önerme P-S biçimin alır. Bu işlem uygulandığında yalnızca ikisi geçerli olur, bunlar çelişik olan I ve E tipidir, diğer ikisiyse geçersizdir. SaP 🡪 PaS (Tüm P’ler S’dir) – Geçersiz SeP 🡪 PeS (Hiçbir P, S değildir) – Geçerli SiP 🡪 PiS (Bazı P’ler S’dir) – Geçerli SoP 🡪 PoS (Bazı P,2ler S değildir) – Geçersiz SeP ve SiP simetrik önermeler olduğundan çevirmede geçerlidirler. Eşdeğerlik gösterimleriyse şöyle simgelenir: SeP ≡ PeS ve SiP ≡ PiS. Evirme ( obversion ): İki adımda yapılır, önce önermenin niteliği değiştirilir (üst/alt karşıtı alınır) sonra P teriminin olumsuz tümleyeni alınır (P̲̅ yapılır). Tüm evirmelerse geçerlidir, geçersiz evirme yoktur. İşte evirmeler ve sembolleştirmeleri: SaP 🡪 SeP̲̅ (Hiçbir S, P olmayan değildir) – SaP ≡ SeP̲̅ SeP 🡪 SaP̲̅ (Tüm S’ler P olamayandır) – SeP ≡ SaP̲̅ SiP 🡪 SoP̲̅ (Bazı S’ler P olmayan değildir) – SiP ≡ SoP̲̅ SoP 🡪 SiP̲̅ (Bazı S’ler P olmayandır) - SoP ≡ SiP̲̅ Devirme ( contraposition ): Üç adımda yapılır, önce evirme sonra çevirme sonra bir daha evirme yapılır. Aslında özetle çevirme yapılıp S ve P, P̲̅ ve S̲̅’ye dönüştürülür. Sadece asimetrik olan önermelerde (A ve O tipi) geçerlidir. İşte devirmeler ve devirmelerin sembolleştirmeleri: SaP 🡪 P̲̅aS̲̅ (Tüm P olmayanlar, S olmayandır) – SaP ≡ P̲̅aS̲̅ - Geçerli SeP 🡪 P̲̅eS̲̅ (Hiçbir P olmayan, S olmayan değildir) – SeP ≡ P̲̅eS̲̅ - Geçersiz SiP 🡪 P̲̅iS̲̅ (Bazı P olmayanlar S olmayandır) – SiP ≡ P̲̅iS̲̅ - Geçersiz SoP 🡪 P̲̅oS̲̅ (Bazı P olmayanlar S olmayan değildir) – SoP ≡ P̲̅oS̲̅ -Geçerli Şimdi bu üç işlem türüne geçerli birer sözel örnek verelim ve bölümümüzü bitirmiş olalım: - Çevirme: Hiçbir insan balık değildir ≡ Hiçbir balık insan değildir (E tipi) - Evirme: Bazı insanlar cesur değildir ≡ Bazı insanlar cesur olmayandır. (O tipi) -Devirme: Tüm balıklar deniz canlısıdır ≡ Tüm deniz canlısı olmayanlar balık olmayandır. (A tipi) 3.Var Olma Bildirimi Yanılgısı (2.Dolaysız Çıkarımlar) Var olma bildirimi yanılgısı ( existential import fallacy ) var olma bildirimi içeren önermelerle ilgili bir yanılgıdır. Var olma bildirimi, önermelerin belirli özellikte nesnelerin var olduğunu iddia etmesidir. Ve bu bildirimi içerip içermemek geçerlilik durumunu etkileyeceğinden bu konu bizim için önem arz etmektedir. Buradaki asıl mesele modern mantık ve klasik mantıktaki karşı olum kareleriyle alakalıdır. Şimdi bunu izninizle biraz açayım. Öncelikle klasik mantık da modern mantık da I ve O tipi önermelerin var olma bildirimi içerdiği görüşünde hemfikirdir. Yani aslında tikel önermeler bir sınıfın en az bir üyesi olduğu vurgusuna dayanırlar (hatırlarsanız X’in bu görevde olduğundan bahsetmiştik). Ancak iş tümel önermelere yani A ve E tipi önermelere gelince burada bir ayrılık yaşarlar. Geleneksel veya klasik mantık dört temel önerme tipinin de var olma bildirimi içerdiği varsayımı üzerine kuruludur ancak modern mantıkçılardan Boole bunu reddeder. Ve Irving Copi, Intoduction to Logic adlı eserinde var olma bildirimiyle ilgili şu sözleri sarf eder: “ Ancak I ve O tipi önermeler var olma bildirimi içeriyorsa ve bunlar sırasıyla A ve E tipi önermelerden geçerli bir şekilde çıkarılıyorsa, bu durumda A ve E önermeleri de var olma bildirim içermelidir; var olma bildirimi içeren bir önerme böyle bildirim içermeyen bir önermeden geçerli şekilde türetilemez. ” Şimdi ben bu sözleri daha anlaşılır kılayım. Mesela bir örnek düşünelim: a) Tüm kolalar asitli içeceklerdir. (A) ———————————— .:b) Öyleyse bazı kolalar asitli içeceklerdir. (I) Burada görüldüğü üzere çıkarım “eğer tümü şöyleyse bazısı da şöyledir/değildir” kalıbıyla yapılmıştır ve A tipi önermeden bir I tipi önerme türetilmiştir. Copi ise burada şunu diyor, b önermesi var olma bildirimi içeriyor yani bazı kolaların asitli içecek kategorisinde olduğunu vurguluyor o halde bu önermenin türetildiği a önermesi de var olma bildirimi içermelidir. Ancak modern mantıkçılar bunun aksini iddia etmektedir. Bunun için makul sebepleri de bulunmaktadır aslına bakarsak. Hatırlarsanız biz dedüksiyonun örtük bilgiyi ortaya çıkardığını söylemiştik, o halde a’nın b bilgisini içeriyor olması lazım ki bu modern mantık açısından bir yanılgıya düşmektir. Buna şöyle bir örnek verebiliriz, siz Newton’ın eylemsizlik yasasını kabul ettiğinizde aslına bakarsanız eylemsiz nesnelerin örtük olarak var olduğunu kabul etmek zorunda değilsinizdir aynı şekilde burada tüm kolaların asitli içecekler olduğunu kabul etmek bazı kolaların asitli içecek olduğunu kabul etmemizi “zorunlu olarak” sağlamaz. Normalde dedüksiyonda her şeyin zorunlu olarak birbirinden türediğini söylemiştik. İşte yanılgı buradaki çıkarımın zorunlu olduğunu düşünmenin altında yatar. 1.Standart Biçim Sıralanım ve Konum (3.1 Kategorik Önermeler) Dolaysız çıkarımlar hatırlayacağınız üzere bir öncül ve bir sonuç önermesinden meydana geliyordu. Dolaylı çıkarımlarsa genelde iki öncül ve bir sonuç önermesinden meydana gelir ve kendi içinde kategorik olanlar (Aristo Tipi) ve kategorik olmayanlar diye ikiye ayrılır. Kategorik önermelerde dolaysız çıkarımın aksine üçüncü bir önermeyle örtük bilgi var olur. Öncelikle kategorik önermelerin (basit yapılıların, entimem ve sorit türlerine sonra değineceğiz) standart biçim sıralanım ve konumuna bakacağız. Öncelikle kategorik önermelerde üç tane terim bulunur bunlar: Büyük Terim yani yüklem ( Major Term , P), Küçük Terim yani özne ( Minor Term , S) ve Orta Terim ( Middle Term , M). Buradaki S ve P sonuç önermesinin iki terimidir, M ise öncüllerde geçip sonuç önermesinde geçmeyen bağlayıcı elemandır. Mesela bir örneğin üç terimini bulalım: a) Kolalar asitli içeceklerdir. (PaM) b) Pepsi asitli bir içecektir. (SaM) ———————————— .:c) Öyleyse Pepsi bir koladır. (SaP) Bu kategorik argümanda Pepsi S, kola P ve Asitli içecek M elemanını teşkil eder. Büyük terimi içeren öncül olan a’ya büyük öncül ( major premiss ), küçük terimi içeren öncül olan b’ye küçük öncül ( minor premiss ) adı verilir. Kategorik önermelerde ilk büyük, snra küçük öncül gelmeli ve en son sonuç önermesi gelmelidir. Kategorik önermeleri kuralları şunlardır: Üç önerme de dört önerme tipinin birinden olmalı, Her terim argümanda iki defa geçmeli Her terim argüman boyunca aynı anlamda kullanılmalı Büyük öncül ilk, küçük öncül ikinci ve sonuç önermesi sonuncu olmalıdır. İşte bunlar bir kategorik argümanı oluşturan dört standart biçim kuralıdır. Sıralanım ( mood ), öncüllerin ve sonuç önermesinin sırasıyla hangi önerme tiplerinden olduğunu sıralamaktır. Mesela yukarıdaki örneğimizde sıralanım AAA şeklindedir, üç önerme de A tipidir. Konumsa ( figure ) S, P ve M’nin sıralanışa bağlıdır. Dört tip konum vardır. Konum 1: M-P/ S-M/ .: S-P Konum 2: P-M/ S-M/ .: S-P Konum 3: M-P/ M-S/ .: S-P Konum 4: P-M/ M-S/ .: S-P Bizim örneğimizde a) PaM, b) SaM, ve .:c) SaP olduğundan konum 2, konumuna sahip bir argümandır. Yani AAA sıralanımına sahip konum 2 bir argümandır diyebiliriz. Bu bilgiler bize geçerlilik denetlemesi yapılırken lazım olacaktır. 2.Kategorik Önermelerin Kuralları ve Geçerlilik İspatı (3.1 Kategorik Önermeler) Toplam 256 argüman biçiminden 15’i her halükarda geçerli, 9’u koşullu olarak geçerli ve kalan 232’si her halükarda geçersizdir. İşte bu 15 argüman biçiminin sıralanımı ve konumu: Bu 15 argüman her halükarda geçerli ve kesin argümanlardır Mesela başta geçerli dediğimiz bir argümanı denetleyelim. a) Tüm kanatlı hayvanlar uçar (MaP) b) Fil kanatlı bir hayvandır. (SaM) ———————————— .:c) Öyleyse filler uçabilir. (SaP) Görüldüğü üzere konumu M-P/ S-M/ S-P’dir yani Konum 1 ve sıralanımıysa AAA’dır, tabloya baktığımızda gerçekten de Konum 1’de AAA önermesini görebiliriz. Bu yolla önermelerin geçerliliğini kontrol edip ispat edebiliriz. Kategorik önermelerin geçerli olması için beş kural ve dört teorem vardır, bunlar: Orta terim öncüllerin en az birisinde dağıtılmış olmalıdır. Öncüllerde dağıtılmamış terim sonuçta dağıtılmış olamaz. İki olumsuz öncül olamaz. Öncüllerden birisi olumsuzsa sonuç da olumsuz olur. Öncülerin ikisi de tümelse sonuç tikel olamaz. Sonuçta dağıtılmış terimlerin sayısı öncüllerde dağıtılmış olanlardan en az bir az olmalı. İki öncül de tikelse sonuç geçerli olamaz. Öncüllerden biri tikelse sonuç da tikel olmalıdır. Büyük öncül tikel olumlu, küçük öncül tümel olumsuz ise sonuç geçerli olamaz. 3.Entimem ve Sorit (3.1 Kategorik Önermeler) Eksik önermeli argüman veya entimem ( enthymeme ) günlük dilde kullandığımız eksik önermeli argümanların adıdır. Üçe ayrılırlar, eğer büyük öncül ifade edilmemişse birinci dereceden entimem, küçük öncül ifade edilmemişse ikinci derece entimem ve sonuç önermesi ifade edilmemişse üçüncü derece entimem olarak adlandırılırlar. Entimemler örüldüğü yerde eksik önerme tespit edilip daha sonra önermenin tam hali yerine konmalı ve sonra geçerlilik tespiti yapılmalıdır. Bir entimem örneği verelim ve ardından onu standart biçime çevirelim: Ör: Hiçbir mantar akıllı değildir, öyleyse hiçbir mantar insan değildir. Burada sonuç önermesinin olduğunu “öyleyse” kelimesinden çıkarabiliyoruz ve açıkça belli ki burada eksik olan önerme “İnsanlar akıllıdır.” Önermesidir ve insan, sonuç önermesinde yüklem görevini teşkil ettiğinden entimem birinci derecedendir. Şimdi bunu doğruca yazalım: a)İnsanlar akıllıdır (Eksikti) b) Hiçbir mantar akıllı değildir. ———————————— .:c) Öyleyse hiçbir mantar insan değildir. Soritlerse bileşik veya zincirleme argüman olarak adlandırılırlar. Daha açıkça söylemek gerekirse birçok basit kategorik argümandan oluşurlar. Sorit, ara sonuçların atlandığı bir argüman zinciridir. Mesela bir örnek verelim: a) Tüm Gloster’ler kanaryadır b) Tüm kanaryalar kuştur. c) Tüm kuşlar canlıdır ———————————— .:d) Öyleyse tüm Gloster’lar canlıdır. Görüldüğü üzere ara sonuçlar atlanarak total bir sonuca varılmıştır. Soritte iki önemli nokta ve beş kural önem arz etmektedir. İlk nokta soritte sonucun yükleminin ilk cümlede olması gerektiğidir ve ikinci önemli nokta soriti oluşturan argümanların biri bile geçersizse hepsinin geçersiz olduğudur. Beş temel kuralı burada tekrar etmeyeceğim çünkü bir önceki bölümde bahsettiğimiz kategorik önerme kurallarıyla birebir aynılar. 4. Ayrık ve Hipotetik Önermeler (3.2 Kategorik Olamayan Önermeler) Hatırlarsanız kategoriler arasında kaplamsal veya içlemsel ilişkileri koşulsuz olarak kurduğumuzda bunlar “kategorik önermeler” olarak adlandırılıyordu ancak işin içine koşul durumu girdiğinde işler değişir ve kategorik olmayan önermeler ortaya çıkar. Kategorik olmayan önermeler ayrık veya seçenekli argüman ( disjunctive syllogisms ), ikilem ( dilemma ) ve hipotetik argüman ( hypothetical syllogisms ) olarak üçe ayrılır. İlk önce bir ayrık önermeyi inceleyerek ayrık önermeyi anlamaya çalışalım: Ben şu an İstanbul’da veya Kırklareli’ndeyim. Kırklareli’nde değilim ———————————— .:c) Öyleyse, İstanbul’dayım Bu önerme iki temel geçerli ayrık önerme biçiminden biridir. Görüldüğü üzere iki seçenek sunulur ve birisi değillenirse diğerinin doğru olduğu bilinir ancak dikkat edilmelidir ki birisi evetlenirse bu diğerini değillememizi gerektirmez. Mesela aynı örnekte “Kırklareli’ndeyim” deseydim bu İstanbul’da olmadığım anlamına gelmezdi. Belki bu durumu garipsemiş olabilirsiniz ama doğruluk ve geçerliliğin farklı şeyler olduğunu söylemiştik hatırlarsanız. Doğruluk açısından bu yöntem doğru olabilir ancak mantıksal geçerlilik açısından değildir. Bu noktada iki tane geçerli ayrık önerme biçimi vardır, örnek üzerinden gidecek olursak ya İstanbul’da değilimdir ve Kırklareli’nde olmamı evetlerim ya da tam tersi olmamı evetlerim. Eğer argüman bir şey olursa bir şey olur kalıbındaysa (yağmur yağarsa yerler ıslanır gibi) hipotetik önermedir. Üç temel geçerli hipotetik önerme kalıbı vardır, bunlar: 1) a) Eğer P ise Q, 2) a) Eğer P ise Q, 3) a) Eğer P ise Q b) Eğer Q ise R, b) P, b) Q değil, ——————— ——————— ——————— .:c) Eğer P ise R .:c) Öyleyse Q .:c) Öyleyse P değil (Hipotetik Argüman) (Modus Ponens) (Modus Tollens) Bir de Modus Ponens ve Tollense benzeyen iki çıkarım biçimi vardır, bunları karıştırmayınız: X) a) Eğer P ise Q, X) a) Eğer P ise Q, b) P değil, b) Q, ——————— ——————— .:c) Öyleyse Q değil (Geçersiz) .:c) Öyleyse P (Geçersiz) İlk önerme Modus Tollens’in yanlış haliyken ikincisi Modus Ponens’in yanlış halidir. Mesela Çok çalışırsan başarılı olursun /Çok Çalışmadın/ Başaılı olamadın bir Modus Tollens’tir. 5. Dilemmalar (3.2 Kategorik Olmayan Önermeler) Dilemmalar genelde tartışmalarda retorik (söz sanatı, tartışma sanatı) amaçlarla kullanılır. Dilemmalar yeni mantık ilkeleri içermez, Modus Ponens ve Modus Tollens’in daha karmaşık biçimleridir sadece. Bu karmaşıklık da bahsettiğimiz iki hipotetik önerme türünün ayrık önermelerle birleştirilmesi nedeniyle oluşur. İki tür dilemma vardır: yapıcı dilemma ( constructive dilemma ) ve yıkıcı dilemma ( destructive dilemma ). Yapıcı dilemmada öncüllerden biri hipotetiktir, diğerinin önbileşeniyse bu koşulu ayrık(seçenekli) olarak olumlar. Yani kalıbı şudur: a) Eğer P ise Q ve R ise T’dir. b) P veya R ——————— .:c) Öyleyse Q veya T Mesela dilemma şöyle gerçekleşir: a) Eğer ödevini yaparsan seni sinemaya götürürüm ve yapmazsan götürmem b) Ödevini yaptın / Ödevini yapmadın ————————————— .:c) Öyleyse seni sinemaya götüreceğim / götürmeyeceğim İşte bu bir dilemma veya ikilemdir. İki seçenek sunulur ve birisi olursa diğeri, diğeri olmazsa öbürü gerçekleşir. Mesela “Ödevini yaptın” gerçekleşirse sonuç “Seni sinemaya götüreceğim” olur. Yapıcı dilemma Modus Ponens’in ileri ve karmaşık bir versiyonudur. Yıkıcı dilemmada öncüllerden biri yine koşulludur ancak bu sefer diğer öncülün ardbileşeni bu koşulu ayrık(seçenekli) olarak olumsuzlar(değiller). Yani bu dilemmanın kalıbı şudur: a) Eğer P ise Q ve R ise T’dir. b) Q-değil veya T-değil ——————— .:c) Öyleyse P-değil veya R-değil Yıkıcı dilemma Modus Tollens’in ileri ve karmaşık bir versiyonudur. Bilimlerde sıkça dilemmalarla karşılaşılır ve dilemmaların temelinde Modus Ponens/Tollens olduğundan aslında bilimlerin temelinin bu iki hipotetik mantık önerme türünde yattığını söyleyebiliriz. Ayrıca Modus Ponens retrodüksiyon mantığının da temelinde yatar ve bu yöntem modern bilimde çokça kullanılır bu sebeple Modus Ponens ve Tollens’i bilmek bilim felsefesini anlamak açısından önemli bir rol oynar. 1. Modern Mantığa Duyulan Gereksinim Kant, Saf Aklın Eleştirisi adlı eserinde şunu der: “ Mantık Aristoteles’ten bu yana ne ileri ne de geri tek adım atmış değildir .” Ve bu sözlerden kısa bir süre sonra 19. ve 20.yy.ın parlak matematikçileri mantığı bir diğer formel bilim olan matematiğe indirgeme çabasına girişti ve bu girişimleri büyük oranda başarıyla sonuçlandı. Peki, ama niye buna gereksinim duyuldu? Bunun başlıca birkaç nedeni vardır, bunlardan birisi gelişen karmaşık küme teorilerinde klasik mantığın çalışmamasıydı. Bir diğeri ilişkisel diyebileceğimiz türden önermelerin klasik mantıkta yer bulmamasıdır. Bu önermelerde ne kadar özne ve yüklem var gibi dursa da yoktur bundan dolayı kategoriler de yoktur ve kategoriler olmasa bile özne ve yüklemin olmaması bu önerme türlerinin klasik mantıkta ifade edilemeyeceği anlamına gelir. Mesela şunlar ilişkisel: A, B’ye eşittir C, D’den uzundur B, A ile C’nin arasındadır Farkındaysanız bu ilişkisel önermelerde sürekli bir karşılaştırma hali bulunmaktadır ve bu anlam klasik mantıkta karşılanmaz. Modern mantığın ilk ayak sesleri Leibniz’in bir evrensel sembol dili ( characteristica universalis ) kurmanın gerekliliğinden bahsetmesiyle duyulmuştur. Leibniz bunu her türlü anlam belirsizliğinden kaçınmak için savunmuştur. Ama Leibniz’in bu hayali veya ideali 19.yy.ın ikinci yarısına kadar görmezden gelinmiştir. Bu devirde Augustus de Morgan ve George Boole adlı iki kişi mantığı ilk defa matematiğe indirgeme girişiminde bulunmuşlardır. Daha sonra Boole’un çalışmaları Schroeder (1841-1902), Venn (1834-1923) ve Stanley Jevon (1835-1882) tarafından daha da ileri taşınmıştır. Artık sahneye matematikçiler çıkmıştır ve mantık ve matematik arasındaki ilişkinin daha da sıkılaşacağı kesinleşmiştir. Alfred North Whitehead ve Bertrand Russell, Frege ve Peano’nun aritmetiği mantığa indirgeme çabasının akabinde yazdıkları Principia Mathematica adlı eserde tüm matematiğin mantıktan çıkarılabileceğini ve mantığın matematiğe indirgenebileceğini savunmuşlardır. İlerleyen yıllarda bu çalışmalar birbirini takip etmiştir ve mantık, büyük bir başarıyla matematiğe indirgenmiştir. Matematiksel sembolleştirmenin mantığı sözel düzlemden işlemsel düzleme çekmesi daha karmaşık işlemleri daha hızlı yapma olanağı kazandırmıştır. Ayrıca sembolleştirme şu üç temel yararı bize sağlamıştır: Soyut kavramlar daha açık bir biçimde ifade edilebilmiştir. Çok anlamlılık ve anlam belirsizliği önlenmiştir. Somut nesneler ve mantıksal ilişkiler çok daha kolay bir şekilde soyut düzleme entegre edilebilmiştir ve böylece düşünce ufku genişlemiştir. Russell, bu yeni mantığın bizi fikri sahada özgürleştirmesi hakkında şu sözleri sarf etmiştir: “ Yeni mantık düşünceye kanat taktı. ” 2.Mantıksal Değişmezler Hatırlarsak Aristo mantığının temel birimi kategorilerdi, modern mantığın temel birimiyse önermelerdir ve önermeler birer harfle temsil edilirler ve daha karmaşık mantıksal yapılar oluşturmak için mantıksal eklemler veya mantıksal değişmezler ( logical connectives ) adı verilen bağlaçlarla birbirlerine bağlanırlar. Atomik yani basit ( simple ) önermeler bu eklemlerle bir araya getirilerek moleküler yani daha karmaşık veya bileşik ( compound ) önermeler ortaya çıkarır. Aslında buradaki eklemler birer işlem elemanıdır diyebiliriz ve işlemlerle önermeleri birbirine bağlarlar. Beş temel mantıksal eklemimiz var ve bunlar sembollerle temsil edilirler: değil(~), ve(∧), veya( v ), eğer…ise(⇒), ancak ve ancak(⇔). Modern mantık serüvenimiz boyunca p, q, r ve s gibi harfleri önermeleri temsil etmek için kullanacağız, eklem sembollerimizi de tanıdığımıza göre artık kullanımlara geçebiliriz. Değillemeyi ( negation ) bir şeyin yanlış olduğunu veya var olmadığını söylemek için kullanırız. Mesela p önermesi “Mert su içiyor” olsun o halde ~p “Mert su içmiyor” demektir. Tümel evetleme veya ve bağlacını ( conjunction ) bir şey bir şey ile var olduğunda, zahir manasıyla, kullanırız. Mesela p önermesi “Ali kitap okudu” ve q önermesi “Ayşe kitap okudu” olsun o halde p ∧ q bileşik önermesi “Ali ve Ayşe kitap okudu” demektir. Tikel evetleme veya veya bağlacını ( disjunction ) seçenek sunmak için kullanılır. Mesela p önermesi “Ahmet bey öğretmendir.” olsun ve q önermesi “Ahmet bey müdürdür.” olsun o halde p v q “Ahmet bey öğretmendir veya müdürdür” demektir. Koşullu veya eğer…ise bağlacı ( conditional ) koşul sunmak için kullanılır. Koşuldan önce gelen kısma önbileşen ( antecedent part ), sonra gelen kısma ardbileşen ( consequent part ) denir. Koşullu önerme aslında önbileşenin doğruluğunun ardbileşeni etkilemesidir, bu ilişkiye içerme ( implication ) adı verilir. Mesela bir örnek verelim, p önermesi “Yağmur yağar” olsun ve q önermesi “Yerler ıslanır” olsun o halde p ⇒ q “Yağmur yağarsa yerler ıslanır” demektir. Karşılıklı koşul veya ancak ve ancak bağlacı tek bir gerekli ve yeterli koşul sunmak için kullanılır. Aslında iki tane “eğer…ise” bağlacının beraber kullanılmasıyla ortaya çıkar. Mesela p önermesi “Bana gelirsen senle konuşurum” olsun ve q önermesi “Ancak bana gelirsen senle konuşurum” olsun o halde p ⇔ q “Ancak ve ancak bana gelirsen senle konuşurum” olur ve tek bir yeterli ve gerekli koşul sunulmuş olur. Bu noktada doğruluk fonksiyonu kavramı ortaya çıkar. Doğruluk fonksiyonu tüm bu yaptığımız işlemlerin doğruluk değerlerine verilen genel addır. Ve bağlaçlarla yaptığımız doğruluk fonksiyonu işlemlerinin sonuçları bu fonksiyona bağlı tablolarla ifade edilir, işte bir önermeyle onun yardımcı önermesinin doğruluklarının/ yanlışlıklarının onların çeşitli işlemlerdeki doğruluk fonksiyonlarını nasıl etkilediğinin tabloları. 3.Doğruluk Çizelgesi ve İşlevleri İşte mantıksal bağlaçların doğruluk fonksiyonlarını gösteren beş tablo: (Değillemenin doğruluk fonksiyonu tablosu) (Ve’nin doğruluk fonksiyonu tablosu) (Veya’nın doğruluk fonksiyonu tablosu) (Eğer..ise’nin doğruluk fonksiyonu tablosu) (Ancak ve ancak’ın doğruluk fonksiyonu tablosu) p q p ∧ q D D D D Y Y Y D Y Y Y Y p q p v q D D D D Y D Y D D Y Y Y p ~p D Y Y D p q p ⇒ q D D D D Y Y Y D D Y Y D p q p ⇔ q D D D D Y Y Y D Y Y Y D p q ~(p∧q) D D Y D Y D Y D D Y Y D p q ~(pvq) D D Y D Y Y Y D Y Y Y D p ~(~p) D D Y Y p q ~(p⇒q) D D Y D Y D Y D Y Y Y Y p q ~(p⇔q) D D Y D Y D Y D D Y Y Y (Değillemenin değillemesinin doğruluk fonksiyonu tablosu) (Ve’nin değillemesinin doğruluk fonksiyonu tablosu) (Veya’nın değillemesinin doğruluk fonksiyonu tablosu) (Eğer..ise’nin değillemesinin doğruluk fonksiyonu tablosu) (Ancak ve ancak’ın değillemesinin doğruluk fonksiyonu tablosu) Bazı bileşik önermelerin de birbirleriyle eşdeğerlikleri vardır: ~ (p ∧ q) ≡ ~p v ~q (De Morgan) (p ⇒ q) ≡ ~p v q (İçerme) ~ (p ⇔ q) ≡ [(p ∧ ~q) v (~p ∧ q)] (Karşılıklı Koşul) ~ (p v q) ≡ ~p v ~q (bu parantez durumu tüm işlemler için geçerlidir) (p ⇒ q) ≡ ~q ⇒ ~p (Devirme) 4.Bağlaçların Birbirine İndirgenmesi Hatırlayacağınız üzere bir takım temel eşdeğerlikler, atomik veya basit önermeler ve bileşik veya moleküler önermelerin neler olduğunu gördük. Şimdi de nasıl yeni eşdeğerlikler üreterek mantıksal eklemleri veya bağlaçları nasıl birbirine indirgeyebileceğimizi öğreneceğiz. Öncelikle bu indirgeme işlemini yapabilmek için “ilkel dediğimiz” ve diğer bağlaçların bu ilkel bağlaçlara indirgendiğini bilmemiz gerek. Peki, hangileridir bu ilkel bağlaçlar? Genelde üç bağlaç ilkel olarak kabul edilir: değilleme (~), ve (∧), veya( v ). Fark edebileceğimiz üzere bir öneki sayfadaki eşdeğerliklerde de sürekli ve ve de değillemeyi kullanarak başka bağlaçları indirgedik. Şimdi üç adımda ancak ve ancak bağlacının indirgenmesini görelim. p ⇔ q ≡ (p ⇒ q) ∧ (q ⇒ p) (p ⇒ q) ≡ (~p v q) ve (q ⇒ p) ≡ (~q v p) p ⇔ q ≡ (~p v q) ∧ (~q v p) İndirgemenin mantığını anladık, o halde formüllerin sınıflamasına geçelim. 5.Düzgün Tam Deyim ve Formüllerin Sınıflaması Harflerle gösterilen önermeler mantıksal eklemlerle birleştirildiklerinde moleküler veya bileşik önerme adının yanı sıra “formül( formula )” adını alırlar ve her önermenin tek harfle simgelendiği ve “önerme + bağlaç + önerme” formunda olan her bileşik önermeye düzgün tam deyim veya formül ( well-formed formula ) denir. Bu düzgün tam deyimlerse kendi içlerinde üçe ayrılırlar: totolojik veya doğru çıkarımlar, çelişik veya yanlış çıkarımlar ve bağıl veya belirsiz veya geçersiz çıkarımlar. Şimdi bu üç çıkarım türünün doğruluk fonksiyonları açısından durumlarını anlamaya çalışalım. Totolojik çıkarımlar her halükarda doğru çıkarımlardır, çelişik çıkarımlar da her halükarda yanlış çıkarımlardır. Bağıl çıkarımlar ise adı üstünde olgulara yani p ve q önermelerine bağlı bir doğruluk değerine sahip çıkarım türüdür. O halde bağıl çıkarımların doğruluk değerlerinin belirsiz olduklarını söyleyebiliriz. Bu da şu anlama gelir, bağıl çıkarımları yadsımak çelişkiye düşmemize yol açmaz yani bu tür çıkarımları reddetmek bizi mantıksal çelişkiye düşürmez. 1.Doğruluk Çizelgeleriyle Geçerlilik İspatı Doğruluk çizelgeleriyle geçerlilik ispatı yaparken tek bir kaidemiz vardır, bu kaide eğer üç terimden (p, q ve pq) iki öncül doğruysa sonucun yanlış olamamasıdır eğer sonuç böyle bir durumda yanlışsa geçersizdir ve bunun aksiyle geçerliliği ispat ederiz. Şimdi Modus Ponens’i hatırlayalım: a) p ⇒ q b) p ——————— .:c) q Hatırlarsanız bir de Modus Ponens’in geçersiz versiyonunu göstermiştik: a) p ⇒ q b) q ——————— .:c) p Şimdi de tablo üzerinden Modus Ponens’in geçerliliğini anlayalım, diğerinin de geçersizliğini ispatlayalım. İşte doğruluk çizelgesi tablosu: p q p ⇒ q D D D D Y Y Y D D Y Y D Burada ilk örnekte (Modus Ponens) birinci öncülün (p ⇒ q) ve ikinci öncülün (p) doğru olduğu satıra bakarız (ilk satır) ve sonucun (q) doğru olduğunu görürüz o halde iki öncül de doğruysa sonuç yanlış olamaz ve öyle değildir öyleyse argüman geçerlidir. (Modus Ponens’in geçerlilik ispatı) Diğer argüman içinse önce ilk öncülün (p ⇒ q) ve ikinci öncülün (q) doğru olduğu satıra bakarız ve sonucun (p) yanlış olduğunu görürüz. Yani öncüller doğruyken sonuç yanlıştır, o halde kaide bozulmuştur ve bu durum argümanı geçersiz kılmıştır. 2.Formel Çıkarımın Yapısı ve Kuralları Gösterdiğimiz tabloyla geçerlilik ispatı yöntemi ne kadar az sayıda öncülde kullanışlı olsa da öncül sayısı arttıkça tablo da büyür ve geçerlilik tespiti yapmak zorlaşır. Bu sebeple formel çıkarım yöntemini kullanırız. Bu çıkarımın yapısını ve kurallarını bir örnek üzerinden anlatacağım. İşte örneğimiz: p ⇒ q ~p ⇒ r s v ~q ~s .:r İşte burada bir tür karmaşık yapıda modern mantıkla ifade edilmiş dilemma görmektesiniz. Bu dilemmanın mantıksal yapısı yukarıdaki örnekle birebir aynıdır. Peki, bu argümanın geçerliliğini nasıl tespit edeceğiz? Bunu yapmak için formel çıkarım bize üç tane araç veriyor, bunlar: basit çıkarım kalıpları, eş değerlik kalıpları ve totolojik kalıplar. Biz kullandığımız kalıpları çeşitli harflerle kısaltırız (Tot. – Totolojik veya M.P. – Modus Ponens gibi) ve yeni indirgemeler yaparken hangi önermelerden yararlandığımızı numaralandırarak yazarız. Bu örneğin indirgemelerini yapmadan önce biraz bu üç araç hakkında konuşalım: Basit çıkarım kalıpları: Aslında bunların birçoğunu görmüştük, ben sadece isimlerini ve kısaltmalarını yazacağım. Modus Ponenss (M.P.), Ayrık Argüman (A.A.), Dilemma (Dil.), Modus Tollens (M.T.), Hipotetik Argman (H.A.), Toplama (Top.) Eş değerlik kalıpları: Bunların da bir kısmından bahsetmiştik, yine isimlerni vermek kafi gelecektir. Karşılıklı Koşulluluk (K.K.), Devirme (Dev.), İçerme (İç.), De Morgan (De M.), Çift Değilleme (Ç.D.), Yer Değiştirme (Y.D.) Totolojik kalıplar: Dört adettirler ve her zaman doğrudurlar, istediğimiz yerde başka bir formüle geçmek için kullanabiliriz. p ⇒ p v q, p ⇔ p v p, p ∧ q ⇒ p, p ∧ q ⇒ p v q 1. p ⇒ q 2. ~p ⇒ r 3. s v ~q 4. ~s 🡪 .:r 5. ~r ⇒ p (2, Dev.) 6. ~r ⇒ q (5, 1, H.A.) 7. ~q v s (3, Y.D.) 8. ~q ⇒ s (7, İç.) 9. ~r ⇒ s (6, 8, H.A.) 🡪 .:r Örneğimizi ara indirgemeler yaparak, bunları yaparken iki aracı kullandık, aynı sonuca ulaştırabildik ve kullandığımız araçlar da kesin araçlar olduğundan total işlemimiz bir geçerlilik ispatı oldu. Her ikisinde de .:r’ye ulaştık o halde bu iki yöntem paralel ve geçerlidir. 3.Koşulsal ve Dolaylı İspat Yöntemleri Sonucu koşullu olan yani eğer…ise içeren ve genelde tek öncülü olan argümanlarda iki öncül olmadığından formel geçerlilik denetlemesi yapılamaz. Bu yüzden koşulsal denetlemeye gidilir. Koşulsal denetlemede önce koşulsal önermenin önbileşeni alınır ve akabinde ardbileşeni alınır (öncül yapılır) daha sonra bunlarla aynı sonuç ispatlanmaya çalışılır. Bizim örneğimizde Modus Ponens altında toplanır veya birleştirilir ve böylece doğrulama yapılır ancak bu sınırlı bir çerçevede sadece birkaç önerme için geçerlidir ancak örnek olması adına ben bu örneği vereceğim. p ⇒ q .:p ⇒ p ∧ q Görüldüğü üzere tek öncülden koşulsal bir önerme çıkarılmıştır ve tek öncül vardır. O halde koşulsal ispatı uygulamalıyız ve önbileşen olan p ile ardbileşen olan q’yu Modus Ponens olarak birleştirip toplayacağız ve p ∧ q’yu elde edip edemeyeceğimize bakacağız. p ⇒ q .:p ⇒ p ∧ q p (öncül 2) q (1, 2, 3, M.P.) p ∧ q (2,3, Top.) p ⇒ p ∧ q (Tot.) 2 ≡ 6 olduğundan yani aynı sonucu P’yi öncül olarak ekleyerek üretebildiğimizden geçerlidir. Dolaylı ispatsa formel yönteme bir alternatiftir ve ana mantığı saçmaya veya çelişiğe indirgemektir ( reductio ad absurdum .) Argümanın öncülleri çelişik önermelerle birleştirir ve sonuç olarak çelişiğe (p ∧ ~p) ulaşılmaya çalışır eğer bahsettiğimiz çelişik önermeye üç araçla ulaşılabiliyorsa bu argüman geçerlidir. Mesela bir örneği inceleyelim: q ⇒ p ∧ r p v s ⇒ t s v q .:t ~t (4, Ç.) 🡪 çelişkili olarak konulan önerme veya öncül ~ (p v s) (2, 5, M.T.) ~p ∧ ~s (6, De M.) ~s (7, Basit.) q (3, 8, A.A.) p ∧ r (1, 9, M.P.) p (10, Basit.) ~p (6, Basit.) ~p ∧ p (11, 12, Top.) Görüldüğü üzere 13. Adımda çeşitli araçlar yardımıyla çelişik olana ulaştık, bu çelişki göstergesi bize argümanın geçerli olduğunu söyler. 4.Niceleme Mantığının Yapısı Modern mantıkta mantıksal eklem olarak bir de niceleme yani sayıyla ilgili eklemler vardır. Bu eklemler “Tüm, bazı, hiçbir…” gibi eklemlerdir. Hatırlarsanız biz bu eklemleri genelde klasik mantıkta ifade ediyorduk, aynı eklemleri klasik mantıkta niceleme mantığı adı verilen mantıkla ifade ediyoruz. Bu mantık klasik mantığın bu işlevini yerine getirmenin yanı sıra ilişkisel önermeleri dile getirmek için de kullanılır. Bu mantıkta yüklemi yüklemin baş harfiyle, özneyi öznenin baş harfiyle temsil ederiz fakat eğer özne belirsizse (yani “biri” kelimesine tekabül ediyorsa “x” ile temsil ederiz ve önce yüklemin, sonra öznenin baş harfini yazarız ve arada boşluk bırakmayız. Ayrıca öznenin harfi küçükken yüklemin büyüktür. Mesela “Fuat bir akademisyendir.” “Af” olarak ifade edilirken “biri akademisyendir” “Ax” olarak ifade edilir. Ve Af veya Ax bir önermedir. Tikel niceleyeci (Ǝx) “en az bir tane vardır” veya “bazıları öyledir/değildir” demek için önermeden önce konur. Mesela (Ǝx) Ax “en az bir kişi (biri) akademisyendir” demektir. Bir de tümel niceleyici vardır (x) ve önüne geldiği önermeye “hepsi” veya “tüm” veya “herkes” veya (eğer başına değilleme konursa) “hiçbir” anlamı katar. Mesela (x) Ax “herkes akademisyendir” demektir. 5.Niceleme Mantığında Eşdeğerlikler Dört temel önerme tipimiz ve modern mantığın önerme eklemleri niceleme mantığında da vardır ve bunlar üzerinden bazı eşdeğerlikler kurulur. Ben burada 4 eşdeğerlik vereceğim ve bir tanesini detaylıca açıklayacağım. Öyleyse 4 temel niceleme mantığında eşdeğerliğimiz: ~A ≡ O : ~ (x) (Ax ⇒ Bx) ≡ (Ǝx) (Ax ∧ ~Bx) A ≡ ~O : (x) (Ax ⇒ Bx) ≡ ~ (Ǝx) (Ax ∧ ~Bx) ~E ≡ I : ~ (x) (Ax ⇒~Bx) ≡ (Ǝx) (Ax ∧ Bx) E ≡ ~I : (x) (Ax ⇒~Bx) ≡ ~(Ǝx) (Ax ∧ ~Bx) Mesela ikinci eşdeğerliği inceleyelim. Hatırlarsak karşı olum karesinde A ve O çelişikti o halde O’nun değillemesi yani A’nın çelişiğinin çelişiği A’ya eşit olacaktır. Şimdi de A’ya bakalım. Hatrlarsak A tümeldi ve buradaki (x) aynı işlevi karşılıyor ve O’nun tikel olumsuzluğunu ~ (Ǝx) karşılıyor. 6.Niceleme Mantığında Genelleme ve Örnekleme Önerme fonksiyonunu (ör: Ax) bir niceleyicinin ((Ǝx) veya (x)) etki alanına koymaya “genelleme”, önerme fonksiyonunda x yerine belirli bir harf koyup onu genellemeden çıkarıp bir örnek haline getirme işlemine “örnekleme” denir. Bu iki yol bizim önerme fonksiyonlarından yeni önermeler türetebilmek için tek yollarımızdır, birisinde niceleyici ekleyip yeni önerme fonksiyonu oluştururuz, diğerinde ise x’i değiştirerek yeni bir önerme fonksiyonu oluştururuz. Bu fonksiyonlarla ilgili dört temel kural vardır bizse ikisinden bahsedeceğiz. Bunlar tümel örnekleme ve tümel genelleme kuralları olarak adlandırılırlar. Tümel örneklemede şu söylenir: eğer bir önerme bir şeyin tümünün doğru olduğunu veya yanlış olduğunu tümel bir nicelemeyle ifade ediyorsa (yani (x) ile) o niceleme olmaksızın da o tikel önerme aynı doğruluk veya yanlışlık değerine sahiptir. Mesela ben “Tüm kuşlar güzeldir.” dersem bu tekil kuş örneklerinin de (kanarya, saka, ispinoz, bülbül gibi) güzel olduğunu söylediğim anlamına gelir işte bu tümel örneklemedir. Bir de tümel genelleme vardır, o ise belirli olmayan ve “herhangi biri” anlamına gelen y’den yola çıkarak (mesela bir Ay doğruluk fonksiyonu) genelleme yapar. Misal ben “Herhangi bir bardak kırılır” dersem bu aynı zamanda “Tüm bardaklar kırılır” anlamına gelecektir. Aslına bakarsak tümel genelleme yöntemi indüksiyon mantığında kullandığımız bir yöntemdir, zaten indüksiyon bölümünde bunu müşahede etmiş olacaksınız. Öyleyse bu noktada modern mantığı da bitirmiş olduk yani klasik ve modern mantık bitmiş oldu. Şimdi de indüksiyon mantığını anlamaya çalışacağız. 1.İndüksiyonun Genel Mahiyeti ve İçerik Aslında indüksiyonun ne olduğunu açıklamıştım o yüzden ona yeniden değinmeyeceğim dileyenler ilk bölümdeki ilgili “Dedüksiyon ve İndüksiyon” adlı bölüme bakabilir. Ben sadece genel bazı kavramları açıklayacağım ve indüksiyonun genel mahiyetini anlamış olacağız. Öncelikle tümevarımın bir olasılık mantığı olduğunu bilmemiz gerek çünkü dedüksiyonda sonuçlar kesindi ancak indüksiyon tamamen bir risk mantığıdır. Mesela ben manava giderim ve en sevdiğim meyve olan elmayı almak isterim. Bir kasa görürüm ve içinde 20 tane elma vardır. Bense elime 4 tane alırım ve çürük olup olmamalarına bakarım. Baktığımda 4’ü de sağlamdır ve ben bu 4 kanıtla destekleyerek şu sonucu genelleyerek öne sürebilirim; o halde kasada olan elmaların en az %90’ı yani 18 tanesi sağlamdır. Alında bu daha önce de bahsettiğimiz bir tür tümel genelleme örneğidir ve örneklerden yola çıkarak kümedeki diğer nesnelere de aynı niteliği yükler. Ama bunu yaparken olasılıktan kurtulamaz. Ian Hacking kitabında olasılık ve tümevarım ilişkisi adına şunu söyler: “ Olasılık, tümevarım için temel bir araçtır .” Biz bu yazıda yalnızca üç olasılık kuramına değineceğiz çünkü ben bunların bilim açısından önemli olduğu kanaatindeyim. Şu bir gerçektir ki tümevarım içinde risk barındırır ama bu tüm risk barındıran argümanların indüktif bir niteliğe sahip olduğu anlamına gelmez. Mesela ben kafamdan bazı hipotezler üretebilirim ve bunlar da argümanın içinde belirli oranda riskle yer alır ancak indüktif değildirler. Mesela ben sınıftaki herkesin yüksek not almasını hocanın sınavı kolay yapmasına bağlayıp bir hipotez üretebilirim ve bu risk barındırır ancak indüktif değildir çünkü genellemeye dayanmaz. İndüksiyonda unutmamamız gereken en önemli kelime genellemedir. Şu inkâr edilemez ki dedüksiyon daha matematik gibidir ve psikolojik faktörleri bünyesine katmaz ancak indüksiyonda bu psikolojik etkenler fazlaca etkindir. Bu da indüksiyona olan yaklaşımımızı hiç şüphesiz etkiler ve onu dedüksiyon kadar kesin bir yere koymamamız gerektiğini biliriz. İndüksiyonda inanç kavramı vardır ve biz bazı bilgilere inanırız. Ancak bu bilgileri bilmek daha doğrusu bu inancımızı gerekçelendirmek için başvurduğumuz bilgi kaynakları ne kadar güvenilir? Aileniz, öğretmeniniz, akrabalarınız… Bu durum hem psikolojiyi hem de epistemolojiyi yakından ilgilendirir. Bir de tümevarımın bir kardeşi vardır: karar kuramı. Karar kuramı riski yani olasılığı ve faydayı göz önüne alarak karar vermektir, tümevarımdaysa karar vermeyiz ama bunları göz önünde bulundurup genellemeler üretiriz. Karar verme kuramında bazen fayda bize topluma uyma yolunu gösterir ve bu duruma “baskınlık” denir. Ayrıca şu da unutulmamalıdır ki tümevarım mantığında bazı faktörler göz önünde bulundurularak en iyi açıklama seçilir. Tümevarımın özü budur işte; biraz risk, biraz inanç, biraz belirsizlik, biraz psikoloji ve biraz akıl yürütme. İşte tümevarım günümüzde pratik bir yöntem olarak kullanılıyor ve bu saydığım alan veya kavramlarla çok yakından ilintili. Ayrıca tümevarım da tümdengelim gibi doğruluk veya yanlışlıkla ilgilenmez, geçerliliğe odaklıdır ve bu geçerlilik çeşitli kurallara ve olasılık teorilerine bağımlıdır. 2.Kumarbazın Yanılgısı Kumarbazın yanılgısı veya Monte Carlo yanılgısı tamamen psikolojik bir sanı türüdür. Ve bilimlerde bu sanıdan olabildiğince kaçınılması gerekir çünkü bu sanı olasılığa veya matematiğe dayanmaz, sadece hislere ve psikolojiye dayanır. Peki, nedir bu yanılgı? Bu yanılgı aslında en basit haliyle üst üste bazı şeylerin gelmesi veya artarda benzer şeylerin gelmesi sonucu bir olasılığı yadsımak veya tam tersine kabul etmektir. İki tane örnek vereyim. İlk örnek şu, bir ailenin dört çocuğu var ve dördü de kız, o halde beşinci çocuklarının erkek olma olasılığı kaçtır? Cevap basit: %50, ancak insanlar bu ardışıklık durumuna bakarak kız olma olasılığının daha yüksek olduğunu düşünebiliyorlar. Veya iki piyango bileti var, birinin üstünde 0123456789 yazmakta diğeriyse 3795268265 numarasına sahip. Hangisinin çıkma olasılığı fazladır /azdır/ ya da eşitler midir diye sorulduğunda insanlar genelde ikinci biletin çıkma olasılığının fazla olduğunu düşünürler ancak çıkma olasılıkları iki biletin de aynıdır. İşte bu yanılgı “kumarbazın yanılgısı” olarak adlandırılır. 3.Bernoulli Teoremi Bernoulli teoreminin kısaca ne anlatmak istediğine değineceğim ve ardından matematiksel gösterimini vereceğim. Bernoulli teoremi şunu söyler: biz hipotezimizde hata payının olabildiğince az olmasını isteriz ve hata payı küçüldükçe olasılık yükselir ve git gide 1’e yaklaşır (yakınsar) bu da kesinlik demektir. Bernoulli teoremi işte bu fenomenin veya olgunun içine deneme ya da gözlem sayısını katar ve şu sonuca varır: deneme sayısıyla varılan kesinlik oranı 1’e eşit veya az olmak zorundadır ve her zaman hata payı farkını içeren olasılıktan büyüktür. Şimdi de bunun matematiğine ve söze açıklamasına bakalım: Herhangi küçük bir e hatası olasılığı için, Ve herhangi küçük bir x farkı için, N sayıda deneme varır ve herhangi bir n denemesi n>N için, Olasılık 1-x ifadesinden büyüktür ve de Kesinlik olasılığı olan k/n, hatasız olasılık olan p’nin e değeriyle toplamına eşittir. Yani; Pr[(p-e) ≤ k/n ≤ (p+e)] > (1-x) Daha da açacak olursak; Hatasız olasılık + hata payı kesinliğe(1) eşit veya küçüktür o da hatasız olasılık – hata payına eşit veya ondan küçüktür ama tüm bu hepsi hata bpayı çıkarılmış kesinlikten büyüktürler ve hepsi de 1’e yakınsar ve 1 değeri civarındadır. 4.Bayes Teoremi (Kuralı) Bayes teoremi aslında temelde bize şunu söyler: bir şeyin olasılığını bilmek, ona bağlı olgunun var olma veya çıkma olasılığını etkiler. Şimdi Bayes teoreminin formülünü görelim: Pr(A) x Pr(K/A) Pr(A)= A’nın seçilme olasılığı Pr(A/K) = ------------------------------------------- Pr(B)= B’nin seçilme olasılığı Pr(A) x Pr (K/A) + Pr(B) x Pr(K/B) Pr(K)= Olgunun çıkma olasılığı Ben bu teoremin bir örnek üzerinden daha iyi anlaşılacağı kanaatindeyim. İki kutu düşünelim: A ve B. A kutusunun %80’i kırmızı ve %20’si beyazdır, B kutusununsa %60’ı beyaz ve %40’ı kırmızıdır. Biz A veya B kutusunu seçiyoruz ama gözümüz bağlı olduğu için hangi kutuyu seçtiğimizi göremiyoruz ve ardından bir top seçiyoruz ve topun kırmızı olduğunu görüyoruz ve o halde şunu soruyoruz: Bu topun A kutusundan seçilmiş olma olasılığı kaçtır? Bunu hesaplamanın en pratik yolu Bayes teoremini kullanmaktır. Şimdi teoremi kullanarak olasılığı hesaplayalım. Öncelikle A veya B’yi seçme olasılığım %50 veya 0,5’tir çünkü elimde 2 kutu var. O halde Pr(A)=0,5 ve Pr(B)=0,5 olacak. Şimdi A’daki kırmızıların toplam toplara oranı yani Pr(K/A) %80 idi bu da 0,8’e tekabül ediyor o halde Pr(K/A)=0,8 aynısını B içn baktığımızda oran %40 yani B’deki kırmızıların toplam toplara oranı 0,4 o halde Pr(K/B)=0,4. Şimdi toplam kırmızıların içinde, çekilen kırmızının A’dan olma olasılığı için yani Pr(A/K) ufak bir hesaplama yapıyoruz ve elimizdeki sayıları denkleme yerleştirdiğimizde bu oranın 2/3 olduğunu görüyoruz. Peki, bu durumun diğer kutunun oranını bilmekle ne alakası var? Aslında durum açık, siz A’yı seçtiğinizde B’deki kırmızı oranından kurtulmuş olmuyorsunuz, onu bilmek sizin A’yı seçmeniz halinde kırmızı gelme olasılığını etkiliyor eğer etkilemeseydi bu oran 8/10 yani %80 olurdu ancak bu haliyle 2/3 yani %66,666… İlgili olanlar yine aynı teoremi konu alan ve gayet eğlenceli olan Monty Hall problemine göz atabilir. 5.Güven ve Tümevarım Davranışı Önemli bir sorunun tam sırası: Bir argüman ne kadar delille desteklendikten sonra yani ne zaman “güvenilir” niteliği kazanır? Güvenilirliğin bir sayısı veya sınırı var mıdır? Bunu anlamak için öncelikle aralık tahminlerini anlamalıyız. Bir şeyin eğer tam sayısını bilemiyorsak ve tahmin edebiliyorsak bunu aralık vererek yaparız ve bunlara “aralık tahminleri” adı verilir. Mesela bir mango ağacının yaprak sayısını 236 ila 237 bin arasında diyerek belirli bir aralık değerine oturtabiliriz. Bir şeyin olasılığını çeşitli delillere dayandırarak bir güven aralığı bulmaya çalışırız. Mesela X sayıdaki örneklem (tekil örnek) için bu X’lerden kaçının Y olduğunu arıyorsak ve Y/X yani Y’lerin X’lere oranı da %p idiyse, %95 oranında doğru bir aralık vermek için %1 aşağı ve %1 yukarı hata payı bırakarak örneklem sayısını hesaplarız. Mesela 10.000 hasta var diyelim ve biz bunlardan %30’unun son evrede hasta olduklarını varsayalım o halde %95 doğruluk payıyla bu hastaların %29 ila %31 arası son evrededir deriz ve %5’lik bir hata payı bırakırız işte buna güven aralığı yöntemi denir. Peki, %99’luk bir güven oranına nasıl ulaşırız. Bunun da yöntemi basittir, bu sefer 1 aşağı 1 yukarı eklemek /çıkarmak yerine 3/2√n ekleyip çıkarırız bu da yaklaşık %1,5 ekleyip çıkarmak demektir. Böylece aralığı genişletiriz ve önceden kalan %5’lik kısmın yaklaşık %4’ünü bu yeni eklediğimiz (genişlettiğimiz) %3’lük alana dâhil etmiş oluruz. Aslında yaptığımız basit bir çan eğrisinin pik noktasını alıp daha sonra sağa ve sola doğru genişletmektir. İşte biz bu %99 isabet oranına sahip güven aralığına “kesin güven aralığı” denir. Bildiğimiz bu hata payı bırakarak yüksek doğruluklara ulaşma fikri Jerzy Neyman sayesindedir ve Neyman tümevarım olasılığının olmadığını buna karşın tümevarım davranışının olduğunu iddia etmiştir. Ona göre tümevarım davranışı güven aralıkları içerir ve hiçbir zaman tümevarım olasılığı gibi kesin doğruya ulaştığını iddia etmez. Ona göre tümevarım davranışında hiçbir zaman kesin bir olasılık ifadesi barınamaz, eğer ki barınırsa bu bütün örneklemleri test etmemizi gerektirir ki bu da genelleme mantığını devre dışı bırakır. Bu yüzden nokta tahmini adı verdiğimiz kesin olasılık tahminleri Neyman’a göre tümevarım mantığında yer bulamaz. Yani belirli bir sınır yoktur ama çan eğrisinde sağa veya sola gidildikçe güvenilirlik artar. 6.Nedensellik ve Tümevarım Kuralları Neden-sonuç bağlantısı yani nedensellik bilimler ve tümevarım mantığı için vazgeçilmedir çünkü tümevarım mantığında nedensellik bize şunu düşündürtür: ben bu topu yere attığımda her seferinde düşüyor, o halde bir sonraki atışımda da düşecek. J. S. Mill tümevarımla yakından ilgilenmiş ve tümevarım adına nedensellik bağlamında dört kural geliştirmiştir: Uyuşma Kuralı: Eğer X olgusu hep aynı a olgusuyla beraber ortaya çıkıyorsa muhtemelen a, X olgusunun nedensel nedeni veya sonucudur. Mesela X olgusu ilk kez ortaya a, b, c ile çıktı sonra a, d ile çıktı ve en son a, f, e ile çıktı, o halde a’nın X’in nedeni olduğunu söylemek makul görünecektir. Ancak bazen bu yöntem işe yarama mesela baş ağrısı olgusu ilk seferinde soğukta kaldığımda ve gezdiğimde oldu diyelim ve ikinci seferinde baş ağrısı bu sefer çok su içtiğimde ve gezdiğimde oldu ancak bu gezmenin baş ağrısı olgusunun nedeni olduğu anlamına gelmez. Fark Kuralı: Eğer X olgusunun ortaya çıktığı durumda olan ancak ortaya çıkmadığında olmayan yalnız bir olgu varsa bu olgu X’in nedenidir. Mesela X ilk ortaya çıktığında a, b, c ve d olguları var ancak çıkmadığında yalnızca a, c ve d olguları var o halde b olgusu X olgusunun nedenidir demek makuldür çünkü o olgunun çıkması durumunda yalnız o değişmiştir. Kalıntı Kuralı: X olgusunun yanında Y olgusu da varsa ve Y olgusunun nedenini biliyorsam ve X’inkini arıyorsam geriye de tek neden kalmışsa o neden X in nedenidir. Mesela X ve Y olgusu a ve b olgularıyla ortaya çıkıyor ve ben başka kurallar yardımıyla b’nin Y’nin nedeni olduğunu biliyordum o halde a, X’in nedenidir demek nedenselliğe dair makul bir savdır. Mesela Neptün gezegeninin bulunuşu bu kuralla aynı tümevarım kuralıyla olmuştur. Uranüs’e kadar olan yedi gezegenin hareketi başarıyla açıklanabiliyordu ancak Uranüs’ün hareketinde bir kalıntı vardı ve bu başka bir şeyin nedeni/ sonucu olmalıydı, o zamanlar Le Verrier yeni bir hipotez üretti ve bu hipotez yeni bir gezegen olan Neptün’ün varlığıydı. Birlikte Değişme Kuralı: Bir X olgusu değiştiğinde onunla değişen Y olgusu ya bu olgunun nedenidir ya da sonucudur. Gelgit olayı buna verilebilecek güzel bir örnektir. Ay’ın yörüngesinin değişmesiyle gelgitin yeri ve zamanı da değişir bu sebeple Ay, gelgitin nedenidir diyebiliriz. Ayrıca J. S. Mill nedenselliği fark kuralı üzerinden kanıtlamak istemiştir ancak fark kuralı da nedenseldir bu sebeple argüman döngüseldir ve geçersizdir. Bir de ufak bir sonsöz eklemek istiyorum. Öncelikle tümevarıma daha detaylı değinmek isterdim çünkü beş sayfa (ya da on) tümevarım mantığı için gerçekten az ancak tümevarım mantığı tümüyle olasılık ve psikolojiye dayanıyor ben de kendimin bu alanlarda yeterli bilgiye sahip olmadığımı düşünerek ve kitabı matematiğe boğmak istemediğim için bu şekilde sadece genel hatlarını çizmeye çalıştım. Umarım faydalı bir eser olmuştur, bu eseri yazım sürecim boyunca bana katlanma zahmetinde bulunan ailem ve arkadaşlarıma da teşekkürlerimi sunarım. Sağlıcakla kalın. Sevgilerimle, Mert Ali AYTAÇ
- Gerçekliğe Dair Birtakım Meseleler
1. Antik Yunan’da Gerçeklik Algısının Göreceliliği 1.1. Sofistlerin “İnsan her şeyin ölçüsüdür” gibi söylemleri felsefi açıdan ne gibi sorunlara yol açmıştır? Sofistlerin bu fikri birçok felsefi soruna yol açabilir, misal; ahlaki görecelilik veya etik yasalarının konulamaması, yargı ve yönetim fikrinde düzenin bozulması, bilginin tamamen öznel bir olgu olarak ele alınıp gerçek bilgiye ulaşılamayacağına dair sanı ve en önemlisi argümanın tüm bu septik (kuşkucu) yaklaşımının sonunda kendine yönelik dogmatik bir bakış içermesi. Bu teze karşı şu antitezler sunulabilir; · Eğer insanların her birinin görüşünde bir haklılık payı varsa nasıl ahlak yasaları koyabiliriz? Eğer cevap bazı doğal olgulara dayanıyorsa bu söylemle çelişiktir çünkü söyleme göre her şeyin ölçüsü doğa veya mekanik olgular değil insan ve insanın sahip olduğu subjektif bilinçtir. Eğer ahlak yasalarına gerek yok denirse bu sorunlu bir bakış açısıdır çünkü ardında bir gerekçelendirme yoktur ve gerekçelendirme olmaksızın bir şey felsefi bir anlam taşımaz, yalnızca dilsel bir yadsıma olarak kalır. · Argüman “insan her şeyin ölçüsüdür” derken septik bir tavra sahip ve bu bakış açısını kabullenmeniz için bunu bir dogma veya kesin bilgi olarak ele almanız gerekiyor. Dolayısıyla “her şeyde ölçü insansa ve mutlak bilgi yoksa; bu bilginin ölçüsü de insandır” ve bunu kabul etmeyenler edenler kadar haklı olacaktır. Sonuç olarak bu bilgi de doktrin doğrultusunda oldukça problematik bir konuma sürüklenir. Platon bunu Theaitetos 171’de şöyle dile getirir: “Sokrates: Protogoras’a göre tüm insanların düşünceleri doğruysa kendisi hakkında farklı görüşte olanların da doğru olduğuna yani kendisinin yanlış olduğuna inanıyor demektir.” · Ahlakın ve bilginin göreceliliği yokluğuna eşdeğerdir. Dolayısıyla sofist göreceliliği üzerine ahlak veya bilgi kuramı inşa edilemez. Ayrıca sofistler insan algılarının göreceliliğinden yola çıkarak bu fikri geliştirmiştir ancak bu varlığın reddini gerektirmez aynı Berkeley’de veya Husserl’de olduğu gibi. 1.2. Sofistlerin göreceliliğine karşı “İdealar Kuramı” ve Platon’un felsefesi ne kadar başarılı olmuştur? Ø Platon (Devlet V- 477a) “Sokrates: Kesinlikle var olan her şey bilinebilir. Hiçbir türlü var olmayan şeyse hiçbir türlü bilinemez.” Parmenides (DK B2.3-8) “İlki şu: “Vardır”, oysa “değil var” değildir, inandırıcılığın güzergahı budur. Öbürü ise şu: Hem “değil var” hem “var olmayan” mecburi ama sana gösteriyorum bu irdelenemez bir çığır. Zira ne bilebilirsin var olmayanı ne de gösterebilirsin onu.” (DK B6.1) “Mecburendir varlığın var olduğunu söylemen ve düşünmen, var zira varlık.” Gorgias (DK B3) “Hiçbir şey var değildir; var olsaydı bile bilinemezdi, bilinebilseydi bile başkasına anlatılamazdı.” Sofistlerin arasında da görüş farklılıkları olmakla birlikte burada üç alıntıyı yorumlayacak olursak Gorgias’ın varlığın varlığını reddetmesinin sebebi şudur; Bir şey eğer varsa; a) Ezeli ve ebedi olmalı b) Başka bir şeyden var olmalı c) Her ikisi birden (kendi içinde muhal)Bu noktada ezeli ve ebediyse sınırsızdır ve yeri yoktur, bu yüzden varlık değildir, yeri varsa sınırlıdır o halde başka bir şeyden meydana gelmiş olmalı ama onun için de bu durum geçerli o halde varlık yoktur. [1] Bu temellendirmedeki aksiyom açık bir biçimde örtük “Varlık yer kaplamak zorundadır” ifadesidir. Dolayısıyla biz bugün karanlık enerji gibi yer kaplamadığını düşündüğümüz olgulara sahibiz ve bunlara “varlık” diyoruz, veyahut bilinçle ilgili birtakım süreçlere de aynı ifadeleri kullanıyoruz. Ayrıca Gorgias’ın bu kuramı kendi göreceli algı temelli epistemik doğruluk kuramını ihlal eder çünkü insan her şeyin ölçüsüyse var vardır diyen birisi de haklıdır ve ayrıca aksiyomatik bir kuram inşa etmek sofistler için mümkün değildir. Bu noktada Platon ve Parmenides’in dayandığı “Varlık vardır ve bilinebilir, yokluk yoktur ve bilinemez.” İfadesi felsefede temel bir aksiyomdur. Epistemik bir iyimserliği ve bilgi kuramı temellendirmesini içeren bu kuram uzun bir süre idealar kuramıyla birlikte kabul görerek sofistlerin fikirlerine kıyasla üstün gelmiştir. Misal İslam filozoflarının bir kısmı “var vardır” dan yola çıkarak dedüktif ve aksiyomatik bir sistem kurarlar ve bilginin bilinebileceğini söylerler. [2] Bu da Platon’un sofist göreceliliğine olan üstünlüğünün bir temsilidir. Ø Platon (Theaitetos 151) “Theaitetos: Bence bilgili insan bildiği şeyi algılayan insandır, evet bilgi algıdır. (…) Sokrates: Protogoras’a göre her şeyin ölçüsü insandır, var olanların da yok olanların da.” (Theaitetos 163) “Sokrates: Barbarların dilini öğrenmedik ama biliyoruz diyor muyuz? Konuştuklarını duysak da anlamıyoruz.” (Theaitetos 186) “Sokrates: Gerçeği bilmeyen de asla bilgiye sahip değildir.” (Theaitetos 201) “Sokrates: Bir şeyin ispatı yoksa bilinemez.” Platon’a göre bilgi aynı modern epistemolojide olduğu gibi “gerekçelendirilmiş doğru inançtır”. O episteme (kesin bilgi) ve doxa (sanı, tahmin, inanç) arasında ayrım yapar. Eğer elimizde gerekçelendirilmiş ve doğru olduğu kabul gören bir inanç varsa bu bilgidir. Platon’a göre gerçek olan idea dünyasıdır, aynen mağara alegorisinde bahsettiği gibi (Bkz. Devlet VII- 514a-541b) Yeti sayesinde deney ve gözlemle algıyı elde ederiz, bu algı ideaların yansıması olan nesnelere ilişkindir ancak bunlar “gerçek” olmaktan uzaktır bu yüzden “doğru” veya “hakiki” değildirler ve doxa olarak sınıflandırır Platon onları. [3] İşte bu yansımaların olduğu alan “Görülen”, ideaların olduğu alan “Düşünülen” alandır ve Platon’a göre ideayı ruhla gerekçelendirip onların kesin olduğunu kabul ederek doğruluğunu varsayarsak kesin bilgiye yani epistemeye ulaşırız. [4] Sofistler Platon’un da beyan ettiği üzere her şeyin ölçüsünün insan olduğunu kabul ederek epistemik gerçekçiliği reddederler. Platon’sa bilginin elde edilebileceğini düşünür, bilgiyi tanımlar, gerekçelendirir ve en sonunda sofistlerin algı temelci yaklaşımına karşı algının bilgiyle bağlantılı olmadığını sağlam ( sound ) argümanlarla sunar. Ø (Theaitetos 154) “Sokrates: Herhangi bir renk adı söylediğimizde gören ya da görülen şeyi değil, ikisi dışında farklı bir noktaya dikkat çekiyoruz.” (Theaitetos 185) “Sokrates: Ruh ortak olan şeyleri kendi gücüyle kavrayabilir.” Platon, yetinin anlamlandırma, tanıma ve bilme gibi yönlerini ruhtan, ruhun da idea dünyasından aldığını savunur. Ona göre tek hakikat bu idea dünyasıdır ve ruhun o dünyadaki şeyleri öğrenmesiyle zihinsel birtakım süreçler işler. Burada aslında ideaların bilgisi tüm kalemlerdeki ortak “kalem ideası” üzerinden her birine “Kalem” adını verebilmektir. Ruhun bu bilgiyi edinimiyle ilgili Platon, Menon’da önceki hayatlarımızdan miras kalan idea bilgisini hatırlama ( recollection veyahut anemnesis ) kuramını ortaya atar. Bu örtük bilgileri hatırlarız ve öğrenmiş oluruz. [5] Platon bunu Sokrates’in bilgisiz bir köleye geometri sorusu çözdürmesiyle aynı diyalogda aktarır. Ayrıca Phaidon’da bu “Doğuştan İçerik” kuramına daha detaylıca değinir ve bedenden her bir kaçışımızda tüm idea bilgisine ulaştığımızı söyler. [6] Platon epistemik olarak iyimserdir ve bilgiye ulaşabileceğimizi hatta nasıl ulaşabileceğimizi dahi söyler ve kuramı derin bir temellendirmeye sahiptir ancak sofist göreceliliği yalnızca algı farklılıklarından yola çıkar ve temellendirmede bulunmayarak problematik bir kuram inşa eder. Bugün hala Yeni-Platonculuk (Neoplatonizm) revaçtadır bu yüzden, misal ahlakı temellendirme konusundan kaçınan bazı ateistler (örneğin Iris Murdoch, Thomas Nagel vb.) neoplatonizmi takip ederler hatta bu onların ateist çevrelerde materyalist anlayışın dışına çıktıkları için “ateist” sayılmamalarına neden olur. Erken Yeni-Platonculuk (Plotinos vb.) ve Modern Yeni-Platonculuk (R. M. Hare vb.) sofistlerin görüşlerinden etkilenip epistemik anarşizme veya epistemik kötümserliğe kapılan filozoflardan tarih boyunca daha önde olmuştur, bu da Platon’un derin temellendirmelerinin başarısını gösterir. Ø (Theaitetos 176) “Sokrates: Eğer bir insan biliyorsa bu bilgelik ve erdemdir, bilmiyorsa kötülük ve erdemsizliktir.” Platon’a göre erdemler bilgidir ve kötülük bu noktada cehaleti simgeler. Platon’a göre erdem öğretilebilirdir ancak yine de öğrenip öğrenmemek muhatabın tercihindedir. Aslına bakarsak erdemin öğretilebilir olduğunu savunan pozisyonu yalnızca Platon paylaşmıyor, sofistler de bu kanaatteler ancak bu Platon’a kıyasla onlar için daha problematik. Bu problemlerin kaynağı “her şeyin ölçüsünün insan” olması. Yani her şeyin ölçüsü insansa neden bencilliği savunan insanların erdemi olan bencillik yerine özgecilik öğütlenir? Bu tavırları dogmatik olmakla birlikte dogmalardan kurtulmaya çabalayan sofistlerden ziyade Platon tarih boyunca aynı pozisyonda olmalarına rağmen daha çok rağbet görmüştür. Yani Platon bilgiye dair dört konuda da sofistlere kıyasla daha başarılı olarak kabul edilebilir: 1. Bilginin Mümkünatı 2. Bilginin Mahiyeti 3. Bilgiye Ulaşma Yolu veya Yolları 4. Bilginin Öğretilebilirliği 1.3. Platon’un “İdealar Kuramı’nı kabul etmeden ne bilim ne felsefe yapabilirsiniz” sözünden kasıt nedir? “Sofist göreceliliği” baz alınarak bilim yapılması mümkün müdür? Buradaki kasıt aslında Platon’un kurduğu aksiyomatik dünyaya yöneliktir. Aksiyom veya ön kabul, gerekçelendiremeyeceğiniz ve “Niye kabul edeyim ki?” veya “Niye kabul etmeyeyim ki?” diye soramayacağınız önermelerdir. Bilim ne kadar “nesnel” kabul edilse de bilim yapmak için de birtakım felsefi ön kabuller gerekir, hatta bunlar kişinin inanç, kültür ve sosyokültürel konumuna göre farklılık gösterebilir. Bu bilimi öznel bir faaliyet haline getirir. Misal ünlü bilim felsefecisi Alexander Koyré “Bilimin yalnızca birtakım ussal süreçlerle ortaya çıkmadığını, bunların temelinde birtakım us dışı, mantık dışı, bilim dışı öğelerin; metafizik, dinsel, gizemci öğelerin bu süreçlerde yer aldığını” ileri sürmüştür. [7] Aynı şekilde Levi-Strauss’un “yapı” ve Foucault’un “episteme” kavramları kültürel bir takım ön kabuller üzerinedir. [8] Dolayısıyla zihni her türlü bilgi ve aksiyomatik dogmadan arıtamayacağımız için bilim özneldir ve bu öznelliği aşmak bir yöntem, bir tanım ve bazı genel ön kabuller gerektirir. Aksiyomlar olmaksızın sistem kendi kuyruğunu yutan bir yılan gibi kendi kendini yok eder, sofistlerde olduğu gibi. Bilim felsefesinin amacı tartışmalı bir konudur ancak Talip Kabadayı ilgili eserinde bilim felsefesinin asıl amacının “Bilim nedir?” sorusuna cevap vermek olduğunu söyler. [9] Buna aslında bilimi “anlamak” da denilebilir. Bu alan aslında bilim ve felsefeyi ayırıp nasıl bir yöntem, tanım ve ön kabul dizisi kabul edeceğimiz üzerine tartışır. Hans Reichenbach’ın uzlaşımcılığıyla ortaya çıkan bir akım, Viyana’da “mantıksal pozitivizm” adıyla yeniden canlanmış ve metafizik bilgiyi reddederek yalnızca bilimsel bilginin değerli olduğunu ve felsefeyi “bilimsel yöntemle” yapmamız gerektiğini savunmuşlardır. Misal Viyana çevresinin kurucusu sayılan Moritz Schlick (bir fizikçi ve felsefe profesörü) bilgiyi şu sözleriyle tanımlar: “Her bildirim bir olgunun ifadesidir ve bunlar bilgiyi temsil ederler.” [10] Schlick bu ifadesinin öncesinde bu söylemini açar ve kavramın, olgunun akıldaki simgesi; bildirimin ( statement ) de kavramlar arasındaki düzenli ilişkilerin ifadesi olduğunu söyler. Yani Schlick aslında basitçe şunu söyler: olguların algıdaki karşılıkları ve bu karşılıkların düzenlilikleriyle yarattığımız ifadeler bilgidir. Bu “olguya dayandırılan bilgi” tamamen felsefi bir ön kabuldür ve bir tür bilim sisteminin temelinde yatar. Ardından Schlick bu fiziksel olgusallığı şu ifadeleriyle daha da ön plana çıkarır: “Nitekim bilgi, özünde dünyanın düzeninin ve yapısının yeniden üretimidir; bu yapının özü ya da içeriği bilginin bir parçası olamaz, çünkü bir ifade nihayetinde, ifade edilen şeyin kendisi değildir. Bu yüzden içeriği ifade etmeye çalışmak anlamsız bir eylemdir. Bu da esas ‘varlığın özünü’ bilebilmesini amaçlayan her tür metafiziğin kabul edilmeme gerekçesini açıklamaktadır.” Schlick’in bu anlatımını şöyle örneklendirebiliriz: Bir harita, bir ülkenin nehirlerini gösterir; ama ne kadar detaylı olursa olsun, harita yağmurun kokusunu, toprağın dokusunu, nehrin çağlayan sesini taşıyamaz. Yani öz ile ifade farklıdır, harita nehirleri gösterir ama nehirden akan suyun yapısını anlatamaz, bu da şu demektir; olgunun (nehir) bilimsel ifadesi (harita) onun özünü (gerçekliğini) vermez ama özü bulmak için metafizik kavramlara başvurulmamalıdır. Öze bilgiyle ulaşılamaz ancak öze ulaşamamamız bir olumsuzluk vs. değildir, yalnızca dilimizin sınırlılıklarından kaynaklanır. Bu yüzden bilimsel bilgi değerliyken metafizik “bilgi” değersiz ve kaçınılması gereken bir şeydir. İşte Schlick bu sınırlılıkları ve deney-gözlemin önemini şöyle ifade eder: “İnsani yetersizlikler onu fiilen takip edişimiz hususunda önümüze engel olarak çıkması muhtemeldir. Bütün bu durumlarda daima doğrudan doğruya yaşanmış bir tecrübeye ( Erlebnisse ) imkân veren, doğrudan doğruya olarak gözlemlenebilen bir gidiş ( comportement ) manzarası altında görünecek bir soruşturma eylemine ulaşılacaktır. Gerek günlük hayatta gerek ilimde herhangi bir önermenin doğruluğu başka şekilde ispat edilemez. Gerçeğin gözlemden yani deneysel bilim vasıtalarından başka kontrolü yoktur ve nihayet her bilim- yani ilmin içeriği, bir bilgi sistemiyle deneysel bir surette ( forme ) doğru olan anlatım ( énoncé ) sistemi ile vardır. (…) Onun dışında felsefi hakikatlere özgü ayrı bir saha aramamalıdır. Felsefenin kendisi bir önermeler sistemi değildir. O bir ilim değildir.” [11] Schlick burada bahsettiğimiz dilsel sınırlılıklardan ve bir önermeyi ancak bilimselse bilimsel yöntem kullanarak ispat edebileceğimizi söyler, ona göre gerçek ancak deney ve gözlemle anlaşılıp formüle edilebilir. Felsefeyi burada bilimden ayrı bir konuma yerleştirir. Ancak felsefeyi her bilimin başlangıcı ve sonu olarak gören Schlick onu metafizikten arındırma niyetindeydi. Metafiziğe karşı değildi ancak onu yöntemsel olarak kullanmaktan kaçınıyordu. Bunu şöyle ifade eder: “Felsefe, önermelerin ( proposition ) manasını keşif ve ispat etmeyi kendine hedef edinen bir faaliyettir. Bunların doğru olup olmadıklarını kontrol etme işi de bilime düşüyor. (…) Kısacası o bütün bilimsel bilginin alfa ve omegası- başlangıcı ve sonudur. (…) Temelin ‘felsefi prensiplerden’ ibaret olması ve sonunun da bu defa ‘metafizik’ adıyla süslenmiş olarak diğer felsefe prensiplerinin kubbesinden ibaret bulunmaması gerektiğine inanılarak hataya düşülüyordu.” [12] Schlick bir başka eserinde bilginin mümkünatına dair şunları sarf eder: “Bu nedenle bilginin doğasına özgü olan şey, tam da her zaman aynı zamanda zaten bir ifade ya da simgesel temsil olan bu simgesel adlandırma veya eşgüdüm ilişkisidir. Böylece bilgi tam olarak ( par excellence ) iletilebilir; tüm bilgi iletilebilir ve iletilebilen her şey bilgidir.” [13] Bu Gorgias’a açık bir karşı çıkıştır ve Schlick bununla beraber bilgiye dair üçüncü temel ön kabulüne de yer verir. Ona göre bilgi iletilebilir ve edinilebilirdir. Bir de alışkanlık ( acquaintance ) veya deneyim/tecrübe vardır ki bu iletilemez yalnızca içsel olarak deneyimlenir ve tam manasıyla dilsel olarak ifade edilemez ve bu tür deneyimleri sorgulamak veya özüne ulaşmak adına sorular sormak da anlamsızdır. [14] Hatta metafizik bu anlamsız sorulara cevap ararken ortaya çıkar. [15] Ve bilginin mahiyetine dair son ön kabulünü de yapar Schlick: “Kulağa ne kadar paradoksal gelse de, günlük hayatın en yaygın ifadelerinden bilimin en karmaşık iddialarına kadar tüm ifadelerimizin yalnızca dünyanın biçimsel ilişkilerini yansıttığı ve bunlara deneyim niteliğinden kesinlikle hiçbir şey girmediği kelimenin tam anlamıyla doğrudur. (…) Dolayısıyla tüm bilgi, doğası gereği biçimlerin ve ilişkilerin bilgisidir, başka bir şey değil. Bilgiye veya kelimenin salt mantıksal anlamıyla yargıya erişebilenler, yalnızca tanımlanmış anlamdaki biçimsel ilişkilerdir. Bununla birlikte, içeriğe ait olan ve yalnızca özneye ait olan her şeyin artık onlarda mevcut olmaması gerçeği sayesinde, bilgi ve yargı hem benzersiz bir avantaj elde eder, zira gerçeklikleri artık subjektif olanla sınırlı değildir.” [16] Burada Schlick basitçe doğuştan ( a priori ) bazı bilgilere sahip olduğumuzu rasyonalistler gibi kabul eder ve ön kabullerini bu bilgilere dayandırır, deneyim bilgisini bu bilgiyle gerekçelendirip nesnel ve reel bir dünyanın kabulüyle bilimsel yöntemini inşa eder. İşte klasik empiristlerden bu noktada ayrılıp aynı Kant’ın kritisizmi gibi ikisini harmanlar ve bu gerekçelendirmelerle mantıksal bir gerekçelendirme iddiasında olduğundan kendi görüşünü “mantıksal pozitivizm” ( logical positivism ) veyahut “mantıksal empirizm” ( logical empricism ) olarak niteler. O halde şimdi bir fizikçi yani bir bilim insanı ve aynı zamanda bir felsefeci olan Schlick’in ön kabullerine/aksiyomlarına bakalım: 1. Bilgi ifade edilebilir, aktarılabilir ve öğretilebilir 2. Bilgi mantık ve matematikle ifade edilebilen ve dile getirilebilen biçimsel (soyut) ilişki ve ilkelerin tümüdür 3. Bilgi kategorisine girmeyen ve tam olarak diğer zihinlerle korelasyon kurulup aktarılamayan deneyim ve tecrübenin niteliği bilginin ötesindedir dolayısıyla ifade edilemez ve metafizikle açıklanmaması sadece öyle kabul edilmesi gerekir 4. Gerçek dünyaya ilişkin olguların bilgisi biçimsel ilişki ve ilkelerin bilgisiyle temellendirilir ve deney-gözlemle ispatlanır, doğrulanır veyahut onaylanır ( confirmation ) 5. Doğuştan bazı bilgilere sahibizdir Burada bilginin yöntemini, mahiyetini, mümkünatını ve kaynağını veren Schlick buradan bir bilimsel yöntem ve epistemoloji inşa eder. Buradaki tüm alıntılar ve Schlick örneğinin amacı tam olarak buydu, aksiyomatik davranmadan bilim veya felsefe yapamazsınız, yaparsanız içeriği boş ve temeli sağlam olmaz. Ayrıca bu aksiyomatik tavrın zorunluluğu bize bilimin dogma (sarsılmaz ve değişmez bilgi) içermeyen, tamamen nesnel ve kesin bir alan olduğu söyleminin aksini ispatlar. Üstüne üstlük bu aksiyomlar değişip kendilerini yeni paradigmalara da bırakabilirler. Misal Whewell’den miras kalan ve Schlick’in de zamanında paradigma olan doğrulamacılık, bilimsel (sentetik) önermelerin kanıtlanabilir (apodiktik) olduğunu varsayarak bir nedensellik ( causality ) ortaya koyar ancak ardından gelen Karl Popper Bilimsel Araştırmanın Mantığı adlı eserinde yanlışlamacılığı ( falsibility ) yani bilimsel önermelerin ispatlanamayacağı yalnızca yanlışlayarak yerine yenisini koyabileceğimiz görüşünü ortaya atmıştır. Ona da karşı çıkan Paul Feyerabend yöntemsel anarşiyi savunmuş ve “ anything goes ” (ne uyarsa) ilkesiyle tüm yöntemlere savaş açmıştır. [17] Buradan da anlaşılacağı üzere bilimin yöntemine dair veya bilimi bilim olmayandan ( pseudo-science ) neyin ayırdığına dair bir kanaat birliği yoktur. Bilim özünde subjektif bazı kabullere dayanan öznel bir eylemdir ve aksiyomatik tavırdan bağımsız yürütülemez. Bu yüzden dogmatik bilgi anlayışından kaçındıklarını söyleyen sofistlerin göreceliliği bilime elverişli değildir. 2. Modern Felsefede Bilgi ve Gerçeklik Arasındaki İlişki 2.1. Descartes’ın “Düşünüyorum, öyleyse varım” önermesi gerçekliği nasıl temellendirir? Şüpheci tutum bilimin ilerlemesini nasıl etkiler? Descartes, bu savı öne süren ilk kişi değildi, bu savın geçmişi Parmenides’e dek sürülebilir. Parmenides şunu der: “Zira özdeştir düşünme ile var olma.” [18] Bu eski savı Descartes emin olabileceği bir bilgiden yola çıkarak bir bilgi felsefesi kuramı inşa etmek istediğinden yapmıştır. O bir septik değil, yöntemsel septiktir hatta kendisi bunu şöyle dile getirir: “Sadece şüphe etmek için şüphe eden ve her zaman kararsızmış gibi görünen septiklere öykünüyor değildim; zira tam tersine, tüm amacım, yalnızca emin olmaya ve kayayı veya kili bulmak için toprağı ve kumu bir kenara atmaya yönelikti.” [19] Descartes bunu yapar, tüm bu yanıltıcı verilerin kaynaklarını görmezden gelir; bahsettiğim bu kaynakların başını da duyu verileri ve algılar çeker. Sonra bir meditasyon haline bürünüp düşünür ve şunları der: “Beni yanıltmak için tüm hünerlerini kullanan, güçlü olduğu denli hilekâr ve aldatıcı bir kötü cinin olduğunu farz edeceğim. Gökyüzünün, havanın, yeryüzünün, renklerin, şekillerin, seslerin ve dışımızda görüp duyduğumuz her şeyin, sadece bu kötü cinin çabuk kanan yanımı tuzağa düşürmek için kullandığı yanılsamalar ve aldatmacalar olduğunu düşüneceğim. Kendimi de elleri, gözleri, teni, kanı, hiçbir duyusu olmadığı halde hatalı bir biçimde tüm bu şeylere sahip olduğuna inanan bir varlık olarak göreceğim. Bu düşünceye inatla bağlı kalacağım; zira bu yolla herhangi bir hakikatin bilgisine ulaşmak gücüm dahilinde olmasa bile, en azından yargılama yetimi askıya almak benim elimdedir. Bu nedenle, inandığım şeyler arasına hiçbir yanlışlığın girmemesi için büyük bir özen göstereceğim ve zihnimi de o büyük aldatıcının her türlü hilesine karşı öyle iyi hazırlayacağım ki, ne kadar güçlü ve hileci olursa olsun, bana asla herhangi bir şeyi zorla dayatamayacak.” [20] Daha sonra Descartes kötü cininden kurtulmanın yolunu bir cümlede bulur ve şöyle der: “Eğer kendimi bir şeye inandırmışsam ya da sadece herhangi bir şeyi düşünmüşsem, kuşkusuz vardım. Ama bir de tüm hünerini beni hep kandırmak için kullanan çok güçlü ve çok kurnaz, ne idüğü belirsiz bir aldatıcı var. Eğer beni aldatıyorsa, öyleyse var olduğuma hiç kuşku yok; istediği kadar aldatsın beni, ben bir şey olduğumu düşündüğüm sürece, bir şey olmamamı asla sağlayamayacaktır. Öyle ki, her şeyi iyice düşünüp özenle inceledikten sonra; ‘benim, varım’ önermesini her ileri sürüşüm ya da zihnimde tasavvur edişimde onun zorunlu olarak doğru olduğu sonucuna varmak ve bunun değişmez olduğunu kabul etmek gerekir.” [21] Descartes burada cogito ergo sum diyerek kötü cini alt eder ve bu varlığın ne olduğunu yani mahiyetini tanımlamaya girişir: “Benim, varım: bu kesin, ama ne kadar süre için? Ancak düşündüğüm sürece; zira ola ki düşünmeye son verseydim, aynı zamanda olmaya ya da var olmaya da son verirdim. Şimdi ille de doğru olmayan hiçbir şeyi kabul etmiyorum: Öyleyse ben, kesin olarak söylersek, sadece düşünen bir şeyim; yani bir zihnim ( espirit ), bir anlığım ( entendement ), ya da aklım ( raison ); ama bunlar önceden bana yabancı olan terimler. Oysa ben gerçek ve gerçekten var olan bir şeyim, iyi de nasıl bir şey? Söylediğim gibi, düşünen bir şeyim.” [22] İşte tam da bu noktada Descartes düşünmek veya bilişsel ( cognitive ) aktivitede bulduğu gerçekliğini ve benliğini, bu aktiviteler zihin, anlık veya akılda gerçekleştiğinden gerçekliğini ve benliğini tüm bu araçların kaynağı olan ruha atfeder. Böylece bir düalizm yaratır ve beden ile ruhu ayrı iki olgu olarak kabul eder. Rasyonalizm akımının kaynağı burasıdır: gerçeklik ve benlik akıldadır, ruhtadır. Beden ise ona göre bir makine veya otomattan ibarettir, bu fikrini şöyle ifade eder: “Ancak çok az parça kullanarak farklı otomatları veya hareket eden makineleri ne kadar yapabildiğini bildiklerinden, bu bedeni, Tanrı’nın elleriyle yapılması nedeniyle, insanlar tarafından icat edilmiş herhangi bir makineden karşılaştırılamaz bir biçimde daha iyi düzenlenmiş ve en hayranlık verici hareketlere bizzat sahip bir makine olarak görecek kişilere tüm bunlar hiçbir şekilde tuhaf gelmeyecektir.” [23] Beden bir makinedir ve akıl veya ruh gerçeğin ve benliğin özüdür, bilginin kaynağıdır. Descartes anlatıldığı gibi tüm bilgilerin doğuştan ( a priori ) olduğunu söylemez, sonradan ( a posteriori ) bilgi de mümkündür ancak tüm bilgilerimizin özü doğuştan olanlarda saklıdır, şöyle der Descartes: “Bu ilkelerin başka bir yerden değil ruhlarımızda doğal olarak bulunan bazı hakikat tohumlarından elde edilebileceğini hiçbir zaman göz ardı etmedim.” [24] Hatta deneysel bilginin adını zikreder ve şunları der: “Öyle ki, bundan böyle, deney ve gözlem gerçekleştirme konusunda az veya çok kolaylığa sahip olmama göre, doğanın bilgisi konusunda az veya çok ilerleyeceğim.” [25] Ona göre doğanın bilgisi ancak deney ve gözlemde saklıdır ancak bu bilgilerin özü yine doğuştan gelen formel bilgilerde yatar. Buradaki bir diğer önemli mesele “gerçeklik” meselesidir. Descartes’e göre algılananla var olan aynı değildir, bunu şöyle ifade eder: “Buradaki planım ışığı tartışmak olduğundan, dikkatinizi çekmek istediğim ilk şey, ışığa dair duyumumuz yani gözlerimiz aracılığıyla hayallerimizde oluşan fikir ve içimizdeki bu duyumu üreten nesnelerdeki şey, yani bir alev veya güneşteki ‘ışık’ denilen şey arasında fark olabileceğidir.” [26] İşte burada realizm problemiyle karşılaşırız. Pyrrhon ile başlayan kuşkuculuk akımını benimseyenler bilgilerin doğruluğuna veyahut yanlışlığına ulaşamayacağımızı bu yüzden yargılarımızı askıya alıp ( epokhe ) iç huzura ( ataraxia ) ulaşmamız gerektiğini savunurlar. [27] Onlara göre gerçekliğe dair hiçbir bilginin doğruluğunu bilemeyiz, her biri birer sanıdır. Deminki cümlede bahsi geçen önermenin dogmatikliğinden kaçınmak ve tam anlamıyla kuşkucu olabilmek için bunun geçmiş deneyimlerimize dayanan, ihtiyaca yönelik ve kişisel bir yaşam tarzı olduğunu söylerler ancak bu onları ya giriştikleri felsefi tavırdan yoksun bırakır ya da dogmatikleştirir. Aynı sofistlerde olduğu gibi, dogmadan kaçınmaya çalışan septikler de kendilerini yok ederler, Hegel bunu şöyle dile getirir: “Kuşkuculuk kendi temelini de yok ederken üzerine bastığı zemini de dinamitlemektedir.” [28] İşte bu noktada tam anlamıyla bir bilimsel yöntem, bilgi kuramı veyahut ontoloji inşa etmek için gerçekliği temellendirmek gereklidir, kuşkuculuk (en azından Eski Çağ kuşkuculuğu) bilime uygun değildir, aynı sofistlerin rölativizminin bilim yapmaya uygun olmaması gibi. Dogmatiklikten ve aksiyomlardan kaçınan her türlü kuram bir noktada kendisiyle çelişmeye ve sistemsel bir kuram oluşturamamaya mahkumdur. İşte bu noktada bilim felsefesi ve epistemolojide iki farklı akım ortaya çıkar: realizm ve anti-realizm. Ne kadar kendi içlerinde alt başlık ve savunulara ayrılsa da belli başlı gruplarda toplayabiliriz bu konudaki görüşleri [29] ; · Gerçekçilik ( realism ): Bilimdeki teoremler “yararlı kurgular” değildir, doğrudan gerçeği temsil ederler. Gözlemlenemeyen veya deneyle onaylaması/yanlışlaması yapılamayan bilimsel fenomenler kabul edilmelidir çünkü bu tarihsel süreçte “mucizeye yer yoktur” ( no miracle argument ), bilimsel teorilerimizin veya gözlemini en azından elimizdeki şu anki teknolojiyle yapamadığımız olguların bu denli tutarlı sonuçlar doğurarak bizi teknikteki gelişmelere sürüklemesi tesadüf olamaz. Ayrıca yalnızca gözlemlenebilir varlıkları kabul etmek DNA veya elektron veyahut karanlık enerji gibi olguları dışlamak ve başarılı olguları heba etmek demektir. Aslında tam olarak böyle bir savunusu vardır gerçekçilerin. En büyük sorunlarıysa bilimin yöntemi olan empirist epistemolojiyi ve deney-gözlemin önemini bu görüşle nasıl bağdaştıracaklarıdır çünkü empirist-epistemolojide bilgi, deney ve gözleme dayalı olandır ancak deney ve gözleme dayanmayan olgular bilgi olmadıkları için nasıl nesnesi bilgi olan bilimin kapsamında yer alabilirler? Bu büyük bir sorundur. Bundan ötürü “yapısal gerçekçilik” adlı bir alt akım doğmuştur. Ayrıca “en iyi açıklamayı seçme” olgusu onun gerçekçiliğine zarar vererek bir yönden “En iyi açıklamayı (uzaklaşma veya abduction ) seçiyorsak neden araçsalcı değiliz?” sorusunu doğurur. Gerçekçilik akımının başlıca savunucuları: Hilary Putnam, Richard Boyd, Stathis Psillos ve J. J. C. Smart’tır. · Yapısal Gerçekçilik ( structural realism ): Bilimin olgular hakkındaki deney ve gözleme dayanan saptamaları şüphelidir, gerçek olan matematiksel yasalar ve biçimsel ilişkilerdir, bunlar doğrudan gerçektir. Dolayısıyla bilgi gerçeğe dair olduğundan yalnızca “yapıları” bilebiliriz. Buradan şu anlaşılır, gözlemlenmeyen bilimsel fenomenlere inanmak opsiyoneldir hatta inanılmaması daha makuldür. Bu noktada empirist epistemolojiyle kapı aralar ancak hala “en iyi açıklama” olgusuna sahipken araçsalcılığa karşı bir tavır olarak değerlendirilemez. Bu akımın başlıca savunucuları: John Worall (Epistemik olarak), James Ladyman ve Steven French’tir (Ontolojik olarak) · İnşacı Empirizm ( constructive empricism ): Teorilerin yalnızca gözleme dair olan sonuç ve olgularına inanmak yeterlidir, gözlemlenemeyen olgulara dair önermeler kabul edilmek zorunda değildir yani ontolojik bir taahhüt vadetmezler. Teorinin amacı gözlemlenebilir olgularla uyumu yakalamak ve onları doğru bir yöntemle açıklamaktır. Bu noktada empirist epistemolojiyle uyum sağlar ancak yapısal gerçekçilikten farklı olarak sadece yapıları değil olguları da gerçek kabul eder. Yine araçsalcılığa karşı bir tavır değildir, en iyi açıklamayı seçmeye odaklıdır. Mantıksal pozitivist ve empiristler çoğunlukla bu görüşe eğilimlidirler. Başlıca temsilcisi Bas van Fraassen’dir. · Araçsalcılık ( instrumentalism ): Teorilerin doğruluğundan bahsedilemez, onlar sadece kullanışlı araçlardır, önemli olan doğrulukları değil işlevsellikleridir. Bilim gerçeğe erişemez sadece bize bazı öngörüler sağlar ve teoriler aslında gerçekliğin öngörüsünü oluşturan simgesel yapılardır. Gerçeklikçilikten uzak ve anti-realizme dahil kabul edilen bu görüş teorilerin kısmen gerçeği yansıttığını ve kurgusal değil, gerçeğin basit bir simgesi olduğunu söyler. Ayrıca test edilemeyen hipotezler anlamsızdır yani gözlemlenemeyen olgular bu noktada gereksiz kabul edilir. Mantıksal pozitivist veya empiristlerin bir kısmı da bu görüşe sahiptir. Bir gerçekçi olan Alan Musgrave bu görüşü “Neden işe yarıyorlar?” sorusunu cevapsız bıraktıkları için eleştirir çünkü işlevsel olmalarının anlamı onların gerçekçiliğinde yatar. [30] Başlıca temsilcileri: Ernst Mach, Pierre Duhem, John Dewey ve Karl Pearson’dur. · Kurgusalcılık ( fictionalism ): Anti-realizmin en belirgin ve radikal formudur. Bu görüşe göre teorik (gözlemlenmemiş) varlıklar yalnızca birer işlevsel kurgudur ve teorilerin hepsi gerçekliği anlatmaya çalışan ama onu temsil etmeyen kurgusal şemalardır. Misal sayılar işlevsel olarak kullanılır ama sayılar ontolojik bir varlığa sahip değildir, yalnızca işlevsel bir kurgudur. Dış dünyaya yönelik deney ve gözlemlerimizin gerçeği yansıttığı kurgusu da buna dahildir. [31] Alman filozof Vaihinger bu noktada bizim kurgularla irrasyonel dünyayı rasyonalize ettiğimizi savunur, bilim işte bu kurguların materyale yönelik bir kısmıdır. [32] Ancak bilimsel bilginin gerçekliğini reddetmekle bilimsel teorilerle paralel giden teknik ilerlemeyi yadsımak arasında bir gerilim vardır. Hans Vaihinger, Nancy Cartywright, Stephen Mumford ve Ronald Gierre bu görüşün başlıca temsilcileridir. Bu noktada tüm bu görüşlerin problematik yanlarından kaçınmak adına “Yaklaşımcı Gerçekçilik” ( convergent realism ) ortaya atılmıştır. Larry Laudan, Philip Kitcher ve Wesley Salmon tarafından başlıca temsil edilen bu görüşe göre teoriler doğayı tam anlayamaz ama gittikçe daha iyi temsil eder. Her teori doğanın gerçekliğine bir adım daha yaklaşır ama hiçbiri onu tam manasıyla açıklayamaz. Ben bu pozisyona anti-realist görüşleri ekleyerek daha farklı bir görüşü savunuyorum. Kendi görüşümü şöyle özetleyebilirim; bilimsel kuramlar gerçekliğin belirli bir kısmını açıklayabilir ancak tümünü açıklamaz, gerçeklik indirgenemez biçimde karmaşıktır ve bilimsel teoriler bu karmaşıklığı yalnızca işlevsel açıdan sadeleştirir; kuramlar epistemik araçlardır, ontolojik gerçekliğin ta kendisi olamazlar. Misal elmadaki vitaminleri bilmeniz demek onun tüm genetik kodlarına ve evrimsel süreçte neden o vitaminleri edindiğine dair bilgiye sahip olmanızı gerektirmez ama yalnızca elmanın vitaminlere sahip olduğunu bilerek onu yerseniz burada işlevsellik devreye girer. Bu metaforda benzetimler şöyledir: -Elma= Gerçeklik -Elmadaki Vitaminlerin Bilgisi= Kısmi bilimsel gerçeklik (Epistemik) -Yeme Eylemi= Bilimden işlevsel olarak yararlanma Bu noktada septisizm saf haliyle bilim yapmamızı engeller çünkü onun üzerine gerçeklikle ilgili aksiyomlar kurarak bir sistem inşa edemeyiz ancak bu kuşkuculuğu empirik olarak kullanan filozoflar olmuştur, bu empirik kullanım onların aksiyomatik tavrına engel olmamıştır çünkü deneysel bilgiyi aksiyomatik olarak kabul etmişlerdir. Bunlardan biri son kurduğum cümleye dahi şüpheyle yaklaşmış olan David Hume’dur. Hume bir pozitivist değildir, o doğa bilimlerini övmez ya da nihai bilgi kaynağı olduğunu düşünmez. [33] Onun tek derdi metafizik bilgi kaynaklarından hakikati arındırmaktır ve bunu radikal bir şüphecilikle yaptığından bir tür “enfant terrible” veya “oyunbozandır”. Hume metafizik hakkında şunu söyler: “Sözgelimi ilahiyat ya da okul metafiziği hakkında bir kitap elimize alsak, soruyorum: Nicelik ya da sayıyla alakalı soyut bir muhakeme içeriyor mu? Hayır. Olgusal durum ve var oluş hakkında deneysel bir muhakeme içeriyor mu? Hayır. O halde yakın gitsin, zira içinde safsata ve yanılsamadan başka bir şey yok demektir.” [34] Bu denli büyük bir sarsıntıya yol açan Hume’un kuşkucu fikirleri iki şeyden kuşku duymaz: 1) Matematik (biçimsel) bilgiler ( relations of ideas ) 2) Tabiat bilimlerinden deney ve gözlemle elde edilen bilgiler [35] ( matters of fact ) Hume buradan da anlaşılabileceği üzere empiristtir ancak o ilerleyen süreçte doğa bilimlerinin yöntemini ve varsayımlarını da eleştirecektir. Ona göre bu iki bilgi dışında kalan tüm bilgiler anlamsızdır, bir kuruntu veya yanılsamadır. O ilgili kitabında şöyle söyler: “Dolayısıyla burada zihnin tüm algılarını iki sınıf ya da türe ayırabiliriz. Ayrım noktası güç ve canlılık konusundaki nicel farkları olacaktır. Daha güçsüz ve cansız olanlara genellikle fikir veya düşünce ( idea ) adı verilmektedir. Diğer türeyse dilimizde ve diğer pek çok dilde henüz bir ad verilmemiştir; sanırım bunun nedeni, felsefi amaçlar haricinde bunları genel bir ad ya da sıfat altında toplamanın gerekli görülmemiş olmasıdır. Bu nedenle biz biraz serbest davranalım ve bunlara ‘izlenim’ ( impression ) adını verelim; ama bu sözcüğü alışıldık anlamından biraz farklı bir anlamda kullandığımızı da belirtelim. İzlenim derken işittiğimizde, gördüğümüzde, hissettiğimizde sevdiğimizde, nefret ettiğimizde ya da istediğimizde oluşan daha canlı algılarımızın tamamını kastediyorum. İzlenim ile fikir aynı şey değildir; fikirler daha cansız algılar olup, yukarıda bahsi geçen duyumların ya da hareketlerin herhangi birini düşündüğümüzde bilincinde olduğumuz şeydir.” [36] Yani Hume, Locke’un Tabula Rasa fikrine sıcak bakar ve tüm bilgilerimizin a posteriori olarak duyum verilerinin izlenimlerinden ( impression ) ortaya çıktığını söyler. [37] Hume’dan önce ileride değineceğimiz Berkeley, bazı dış-duyum demetlerinin bizde madde sanısını uyandırdığını söyler, Hume da aynı şekilde iç-duyum demetlerinin bizde ruh, tanrı vb. metafizik sanıları uyandırdığını söyleyerek metafiziği reddeder. [38] Bilimin yöntemini eleştirmek için şuradan yola çıkar; olgusal (sentetik) önermeler zaruri değildir, “Güneş yarın doğudan doğacak” cümlesiyle “Güneş yarın doğmayacak” cümlesi çıplak halleriyle kanıta dayanmayan ( undemonstrative ) önermelerdir dolayısıyla ikisi de “mümkün” ( probable ) kapsamında değerlendirilir. [39] Konuya dair şunları söyler Hume: “İnsan aklının nesnelerinin ikinci türü olan olgusal durumlarıysa aynı tarzda doğrulanamaz ve bunların hakikatine ilişkin delillerimiz ne kadar çok olursa olsun, ilk türdeki nesnelerle aynı nitelikte değildir. Her olgusal durumun tersi de yine mümkündür; çünkü hiçbir zaman bir çelişki iması içermez ve zihin tarafından aynı kolaylık ve açıklıkla, sanki gerçekliğe olabildiğince uygunmuş gibi düşünülür. Güneşin yarın doğmayacağı önermesi en az yarın doğacağı önermesi kadar anlaşılır ve çelişkisiz bir önermedir. Bu nedenle yanlışlığını tanıtlamaya çalışmak boşa kürek çekmek olur. Tanıtlama yoluyla yanlış olsaydı, bir çelişki içerirdi ve zihin tarafından asla açık bir şekilde tasavvur edilmezdi.” [40] Hume işte buradan yola çıkarak şunu sorar: Neye dayanarak Güneş yarın doğudan doğacak diyoruz? Bunun iki cevabı vardır Hume’a göre [41] ; 1. Olaylar arasındaki nedensellik bağlantısı ( causality ) 2. Bu bağın her zaman aynı kalacağı genellemesi, indüksiyonu ( induction ) Hume bu noktada zaruriymiş gibi kabul edilen nedenselliğe karşı çıkar ve bir örnek vermemiz gerekirse şunu söyler: yerlerin ıslak olduğunu gözlemlediğimizde basitçe yağmur yağdığını düşünüyoruz, oysaki birisi yerlere su dökmüş de olabilir. Bunu önceki deneyimlerimizden yola çıkarak bir alışkanlık ( custom, habit ) olarak ürettiğimizi söylüyor Hume. Yani nedensellik zorunlu ve doğal değildir, bizim doğayı anlama çabamızın bir ürünü olarak psikolojik ve yapaydır. [42] İşte Hume bu noktada bir diğer sanıya geçiyor: genelleme ( induction ) sanısı. Biz her zaman sınırlı gözlemlere sahibiz yani hayatımız boyunca yağmurun yağıp yerleri ıslattığını belirli bir sayıda gördük ancak bunlar her zaman yetersiz kalacaklardır çünkü aksi de mümkündür. İşte biz bu sanıya kapılıp genelleme yaparız oysa kim bu genellemelerin gerekçelendirmesi yetersizdir. Bunu şöyle ifade eder Hume: “Karanlıkta bir insan sesi ve akılcı konuşma duymamız, orada bir insan olduğuna emin olmamızı sağlar. Neden? Çünkü bunlar insan bünyesinin ve dokusunun sonuçlarıdır ve ona sıkı sıkıya bağlıdır. Eğer bu nitelikteki diğer tüm muhakemeleri teşrih masasına yatırırsak, neden-etki ( cause-effect ) ilişkisine dayandığını ve bu ilişkinin yakın veya uzak, doğrudan veya dolaylı olduğunu görürüz. Isı ve ışık ateşin dolaylı etkileridir ve birini haklı olarak diğerinden çıkarabiliriz. Dolayısıyla olgu meseleleri hakkında emin olmamızı sağlayan bu delilin niteliği hakkında tatmin olmak istiyorsak, neden-etki bilgisine nasıl ulaştığımızı soruşturmak zorundayız. İstisna kabul etmeyen genel bir önerme olarak, bu ilişkinin bilgisine hiçbir örnekte a priori muhakemelerde ulaşılmadığını; tamamen deneyimlerimizin bir ürünü olarak, belli nesnelerin mütemadiyen birbiriyle bağlantılı olduğunu gördüğümüzde ortaya çıktığını doğru bulduğumu söylemeliyim. Fevkalade güçlü doğal aklı ve yetenekleri olan bir adamın önüne bir nesne koyulduğunda, eğer o nesne kendisi açısından tamamen yeniyse, duyulabilir niteliklerini tamamen eksiksiz bir şekilde inceleyerek neden veya etkilerinden herhangi birini keşfetmesi mümkün olmayacaktır. (…) Hiçbir nesne duyulara gözüktüğü nitelikleriyle onu yaratan sebepleri ya da ondan doğacak sonuçları açığa seremez; keza aklımız da deneyimlerimizin yardımı olmaksızın olgusal durum ve gerçek varoluş hakkında hiçbir çıkarımda bulunamaz. Bu önerme, yani neden ve etkilerin akılla değil deneyimle keşfedilebilir olduğu önermesi bir zamanlar hiçbir şekilde bilmediğimizi hatırladığımız bu tür nesneler için rahatlıkla kabul edilecektir; zira o sırada bu nesnelerden neler doğacağını öngörmekten tamamen aciz olduğumuzun bilincinde olsa gerek.” İslam filozofu Gazali, Descartes’in metodik şüpheciliğini ( metodic septisism ) ve Hume’un nedensellik eleştirisini onlardan asırlar önce benzer bir biçimde ortaya koymuştu. El-Münkız Mine’d-Dalal eserinde şu cümleleri sarf eder: “Uzun süren şüpheden sonra nefsim, duyularla elde edilen bilgilere de güvenemez hale geldi. (…) Bunun üzerine dedim ki: ‘Duyulurlarla ( mahsusat ) olan güvenim de boşa gitti. Belki de ‘on sayısı üçten büyüktür; bir şey aynı anda hem olumlu hem olumsuz hem hadis hem kadim hem var hem yok hem zorunlu hem de imkânsız olamaz’ ifadelerimizdeki gibi ancak akla dayalı ilk bilgilere ( evveliyat ) güvenilebilir’ Bu defa da duyular dedi ki: ‘Akla dayalı bilgilere olan güvenin duyularla elde ettiğin bilgilere güvenin gibi olmayacağından nasıl emin olabilirsin? Çünkü önceleri bana güveniyordun. Sonra akıl hâkimi geldi ve beni yalanladı. Eğer akıl hâkimi olmasaydı beni tasdik etmeye devam edecektin. Belki de aklın idrakinin ötesinde başka bir hâkim var ve bu hâkim ortaya çıktığında aklı verdiği hükümde yalanlayacaktır. Tıpkı akıl hakiminin ortaya çıkarak duyuyu verdiği hükümde yalanladığı gibi. Böyle bir idrakin ortaya çıkmayışı, onun imkânsız olduğu anlamına gelmez.’ (…) Bu düşünceler hatırıma geldiğinde ve nefsime iyice yerleştiğinde, bunlardan kurtulacak çareler aradım, fakat kolay olmadı. (…) Bu hastalık amansız bir hal aldı ve yaklaşık iki ay sürdü. Bu süre zarfında ben düşünce ve ifade açısından olmasa bile hal olarak bir sofist idim. Nihayet Yüce Allah beni bu hastalıktan kurtardı, nefsim tekrar sağlığına ve dengesine kavuştu. Böylece makbul ve güvenilir olan zorunlu akli bilgileri tam bir güven içinde ve kesin kanaat getirerek benimsedim.” [43] Gazali burada Descartes gibi yöntemsel şüpheciliğe başvurmuş ve en sonunda rasyonalizm ile entüisyonizmi benimsemiştir. Bir başka kitabında nedenselliğe dair şunları der Gazali: “Bize göre, alışkanlıktan sebep ile sebep olunan arasında var olduğuna inanılan yakınlık zaruri değildir. Bilakis her iki şey hakkında ‘Bu odur’, ‘O da budur’ denilemez. İkisinden birinin ispatı diğerinin kabulünü, birinin reddi diğerinin reddini içine almaz. (…) Bu mesele sınırlamadan, sayılamayacak kadar çok hadiselere bakmak uzun süreceğinden tek bir misal tayin edelim. O da ateşle karşılaşması sonucu pamuğun yanması olayı olsun. Biz, birbirlerine dokunduğu halde pamuğun yanmamasını olanaklı görürüz ve yine ateşe dokunmadan da pamuğun yanıp kül olmasını olanaklı görürüz. Halbuki filozoflar bunun olanaklı olmasını inkâr etmektedirler.” [44] Sonuç olarak bazı ön kabullere/aksiyomlara dayanmaksızın felsefe veya bilim yapmak mümkün değildir. Aksiyomlar dogmatiktir ve bu yüzden dogmatizme karşı olan septikler bilimsel açıdan zayıf bir pozisyondalardır. 2.2. Empirizm ve rasyonalizm arasındaki temel farklar nelerdir? Locke ve Mill’in önderliğinde gelişen empirizm, duyu (deney, gözlem, algı…) verilerinin güvenebileceğimiz yegâne veri kaynağı olduğunu söylerler. Onlara göre boş bir levhayla ( tabula rasa ) dünyaya geliriz ve bu levhaya duyu ve deneyimle edindiğimiz sonradan ( a posteriori ) bilgileri işleriz. Empirizm ilerleyen dönemde materyalizm, pozitivizm, atomculuk vb. birçok akıma öncülük etmiştir. Rasyonalizm, Descartes’ın başlattığı bir akım olarak görülür ve güvenebileceğimiz bilgilerin kaynağının akıl olduğunu söyler. Rasyonalistlere göre doğuştan ( a priori ) bilgilere sahibizdir ve bu bilgileri kullanarak sonradan ( a posteriori ) duyum bilgisini ediniriz ancak zihnimizin temelindeki ilkeler sarsılmaz ve doğuştandır. Rasyonalizmin birçok türü vardır, misal Descartes’ın rasyonalizminde deneysel veya a posteriori bilgi dışlanmaz. Ona göre bu bilgilere kaynaklık eden de yine akli zaruri bilgidir. Rasyonalizmin ruh ve akıl üzerinden ortaya koyduğu metafizik yönünü radikalleştiren birtakım filozoflar da olmuştur. Misal René Guenon metafizik idealizm ( metaphysical idealism ) veya tradisyonizm ( tradisionism ) veya bir başka adıyla perennializm ( perennialism ) akımının öncüsü olarak metafiziğin ve ruhani olarak algılanabilen olgular dışında kalan her şeyi “hakikatten yoksun” veya “yanılsama” olarak kabul eder. Şöyle der Guenon: “Bununla birlikte, ‘madde’ söz konusu olduğu anda, hangi anlamda ele alınırsa alınsın, her şey özellikle muğlak ve karışık hale gelir; kuşkusuz ki bu durum sebepsiz değildir.” [45] Bir de Kant’ın eleştiriciliği ( critsism ) vardır. Kant, Saf Aklın Eleştirisi ( Kritik der Reinen Vernunft ) eserinde bu iki ana akımı harmanlayarak hem a priori hem a posteriori bilgiyi kabul ederek başka bir pozisyona yerleşir. Aslında onun tavrı deneysel bilgiyi reddetmeyen Descartes’a yakındır. Özetle birçok alt akıma sahip olmakla birlikte temel fark güvenilir bilgi kaynağını seçme bölümündedir, empiristlere göre bu kaynak duyu, rasyonalistlere göre akıl ve kritisistlere göre her ikisi de bu kapsamdadır. 2.3. “Gerçeklik, bireyin deneyimlerinden bağımsız değildir” Berkeley’in algı merkezli gerçeklik anlayışının felsefi sonuçları nelerdir? Berkeley, aynı Locke’un yaptığı gibi nesneleri üçe ayırır: 1. Duyu ideaları (bir nesneyi kavrayıp anlamlandırmamızı sağlayan soyut özellikler) 2. Usun tutkularının ideaları veya sunum [ presentation ] (hislerimiz, isteklerimiz, tutkularımız ve arzularımız) 3. Yeniden sunum ideaları [ representation ] (önceden edindiğimiz soyut bilgilerin yani ‘ideaların’ birleştirilmesi, çıkarılması vb. ile oluşan yeni idealar) Berkeley bu üç grup dışındaki her türlü nesnenin gerçekliğini yadsır, ona göre dünya Tanrı’nın bize verdiği birtakım soyut biçim ve deneyimler arası ilişkilere dayalıdır. Deneyimin düzenliliği nedensel değil, tanrısaldır ve tanrının bu eyleminin ancak entüisyon yoluyla anlanabileceğini savunur. [46] Berkeley, adlandırmayı farklı ideaların zihindeki bir kombinasyonu olarak tanımlar ve şunu söyler: “Koku alma yetisi bana kokuları sunar, tat alma yetisi tatları, işitme yetisi de sesleri bütün ton çeşitleriyle usa aktarır. Bunların çoğunun birbirlerine eşlik ettiği gözlemlendiğinden onlar bir ad ile gösterilir, böylece de tek bir şey sayılırlar. Dolayısıyla söz gelişi birlikte olduğu gözlenen belli renk, tat, şekil, sertlik ayrı bir şey sayılır, elma adıyla imlenir. Başka idea öbekleri bir taş, bir ağaç, bir kitap veya bunlara benzer duyulur bir şey oluştururlar.” [47] İşte biz bu soyutlama eyleminin nesnesi olan idealar sayesinde tanırız, adlandırırız vs. Ancak Locke ve Hume’dan farklı olarak şunu sorar Berkeley: İdealar ustan bağımsız var olabilir mi? Bu çok kritik soruyu kendisi ilgili kitabında yanıtlar: “Bu algılayan, etkin varlık, benim us, tin, ruh ya da kendim diye adlandırdığım şeydir. Bu sözcüklerle idealarımdan birini değil, onlardan büsbütün farklı bir şeyi gösteririm. İdealar onun içinde var olurlar ya da onunla algılanırlar, algılanmak birinciyle aynı şeydir- çünkü bir ideanın varoluşu onun algılanmasına dayanır.” [48] İşte Berkeley bu noktada dış dünyadaki idea dahil her türlü bilgi nesnesinin algılandığı sürçe var olduğunu söyler. Daha sonra şöyle ekler: “Bence duyuya basılan çeşitli duyumların ya da ideaların, ne ölçüde birbirini karıştırılmış, birbiriyle birleştirilmiş olursa olsunlar (açıkçası hangi nesneleri oluştururlarsa oluştursunlar) onları algılayan bir usta var olmaktan başka bir biçimde var olamayacakları da daha az apaçık değildir. (…) Üzerine yazı yazdığım masanın var olduğunu, açıkçası onu gördüğümü, duyumsadığımı söylüyorum. Çalışma odamın dışında olsam da onun var olduğunu söylerdim. Bununla şunu demek istiyorum: Çalışma odamda olmuş olsam onu algılayabilirdim ya da başka bir tin şimdi onu algılamaktır. (…) Düşünmeyen şeylerin saltık varlığı konusunda onların algılanmasıyla herhangi bir ilişki kurmadan söylenenler, bence bütünüyle anlaşılmaz. Düşünmeyen şeylerin esse ’si percipi ’dir (varlığı algılanmaktır). Düşünmeyen şeylerin onları algılayan usların ya da düşünen şeylerin dışında herhangi bir varlıklarının olması da olanaksızdır.” [49] Yani ona göre düşünebilen varlıklar başlı başına bir tözken düşünemeyen nesneler ancak algılanarak var olabilir. Verdiği örnekte de olduğu gibi Berkeley masayı algılamadığında hatta hiçbir canlı masayı algılamadığında masa yine de orada var olur çünkü tanrı onu her an algılamaktadır. Yani onun felsefi görüşünün bir sonucu olarak nesne veya idea tek ve saltık olarak var olamaz, var olmak algılanmaktır ancak ve ancak töz olarak gördüğü ruh, tanrı vb. algılayıcılar saltık olarak var olabilir. [1] (Arslan, Ahmet (2023). İlk Çağ Felsefe Tarihi II . İstanbul: ALFA Yayınları) sf.64 [2] (Fakhry, Majid (2021). İslam Felsefesi Tarihi . İstanbul: Kapı Yayınları.) [3] (Cevizci, Ahmet (2023). Platon’un Felsefesi Üzerine Araştırmalar: İdealar Kuramı . İstanbul: Say Yayınları) sf.81-123 [4] (Kabadayı, Talip (2011). Duhem’den Laudan’a Çağdaş Bilim Felsefecileri . Ankara: BilgeSu Yayıncılık) sf.23 [5] (Hetherington, Stephen (2020). Epistemoloji . İstanbul: Fol Yayınları) sf.56 [6] s.a.g.e. sf.63 [7] (Kabadayı, Talip (2011). Duhem’den Laudan’a Çağdaş Bilim Felsefecileri. Ankara: BilgeSu Yayıncılık) sf.14 [8] s.a.g.e. sf.14 [9] s.a.g.e. sf.22 [10] (Schlick, Moritz (1950). Philosophen-Lexikon (Filozofun Jargonu). Berlin: de Gruyter Verlag) sf. 462 [11] (Schlick, Moritz (2022). Bilim ve Felsefe . Ankara: Dorlion Yayınları) sf.11 [12] s.a.g.e. sf.12 [13] (Schlick, Moritz (2023). Felsefenin Doğası: Felsefi Düşünmeye Giriş . İstanbul: Fol Yayınları) sf.103 [14] s.a.g.e. sf.104 [15] s.a.g.e. sf.105 [16] s.a.g.e. sf.107-109 [17] (Kabadayı, Talip (2011). Duhem’den Laudan’a Çağdaş Bilim Felsefecileri. Ankara: BilgeSu Yayıncılık) sf.11-17 [18] (DK B3.1) [19] (Descartes, René (2018). Yöntem Üzerine Konuşma . Ankara: BilgeSu Yayıncılık) sf.32 [20] (Descartes, René (2021). Meditasyonlar . İstanbul: Say Yayıncılık) sf.39 [21] s.a.g.e. sf.42 [22] s.a.g.e. sf.45 [23] (Descartes, René (2018). Yöntem Üzerine Konuşma . Ankara: BilgeSu Yayıncılık) sf.55 [24] s.a.g.e. sf.61 [25] s.a.g.e. sf.62 [26] (Descartes, René (2003). Discourse on Method and Related Writings ( Yöntem Üzerine Konuşma ve İlgili Yazılar ). London: Penguin Publishment) sf.85 [27] (Hetherington, Stephen (2020). Epistemoloji. İstanbul: Fol Yayınları) sf.106-127 [28] (Hegel, G. W. F. (1817). Enzyklopadie der Philosophischen Wissenschaften im Grundrisse (Ana Hatlarıyla Felsefe Bilimleri Ansiklopedisi) . Stuttgart: Suhrkamp Verlag) sf. 175 [29] (Rosenberg, Alex (2015). Bilim Felsefesine Çağdaş Bir Giriş . Ankara: Dipnot Yayınları.) sf.206-218 [30] (Musgrave, Alan (1988). The Ultimate Argument for Scientific Realism (Bilimsel Gerçekçilik Üzerine Nihai Argüman) . Kluwer Academic Publishers.) sf.229-252 [31] (Möngü, Bahtinur (2023). H. Vaihinger’in Bilim Eleştirisi: Bilim Bir Kurgu Mudur? Temaşa Felsefe Dergisi sayı:19) sf.171 [32] s.a.g.e. sf.172 [33] (Batuhan, Hüseyin (2012). Hume’un Bilim Felsefesi . İstanbul) sf. 121 [34] (Hume, David (2022). İnsanın Anlama Yetisi Üzerine Bir Soruşturma. İstanbul: İş Bankası Kültür Yayınları.) sf.165 [35] (Batuhan, Hüseyin (2012). Hume’un Bilim Felsefesi. İstanbul) sf.122 [36] (Hume, David (2022). İnsanın Anlama Yetisi Üzerine Bir Soruşturma . İstanbul: İş Bankası Kültür Yayınları.) sf.16 [37] (Batuhan, Hüseyin (2012). Hume’un Bilim Felsefesi. İstanbul) sf.123 [38] s.a.g.e. sf.123 [39] s.a.g.e. sf.125 [40] (Hume, David (2022). İnsanın Anlama Yetisi Üzerine Bir Soruşturma. İstanbul: İş Bankası Kültür Yayınları.) sf.24 [41] (Batuhan, Hüseyin (2012). Hume’un Bilim Felsefesi. İstanbul) sf.126 [42] s.a.g.e. sf.127 [43] (Gazali (2023). El-Münkız Mine’d-Dalal (Hakikat Arayışı) . İstanbul: Ketebe Yayınları) sf. 29-33 [44] (Gazali (2022). Tehafütü’l Felasife (Filozofların Tutarsızlıkları) . İstanbul: Kayıhan Yayınları) sf.243 [45] (Guenon, René (2024). Niceliğin Egemenliği ve Çağın Alametleri . İstanbul: Ketebe Yayınları) sf.21 [46] (Hetherington, Stephen (2020). Epistemoloji. İstanbul: Fol Yayınları) sf.193-194 [47] (Berkeley, George (2015). İnsan Bilgisinin İlkeleri Üzerine Bir İnceleme . İstanbul: Biblos Yayınları) sf.44 [48] s.a.g.e. sf.45-46 [49] s.a.g.e. sf.46-47
- Platon’un Epistemolojisi
Platon, çoğu akademisyence ilk epistemolog olarak kabul edilir. Bilindiği üzere Platon felsefesini Sokrates’i konuşturarak diyaloglar üzerinden işler ancak bunların ne kadarının Sokrates’in ne kadarının Platon’un görüşlerini yansıttığı belirsizdir. Genelde uzmanlar gençlik dönemi diyaloglarının (bahsedeceğimiz diyaloglardan Menon ve Phaidon böyledir ancak Platon’u yansıttıkları kabul edilir.) Sokrates’i yansıttığı kanaati üzerinde ittifak etmişlerdir. Biz ilk sistematik epistemolog olan Platon’un önce iki gençlik-olgunluk dönemi diyaloğunu (önce Menon sonra Phaidon) sonra bir geçiş dönemi diyaloğu olan Devlet’in V. Kitabını ve en sonunda bir yaşlılık dönemi diyaloğu olan Theaitetos’taki epistemolojik vurguları kronolojik bir biçimde gelişimci [1] ( developmantalist ) bir bakış açısıyla ele alacağız. Ancak şu unutulmamalıdır ki Platon’un epistemolojisi, varlık teorisi ve psikolojisinden ayrılmaz bir parçadır ve bu üçü birbirini tamamlar. Platon’un erken dönem epistemolojisinde Sokrates, bilgi ( episteme ) ile bilgeliği ( sophia ) eşleştirme niyetindedir. Sokrates’in bu bilgeliği erdemlerle ilgili bir bilgeliktir. Ayrıca Sokrates’in epistemolojik olarak şüpheci bir tavır takındığı söylenemez, çoğu kez kendinin bilgiye sahip olduğunu veya başkalarının bilge olduğunu söylemiştir. Sokrates’in bilmediğini iddia ettiği bilgi türü erdemlerin ne olduğunun sınırlarını çizen türden bir bilgidir ve Sokrates bu bilgiyi bilmediğini bildiği için hakkında en bilge kişi kehanetinde bulunulduğunu söyler. Sokrates akademisyenlerce “uzman olmayan bilgi” olarak adlandırılan bilgiye sahiptir. Uzman bilgiyse Sokrates’in bilgi sahibi olmadığı en önemli şeyler veya erdemler hakkındaki bilgilerdir. Sokrates bilgi derken genellikle yaşam bilgisini veya uzman bilgiyi kasteder. Ayrıca Sokrates insanların epistemolojik iyileşmeyi (yeni şeyler öğrenebilmek, bilgi edinebilmek) müşahede edebilecekleri kanaatindeydi. Menon diyaloğunu incelemeye tabi tuttuğumuzda Platon’un “hatırlama ( recollection ) kuramı” ile karşılaşırız. Bu kuram özellikle erken dönem için önem arz eder. Peki, bu kuram nasıl ortaya çıkmıştır? Diyaloğun orta kısımlarında diyaloğun ana karakterlerinden Menon bir paradoks öne sürer(80d): Öğrenme Paradoksu. Burada Menon şunu sorar: Eğer bir şey hakkında hiçbir şey bilmiyorsak (erdemi kastediyor) onu nasıl araştırabiliriz? Daha da açık olmak gerekirse bilmediğimiz bir şeyi (erdemi) bilmediğimizi nasıl biliyoruz? Bu paradokstan kurtulmak gerçekten güçtür ancak bu noktada Sokrates “hatırlama kuramını” öne sürer(81d). Bu kurama göre insan bazı şeylerin bilgisine önceki hayatlarından sahiptir ve bu bilgiler yeni hayatında örtük olarak zihninde (ruhta) bulunur ve çeşitli çağrışımlar yardımıyla bu bilgi hatırlanır. Yani önceki hayatlardan gelen bilgi ortaya çıkarılır dolayısıyla bilmemek yoktur. Peki, bu kuram hangi kabulleri gerektirir? Pisagorcuların iki temel kabulüne dayanır bu kuram. Bunlardan ilki benzerin benzerini bildiği kabulüdür, bu kabul bize benzerin benzerini anlayacağını söyler mesela ruh kendi benzeri olan formları veya ideleri algılarken beden nesneleri veya imgeleri yani dünyaya ilişkin şeyleri algılar. Peki, form nedir? Formlar, kusursuz ve zihinsel imgelerdir. Mesela hepimizin zihninde bir at formu vardır, bu kusursuz bir attır ve dünyadaki tüm atlar onun kusurlu örnekleridir. Bizim tüm atları at olarak tanımlamamıza yol açan bu kusursuz at imgesidir. Tüm imgeler bu kusursuz imgenin benzerleridir biz de bu benzerleri kusursuz olana benzetiriz. Platon bunu mağara alegorisi (benzetmesi) ile açıklığa kavuşturur. Bu benzetmede bir mağara duvarına ışık yardımıyla çeşitli kuklaların gölgeleri yansıtılır ve mağara insanları bu gölgeleri gerçek sanır. Buradaki gölgeler form olan kuklaların kusurlu örnekleridir ve mağara insanları dünyadaki insanları temsil eder. Aralarından bir insan düzeneği anlar ve mağaradan çıkar böylece artık gerçek imgelerle, kusursuz olan form dünyasıyla karşılaşmıştır. Arkadaşlarını bu gerçek form (eide) dünyasını görmeye davet eder ancak onlar mağarada kalmakta ısrarcıdır. İşte mağara alegorisi budur. İkinci kabule gelecek olursak bu kabul doğanın kardeşliği (varlıkta homojenite) kabulüdür ve bize tüm varlığın tek bir düzenin ve iyi formunun bir yansıması, bir ürünü olduğunu söyler. Platon bu iki kabulü Pisagorcular’dan aldığı halinde ufak değişiklikler yaparak kuramına uygulamıştır. Peki, bunları hatırlama ( anamnesis ) kuramına ekleme gereği neden haiz olmuştur? Bunun sebebi bu kuramdaki bazı sorunlardır. Bu sorunlardan biri, ilk defa bilginin ne zaman öğrenildiğidir. Çünkü eğer biz a priori [2] (doğuştan gelen) bilgiyi a posteriori (sonradan deneyimlenen) bilgi gibi değil de önceki hayatlarımızdan elde ediyorsak ilk defa nasıl bu bilgiyi elde ettiğimiz bizim için bir teselsül (nedenlerin sonsuzluk döngüsüne girmesi, mantıksal olarak muhaldir, imkânsızdır) problemi meydana getirir. Bunu çözmek için Platon ilerleyen diyaloglarda (Phaidon’da) bu iki kabulü kurama dahil etmiş ve böylece bu sorundan sıyrılmaya çalışmıştır. Sıyrılma mantığı da şudur: insan her seferinde yeniden doğmadan önce formlarla karşılaşır ve onları öğrenir (temaşa eder, seyreder) daha sonra yeniden doğup bedene büründüğünde bunları unutur. Bu sebeple anımsama kuramı insan bedene bürününce haiz olur. Ayrıca yine benzerin benzerini bildiği kabulüne dayanan bir diğer noktaysa ruhun ölümsüzlüğüdür. Buna göre form dünyası ebediyse onu bilen ruh da ebedi olmalıdır çünkü bu ikisi benzeşirler. Platon bahsettiğimiz iki kabule dayanarak Phaidon’da bu iki noktayı kuramına bina eder. Şimdi diyaloğun akışına geri dönelim. Hatırlarsanız Sokrates en son “Çünkü araştırma ve öğrenme gerçekte hatırlamadır.” (81d) demişti ve sonra Sokrates bu iddiayı kanıtlamak adına Menon’un çocuk kölelerinden birine 2 ayak (60cm) 4 kenara sahip bir kareyi nasıl iki katına çıkarabileceğini sorar ve bir kenarının 2√2 olduğu sonucunu çocuğa sorular sorarak sözel olarak buldurur. Bu Sokrates için hatırlama kuramının zaferidir çünkü geometri adına hiçbir şey bilmeyen bir köle geçmiş hayatlarından edindiği örtük bilgiyi sorular vasıtasıyla ortaya çıkarmıştır. Burada hatırlanan bilgi malumattır ve uzman bilginin temelinde yatar. Modern epistemolojide bilgi gerekçelendirilmiş doğru inanç olarak kabul edilir. Aslında biz bu bilgi tanımının locus classicu s’unu (klasik örneğini) Menon diyaloğunda bulabiliyoruz. Menon ve Sokrates arasında şöyle bir diyalog geçiyor(97b): SOKRATES: Şöyle açıklayabilirim: Bir insan Larissa’ya ya da başka bir yere nasıl gidileceğini biliyorsa, diğer insanları oraya götürürken iyi bir yol göstericidir. Sanırım, buna itirazın yoktur. MENON: Tabii ki yok. SOKRATES: Diğer yandan bir insan oraya nasıl gidileceğini bilmemesine rağmen, hangi yoldan gidileceği konusunda doğru bir öğüt verirse, o da iyi bir yol göstericidir, değil mi? MENON: Elbette. SOKRATES: O, diğer kişinin doğru bildiği konular hakkında doğru inançlara sahip olduğu sürece en az bilgiye sahip olan kimse kadar iyi bir yol göstericidir. MENON: Haklısın, en az diğeri kadar iyi yol gösterebilir SOKRATES: Bu durumda doğru inanç, doğru bilgi kadar iyi yol göstericidir(…) Burada aslında Sokrates doğru inancın (tahminin) pratikte bilgiyle aynı işlevi göreceğine dair bir özdeşlik kuruyor. Bu noktada Menon ona doğru inanç ve bilgi arasındaki farkı soruyor ve Sokrates ona şu sözleri söylüyor: “ Bu nedenle düşünülerek bulununcaya yani bir yere bağlanıncaya kadar, onların (doğru inançların) fazla bir anlamı yoktur.” (98a). Yani burada Sokrates bilginin gerekçelendirilmiş doğru inanç olduğunu söylüyor ve ne kadar pratikte aynı işlevi görseler de gerekçelendirilmediği sürece doğru inancın pek de bir anlamı olmadığını söylüyor. Platon ne kadar daha sonrasında bu görüşü terk etse de Menon’da modern epistemolojideki bilgi tanımı için yeterli malzemeyi bulabiliyoruz. Phaidon diyaloğundaysa ne kadar epistemik iyimserlik (yeni şeyler öğrenebilme) ve hatırlama kuramı korunsa da bilinenin doğasına dair ufak değişiklikler yapılır. Ayrıca iki temel kabule dayanan iki nokta kurama eklenir. Sokrates diyalogda bedenden kaçışsın saf bilgi olan formların bilgisine ulaşmak için tek yol olduğunu savunur ve bu kaçış ancak duyguları ölçülü yaşamakla ve tutkuları veya arzuları dizginlemekle mümkündür. Ayrıca Kebes, Sokrates’e epistemik iyimserlik konusunda meydan okur ve bu kaçışın zorunlu olmadığını bunun yerine saf bilgiye ulaşmanın imkânsız olabileceğini savunur. İşte bu epistemik kötümserliktir ve Sokrates yine analojik [3] argümanlarla Kebes’in iddiasını çürütür ve Simmias’a eşit gözüken tahta parçaları üzerinden aslında “eşitlik” olgusunun tahta parçalarına yani imgelere (kusurlu nesneler der Sokrates) ait bir özellik olmadığını ve eşitliğin formundan kaynaklandığını söyler(74). Ayrıca ölmeden önce formlarla karşılaşma olgusu daha fazla öne çıkarılır ve bahsettiğimiz iki okta kurama eklenmiş olur. Ayrıca ruhun beden gibi dağılmadığı ve benzerlik kabulü doğrultusunda kendi gibi aynı kalan şeyler olan formları bildiği ve bedeninse ancak kendi gibi dağılan yani değişen veya yok olan imgeleri yani kusurlu nesneleri bildiği söylenir. Lakin bu “ilk defa ne zaman öğrendik” problemine değinilmez ve sürekli yaşam ölüm döngüsü ve dengesinden bahsedilerek konunun ısrarla üstü örtülür. Ayrıca artık tüm ruhlar bilgedir çünkü hepsi formları doğmadan (bedene bürünmeden) önce öğrenmişlerdir ve cehalet artık sadece bunları, öğrenilmiş form bilgilerini, hatırlayamamaktan ibarettir yani saf cahillik ortadan kalkmıştır. Phaidon diyaloğu anlattığımız Platon’un erken epistemolojisinden yeni bir epistemolojiye geçişin sinyallerini verir. Bu geçişin nedeni “ilk öğrenme teselsülüdür (sonsuzluk problemidir)”. Bu söylemimi biraz daha açmak isterim. Menon ve Phaidon diyaloglarında genel bağlamda bir “doğuştan içerik” söz konusudur yani formların içeriği bize her seferinde doğuştan gelmektedir ancak Platon bahsettiğimiz sonsuza giden öğrenme döngüsü problemini aşmak amacıyla bundan vazgeçer ve doğuştan içerik yerine epistemolojisinin temeline “doğuştan kapasiteyi (yetiyi [4] )” koyar. Bu yeni kurama göre önceki hayatlarımızın birinde, bedene bürünmüş haldeyken, bedeni terk edip formlarla karşılaşırız ve onları öğreniriz ve bu döngü her seferinde tekrarlanmaz, bir kere önceki hayatlarımızın birinde (muhtemelen ilkinde) olur ve gelecek hayatlarımıza aktarılır. Böylece Platon “ilk öğrenme” probleminden sıyrılır. Artık doğuştan içerik yoktur, önceki hayatlarımızın birinde elde ettiğimiz ve bizi çoğunlukla doğruya yönelten ve yaşamdan yaşama aktarılan bir kapasite olan doğuştan kapasite ( dunameis ) vardır. Devlet’in V. Kitabında bize tam olarak bu kuram sunulur. Bu kitapta kapasitenin aslında zıt (karşıt) formların üzerine ( epi ) kurulduğu söylenir. Daha sonra kapasitenin mahiyetine değinilir ve kapasitenin aynı görme ve duymada olduğu gibi durumlar ürettiği söylenir. Buradaki “durumlardan” kastımız nedir? Mesela görme yetisini (kapasitesini) düşündüğümüzde bu yeti imgeyi (nesneyi) görür ve “görme” durumu üretilir ve aynı şekilde bilme yetisi formu bilir ve “bilme” durumu üretilmiş olur. Yani kapasiteler durum üretici konseptlerdir. Temelde Platon epistemolojiye dair iki konsept önerir: bilme ve sanma. Bilme kapasitesinin konusu veya nesnesi episteme (bilgi) veya bir diğer deyişle formlardır. Sanma kapasitesinin konuş veya nesnesiyse doxa (sanı) veya bir diğer deyişle kusurlu imgeler veya nesnelerdir. Platon bu noktada bilimin bilme kapasitesiyle ilgili olduğunu ve sanma işinin sanma kapasitesiyle ilgili olduğunu söyler ve der ki bilim, bilmek (var olmak) ve bilmemekle (yok olmak) karşılaştırdığımızda bilmeye daha yakın bir konsepttir ancak sanma işi bilmekle bilmemenin arasında bir yerdedir çünkü gerekçelendirme yapmadığı için bilgi olamaz ama bilmemek de değildir, bunların arasında bir yerdedir(478c, 478d, 479d). Platon’un bu eşleştirmesi yerindedir çünkü bilim gerekçelendirmeye dayanır bu yüzden gerekçelendirilmiş doğru inanç olan episteme yi anlama işidir, sanıyı ise bir rüyaya benzetir çünkü rüyanın gerçekliği ne inkar edilebilir ne de kabul edilebilir(476d). Peki kapasitelerin ürettiği durumlar neye ilişkindir: özneye mi nesneye mi? Daha da açmam gerekirse görme durumu görene ilişkin olarak mı ortaya çıkar yoksa görülene ilişkin olarak mı? Görme tabii ki görenden dolayı görmedir bu sebeple Platon bilmenin de bilinene değil bilene dair olduğunu söylemiştir. Ayrıca burada doğuştan içerik ve kapasiteyle ilgili ufak bir nüansa değinmekte fayda görüyorum. Doğuştan içerikte hatırlarsanız formlar bilgiydi ancak kapasitede formun kendisi bilgi değildir, formu kavrayıp onu tikellere işletebilme (imgelere benzetebilme) yetisi bilginin ta kendisidir. Son olarak Devlet bahsini kapatmadan önce Platon’un özellikle bilgi kavramını formlara ilişkin bir işletme becerisi olarak gördüğünü ve bu kabiliyeti yanılmaz ( anamarteton ) ve insanı doğruya, hakikate ulaştıran bir şey olarak gördüğünü unutmayalım. Theaitetos diyaloğu Platon’un yaşlılık dönemine rastlar ve epistemoloji üzerine müstakil olarak yazdığı tek diyaloğudur. Bu sebeple Platon’un her döneminden bazı izler barındırdığını ve Platon’un epistemoloji üzerine olan düşüncelerinin olgun bir halini yansıttığını söyleyebiliriz. Diyaloğun ana konusu “Bilgi Nedir?” Sorusudur ve tüm konu bu soru üzerinden işlenir ancak bazı yerlerde konu başka yerlere de evrilir. Ancak diyaloğun konusu her daim bilginin ne olduğu üzerinden işlenir. Bu noktada diyaloğun gidişatına göre konuyu anlamaya çalışmak ve görüşleri analiz etmek bizim için en iyi yöntem olacaktır. Öncelikle diyalogda Sokrates, Theaitetos’tan bilgiyi tanımlamasını ister ve Theaitetos bilgiyi “algı” olarak tanımlar, sonrasında Sokrates klasik “bilgelik ebeliği” yöntemiyle hakikati doğurtmaya ve bu iddiayı çürütmeye çalışır. Bu noktada bazı paralellikler veya bir diğer deyişle başka görüşlerle korelasyonlar kurmaya çalışır. Her şeyin akmakta olduğu yani değiştiği görüşünü (Herakleitos’un kanaatidir), tüm her şeyin ölçüsünün insan olduğu yani tüm kavramların kişiden kişiye göre değiştiği dolayısıyla objektif hiçbir kavrama sahip olmadığımız görüşünü (ünlü sofist Protogoras’ın kanaatidir) ve bilginin algı olduğu görüşünü birbirleriyle bağdaştırır. Bu noktada Sokrates renklerin de hayvandan hayvana farklı algılandığından bahseder ancak objektif olarak o nesnenin bir rengi olduğunu ve bunun bilgi olduğunu söyler(154). Ona göre bilgi objektif, form dünyasının gerçekliğidir. Bilgi hiçbir şekilde yanılmaz lakin algılar yanılır ve objektif gerçekliği farklı biçimlerde algılayabilir. Platon böylece algıyla bilginin farklı şeylere işaret ettiğini söyler. Toparlayacak olursak tüm her şeyin ölçüsünün insan olması demek aslında güzelliğin olmadığı anlamına gelir, bu görüşe göre güzellik insandan insana değişir bu sebeple objektif bir güzellik yoktur ancak Sokrates bunu reddeder ve objektif güzelliğin form dünyasında var olduğunu ve bu objektif formun inancına sahip olmanın “bilgi” veya episteme olduğunu, ancak bu objektif formun duyuyla algılanışı olan “algının” bilgi olmadığını ve bu algının kişiden kişiye değiştiğini iddia eder. Protogoras’ın bu görüşüne göre doğru ve yanlış da insandan insana değişmektedir bu yüzden doğru veya yanlış yoktur ancak iş inançlara geldiğinde veya gerekçelendirilmiş doğru inanç olarak kabul edilen bilgiye gelince doğru veya yanlış vardır. Yani algılar değişkendir. Bununla ilgili bir de örnek verir(159). Örnekte şarabı içen hasta kişiyle sağlıklı kişinin alacakları tadın yani duyumun yani algının farklı olacağı ancak şarabın objektif bir tada yani bilgiye sahip olduğu söylenir. Bir başka örnek de barbarların diliyle ilgilidir, Sokrates burada barbarların dilini duyduklarını yani onu algıladıklarını ancak onu tam manasıyla anlamadıklarını yani bilmediklerini söyler(163). Buradan da her algılanan veya duyum olan şeyin bilgi olmadığı sonucuna gider. Özetle bilgi değişmez ve objektiftir ancak algı değişir bu yüzden algı, bilgi olamaz. Onun haricinde erken dönem epistemolojisinden de izler görürüz. Diyaloğun bir yerinde Sokrates, bilgi ile bilgeliğin aynı şey olduğunu söyler ve başka bir yerindeyse epistemik iyimserliğe vurgu yapar ve bilginin imkansız olmadığı sonucuna varır(191). Burada aynen şu diyalog geçer: SOKRATES: Her zaman yeni şeyler öğrenilebilir mi? THEAİTETOS: Buna da evet. Ayrıca birkaç yerde bilginin illa ki algılanan veya nesne dünyasının bilgisiyle ilgili olmadığı ve metafizik yani nesnenin ötesinde, algılanamayan, bilginin de mümkün olduğu söylenir(155, 192). Buradan bilginin beş duyu organıyla algılanmak zorunda olmadığı sonucuna varılır. Ve erken epistemolojisinde olduğu gibi yine erdemle bilgeliği eş tutar. Bir diğer noktaysa balmumu metaforudur [5] . Bu metaforda temel nokta insanın bildiği şeyi ruhuna bir balmumu tablete çiviyle işlercesine işlemesidir. Bilgi, ruha işlenir dolayısıyla bedenle ilişkili olan beş duyu organıyla algılanmasa dahi zihnen hatırlanabilir. Mesela ben elmayı o an görmesem de zihnen hatırlayabilirim. Burada Platon ruhu, zihinle bir tutar ve bir düalizm (ruh-beden ikiliği) ortaya koyar. Metaforda balmumu tablet aslında insanın doğuştan kapasitesini simgeler. Platon daha önce de bahsettiğimiz üzere epistemik iyimserliği savunduğundan bu kapasiteyi geliştirebileceğimizi ve üzerine çeşitli bilgileri işleyebileceğimizi savunur. Ona göre ruh hakikati algılar ve buraya işlediğimiz tüm düşünceler formların nitelikleridir ve bilgi olma özelliğini taşırlar. Algılarsa düşünsel yolla elde edilen bu bilgilere ulaşamazlar. Sokrates bunu şöyle ifade eder(186): SOKRATES: Bu durumda duyu organlarıyla algıladıklarımız bilgi değildir, bilgi elde edilemez. Bu tür bilgiler düşünce yoluyla elde edilir. Çünkü varlık ve gerçek ancak bu şekilde ulaşılabilecek şeylerdir. Diğer türlü istenilen sonuç elde edilemez. Bir diğer konuysa “sanı” yani doxa konusudur. Theaitetos, sanıyla bilgiyi bir tutamayacağımızı çünkü yanlış sanı diye bir şeyin olduğunu ancak yanlış bilgi diye bir şeyin olmadığını söyler. Aslında bu noktada yine modern epistemolojideki bilgi tanımı olan gerekçelendirilmiş doğru inanca çıkarız ancak bu noktada Platon, her zaman için gerekçelendirilmiş (ispat edilmiş) doğru inancın bilgi olma özelliği teşkil etmeyebileceğinden bahseder ve bir ayrıma gider. Gerekçelendirme veya açıklama yapmaya üç örnek yöntem verir: düşünülen şeyin kelimelere dökülmesi, parçadan bütüne ulaşmak ve farklar üzerinden parçayla bütünü ayırt etmek. Platon ilk iki yöntemin doğru sanıyla hareket ettiğinde gerekçelendirilmiş doğru inanç olduğunu lakin bunun bilgi özelliği teşkil etmediğini söyler. Çünkü yanlış gerekçelendirmelerle de doğru inanca ulaşılabilir. Bunu bir tür hakikat yerine pratik bir akıl yürütme olarak görür ve nihai olarak bilgiyi şöyle tanımlar: “Bilgi, fark bilgisi ve doğru tahmindir(inançtır)” (210). Yani bilgi, bütün ile parçaları ayırmaya yarayan bir gerekçelendirmeden ortaya çıkan doğru inançtır. İşte bu tanım Platon’un nihai bilgi tanımıdır. Ancak bu tanımda kendi içinde döngüsellik barındırır çünkü parçalarla bütünü ayırabilmek için bütünü bilmek gerekir ancak gerekçelendirmenin amacı zaten bütüne ulaştırmaktır. Yani Platon’un tüm bilgi tanımları başarısız olmuştur. Yanlış sanı konusuna geri dönecek olursak Platon, yanlış sanıyı uzun bir araştırma sonucunda “bir şeyi bazen bilip bazen bilememe” durumu olarak tanımlar. Bu durum Platon’a göre bilgiyi ruh tabletinden çekme aşamasında yanlışlıkla yanlış bilgiyi çekerek olur. Ancak bu bilgiyi tabletten çekme konusu problematik bir metafora yol açar bu sebeple Platon, ruhu bir kafese ve bilgiyi ve bilgisizliği kuşlara benzetir ve aynen bir avcının çağırdığında kuşun gelmesi gibi biz de bilgileri çağırırız ancak bazen bilgisizlik kuşları bize gelir. İşte bu yanlış sanı durumudur. Platon’a göre bu yanlış sanı durumu üç şekilde ortaya çıkabilir(192): bilineni bilinen veya algılanan bir şeyle karıştırarak, bilinmeyen ancak algılanan bir şeyi bilinen ve algılanan bir şeyle karıştırarak, bilineni ve algılananı bilinen ve algılanan bir şeyle karıştırarak. Böylece diyalog bir muamma ile sonlanır ve bir bilgi tanımına ulaşılamaz yani diyalog, Menon gibi bir pozitif öğreti içermez bunun yerine bir negatif öğreti (bilginin ne olmadığı) sunar. Asıl olarak iyi hayatın nasıl olduğuyla (olması gerektiğiyle) ilgili olan Philebos diyaloğu epistemolojiyle ilgili olmasa da ufak bilgi kırıntıları içerir. Bunlara değinmeden de geçmek istemedim bu sebeple kısaca Philebos diyaloğunun son kısmını ele alacağız. Bu kısımda bilimler veya bilgi iki karşıtlık içinde ele alınır; tanrısal, ebedi, varlığa sahip ( ousia ) formlara ilişkin olan, zamandan münezzeh bilgi ve diğeri insana ait, sınırlı ve sürekli yok olup meydana gelme halinde olan (olumsal, genesis ), imgelere ilişkin olan, zamansal bilgi. Philebos’ta formlar ve form bilgisi “her zaman orada olan şeyler” ( Peri ta onta aei ) olarak ele alınır(59a), bu bağlamda imgeler ve imgelerin bilgisi sonlu ve sınırlıdır. Ayrıca diyalogda sadece formların bilgisine “saf bilim” denildiğini görebiliriz. Platon’a göre birçok bilim vardır ve bunların en safı diyalektiktir ve diyalektik formlara ilişkindir. Platon’un bir diğer önemli metaforu “bölünmüş çizgi metaforudur”. Bu metaforda Platon bir çizgiyi eşit olmayacak şekilde ikiye bölmemizi ister. Bu bölünmüş çizginin küçük kısmına görülen dünya ( horaton ) (A-C) veya algılanan dünya, büyük kısmına görülmeyen dünya veya form dünyası ( noeton ) (C-E) adını verir. Form dünyasının nesneleri bilgilerken ( episteme ) algı dünyasının nesneleri sanılardır ( doxa ). Daha sonra Platon, algılanan dünyayı iki eş olmayan parçaya böler ve küçük olan parçaya illüzyon veya tahmin ( eikasia ) (D-E) adını verir. İllüzyon nesneleri, formların kusurlu kopyaları olan nesnelerin kusurlu kopyaları olan gölge, sudaki yansıma vs. gibi nesnelerdir. Büyük parçayaysa inanç ( pistis ) (C-D) adını verir. İnanç nesnelerinin konusu gerçek hayatta karşılaştığımız, formların kusurlu kopyaları olan nesnelerdir (bitkiler, hayvanlar, eşyalar vs.). İnancın illüzyondan daha büyük olmasının sebebi nicelik olarak inanç nesnelerinin illüzyon nesnelerinden fazla olmasıdır. Yani illüzyon ( eikasia ) ve inancın ( pistis ) toplamı sanıyı ( doxa ) teşkil eder. Form dünyasına geçince Platon bu büyük çizgiyi de iki eş olmayan parçaya böler. Küçük parçaya çıkarsama ( dianoia ) (B-C) adını verir. Çıkarsamanın nesneleri matematikle ilgili olan sayı, geometrik şekiller vb.dir. Platon’a göre matematik nesneleri formlardan çıkarsanır ve hiçbir zaman formlar kadar saf bir bilgi teşkil etmezler. Büyük parçayaysa Platon kavrama veya akılsal nesneler ( noesis ) (A-B) adını verir. Kavrama veya kavrayış nesneleri formlardır yani idelerdir ( eide ). Yine bu iki bilgi durumu arasındaki fark onların niceliksel durumlarıyla ilgilidir ve kavrayış, çıkarsamaya göre daha saf bir bilgi durumunu teşkil eder. Aynı algılanan dünyada olduğu gibi kavranan dünyada da çıkarsama ( dianoia ) ve kavrayışın ( noesis ) toplamı bize bilgi ( episteme ) dediğimiz ve salt akılsal (zihinsel ve ruhsal) süreçlere dayanan saf düşünceyi verir. Anlattığımız bu metafor Devlet’in VI. Kitabında yer almaktadır(509-511) ancak biz bu metaforu kronolojik sıra içinde vermek istemedik çünkü bu metaforun en iyi şekilde anlaşılması için en son kısımlarda yer alması gerektiğini düşündük. Umarız Platon’un epistemolojisini en iyi şekilde anlatabilmişizdir. [1] Platon’un diyaloglarının ele alınması bağlamında üç temel görüş vardır: hepsini bir bütün olarak ele almayı öneren birlikçi ( unitarian ) görüş, bunları bir gelişim olarak veya bir düşünce serüveni olarak ele almayı öneren gelişimci ( developmantalist ) görüş ve hepsini teker teker ele almayı öneren tikelci ( particularist ) görüş. [2] A priori bilgi doğuştan geldiği kabul edilen bilgidir. A posteriori bilgi ise deneyimleyerek veya gözlemleyerek doğduktan sonra elde edilen bilgidir. Birçok filozof a priori bilginin olup olmadığına dair tartışmışlardır. Bir kısım ampiristler (deneyciler) a priori bilgiyi toptan reddederken bir kısım rasyonalistler (akılcılar) a posteriori bilgiyi toptan reddetmişler ve bilgilerin doğuştan geldiğini söylemişlerdir. Bir de bir kısım bilgilerin a priori bir kısım bilginin a posteriori olduğunu söyleyen kesim vardır ki bu kesim matematik, mantık gibi formel bilginin a priori olduğunu söylerken diğer bilgilerin a posteriori olduğunu söylerler. [3] Analoji, benzetim veya benzetme demektir. Sokrates genelde kitara (bir müzik aleti) çalmayı veya demirciliği erdemlerle özdeşleştirmeye çalışarak analojik argümanlar ortaya koyar. [4] İş Bankası Kültür Yayınları’nın Devlet baskısında dunameis kelimesi “yeti” olarak çevrilmiş ancak biz yazı boyunca “kapasite” kelimesini kullanmayı tercih ettik. [5] Metafor benzetim demektir. Burada ruh veya anlak bir balmumu tablete benzetilmiştir. KAYNAKÇA Platon (2022). Devlet . İstanbul: İş Bankası Kültür Yayınları. Platon (2022). Theaitetos . İstanbul: Say Yayınları. Platon (2023). Menon . İstanbul: Say Yayınları. Platon (2022). Phaidon . İstanbul: Say Yayınları. Platon (2019). Philebos . İstanbul: Say Yayınları. Arslan, Ahmet (2023). İlkçağ Felsefe Tarihi II . İstanbul: ALFA Yayınları. Hare, R. M. (2002). Düşüncenin Ustaları: Platon . İstanbul: Altın Kitaplar. Cevizci, Ahmet (2023). Platon’un Felsefesi Üzerine Araştırmalar . İstanbul: Say Yayınları.
- Zaman Yolculuğu ve Solucan Delikleri
Diyelim ki zaman yolculuğu yapmak istiyorsunuz. İki adet biletiniz var öyleyse; ya bir karadeliğin olay ufkundan içeri dalıp spagettileşeceksiniz (evet ilk bilet sizi ünlü İtalyan makarnası gibi başınızdan ve ayaklarınızdan tutarak uzatabilir!) ya da egzotik maddeyle dolu aynen bir solucan deliğine [1] benzeyen garip bir uzay zaman yırtığının içinden (o da ne öyle?) geçeceksiniz. Muhtemelen hevesiniz kaçmış olacak ama ben bu yazımda ne kadar lehinde çok az delil bulunsa da size solucan deliklerini anlatacağım. Einstein’ın “karadelik [2] ” fikrini ilk ortaya attığı zamanlarda pek kale alınmadı açıkçası. Elinde sadece Alman Karl Schwarzschild’in keşfettiği bir dizi “kara deliği tarif eden” denklem vardı ancak ve ancak 2019 yılına gelindiğinde karadeliklerin bir cilvesi olan olay ufkuna [3] kapılan yıldızların santrifüj [4] etkisi sonucunda bıraktığı o dış parlaklık sayesinde karadeliklerin farkına varılabildi. Dedim ya bu karadeliklerin bir özelliği sayesinde oldu ama solucan deliklerini anlattığım zaman ikinci biletin çok daha teorik ve belirsiz olduğunu anlayacaksınız. İşte tam bu noktada “Avusturtyalı Ludwig Flamm, Schwarzschild’in Einstein’ın denklemlerine sunduğu çözümlerin aslında tam ters yönde işlediğine ve bunun da uzay-zamanın iki bölgesini bağlantılandıran bir solucan deliği olasılığını ortaya çıkardığına işaret etti (…)” (Gribbin, 2024) Solucan deliklerinin yapısı ve doğasına dair manipülasyonlar onlarca yıl aldı başını gitti. En sonunda Albert Einstein, meslektaşı Nathan Rosen ile çalışarak böyle bir “solucan deliği” kestirmesinin tanımlayıcı bir matematiksel tarifini formüle etti ve bu kestirmeler “Einstein-Rosen köprüsü” olarak bilinir oldu. [5] Solucan deliklerinin fiziksel gerçekliğini anlamak gerçekten de zordur. Bu çift taraflı iki uzay-zaman katmanı (aynı evrende) arasındaki yırtıkların oluşturduğu veya iki evren arasında kurulabilen bu köprülerin içinden geçip diğer tarafa varabilmek adına en az bir noktada ışıktan hızlı gidilmedi gerektiğini söylüyor fizikçiler ve biz bugün Einstein’ın klasik Lorentz dönüşümüne göre kütlesi olan cisimlerin ışık hızına erişmesinin imkânsız olduğunu biliyoruz. [6] Öyleyse bu nasıl mümkün olabilir? Tek sorunun bu olduğunu düşünmeyiniz, ayrıca fizikçilerin teorik öngörülerine göre siz ne kadar hızlanırsanız solucan deliği de arkanızdan o kadar hızlı şekilde kapanır veya siz içindeyken daralır. Diyelim ki bu aşamayı da geçtiniz ve uzay zamanın farklı bir noktasına vardınız, şunu bilmelisiniz ki artık her şey için çok geç çünkü tünelden [“bazen ‘boğaz’ adı da verilir” (Gribbin, 2024)] geriye dönüş yoktur! Lafımı Gribbin’den şöyle bir alıntı yaparak toparlayayım: “ Solucan deliğinin kendisi, bir uçtan diğerine ışığın ulaşması için bile yeterince süre var olamaz .” (Gribbin, 2024) Biliyorum, belki de hevesiniz büyük oranda kaçmıştır ama durun! Caltech’te görelilik uzmanı Kip Thorne, doktora öğrencileri Michael Morris ve Ulvi Yurtsever’e solucan deliklerinin davranışlarını ortaya koyma görevi verdiğinde sonradan fark etti ki bu istikrarsız köprüler egzotik fizikten [7] faydalanılınca bu istikrarsızlık aşılabiliyordu. Yani eğer solucan deliklerinin egzotik maddeyle dolu olduğu düşünülürse bu ani kapanma sorununun üstesinden gelinebiliyordu. Morris ve Yurtsever de görelilik denklemlerini kullanarak solucan deliklerinin istikrarını sağlayabilecek bir uzay-zaman geometrisi olup olmadığını araştırmaya başladılar, sonuçlar ilkten açık değildi; Morris ve Yurtsever, bu geometrik düzenin zaman yolculuğuna kapı araladığını ilkten fark edememişti, bunu ilk fark eden bir fizik kongresi sırasındaki tartışmalar sırasında Kip Thorne olmuştu. Normal maddeyi bilirsiniz ya, kütleçekimine sahiptir. Maddeler birbirini çekerler; eğer pozitif kütleleri varsa! İşte bu noktada Thorne, öğrencilerinin varsaymaya çalıştığı egzotik maddeyi yani karşı-kütleçekimi sahibi veya “iten” negatif kütleitimine başvurdu ve bu madde veya negatif-madde sayesinde uzay-zamanda yolculuğun mümkün olduğunu söyledi, böylece zaman yolculuğunu ilk olarak bilimsel düzlemde incelemeye cesaret eden kişi oldu. [8] Peki daha sonrasında egzotik maddeden haber çıktı mı? Cevap evet, 1948’de Hollandalı Hendrik Casimir tarafından ortaya konan ve vakum ortamında dahi sanal parçacıkların [9] gerçeğe dönüşüp bir itme/çekme aktivitesi gösterebileceğine dair ileri sürdüğü Casimir etkisi tam olarak bunu anlatıyordu (Hawking, 2021). [10] Ayrıca solucan delikleri de kimi fizikçilere göre karadelikler gibi olay ufkuna ve spagettileştirmeye (boğaz sıkması) sahiptir. [11] Eğer bu fizikçiler haklıysa üzgünüm ama hayalleriniz suya düştü demektir ama yine de egzotik maddenin burada işlevsel olduğunu düşünenler de vardır. [12] Eğer zamanda yolculuk mümkünse bu “geçmişe gidip büyükbabanızı öldürürseniz ne olur?” gibi sorunlar doğurur, pek tabii bunlara yanıt olarak verilmiş Everett çoklu evrenler/dünyalar teorisi gibi birçok yanıt vardır (Gott, Strauss, & Tyson, 2024) [13] . Daha Tipler silindiri vb. birçok teorik zaman makinesi modeli çoktan yapılmıştır. Ancak bunlara inanlar olduğu gibi tüm bu teorileri imkânsız veya “hayal ürünü” olarak görenler de vardır. Kim bilir, belki bugünün hayal ürünü yarının gerçeğidir! Kaynakça Everett, A., & Roman, T. (2020). Zaman Yolculuğu ve Işıktan Hızlı Sürüşler. İstanbul: ALFA Yayıncılık. Gott, J. R., Strauss, M. E., & Tyson, N. d. (2024). Evrene Hoşgeldin: Bir Astrofizik Yolculuğu. İstanbul: Ketebe Yayınları. Gribbin, J. (2024). Zaman Üzerine 9 Düşünce. İstanbul: ALFA Yayıncılık. Hawking, S. (2021). Ceviz Kabuğundaki Evren . İstanbul: ALFA Yayıncılık. [1] Wormhole (Eng.) [2] Blackhole (Eng.) [3] Kara deliklerin yıldızların düştüğü kısmı, tekillik yani sonsuz uzay zaman bükülmesi bu kısımda yoktur [4] Kan döndüren alettir, aynen bu alet gibi kara delikler yıldızı çok yüksek hızlarda döndürür ve yutarlar [5] (Gribbin, 2024) sf. 78 [6] (Gribbin, 2024) sf. 79 [7] Negatif kütle ve enerji yoğunluğu gibi özellikler sergileyen maddeleri (egzotik madde) inceleyen fiziksel dünya. [8] (Hawking, 2021) sf. 141 [9] Gerçek parçacıklar gibi davranmayan potansiyel parçacıklar, anlık var olup yok olabilirler ve kimilerine göre nedenselliği ihlal ederler. Geçici kuantum dalgalanmaları da diyebiliriz. [10] (Gribbin, 2024) sf. 82 [11] (Everett & Roman, 2020) sf. 153 [12] (Everett & Roman, 2020) sf. 156 [13] Sf. 399, sf. 400
- Alfred Delirmek Üzere
Alfred Schwanken bağırdı. Oğlu Paul yüzü kıpkırmızı olan babasını sakinleştirmek için bir hayli çaba sarf ediyordu. Alfred, o huysuz ihtiyar imajıyla birlikte çok da sinirli bir adamdı. Öfkesi saman alevi gibiydi belki ama öfkeli olduğu anlarda da karşısındakine ateş kesilmekten, bağırıp çağırmaktan geri durmazdı. O anlarda kendini dizginleyemez, karşısındakine hayatı zindan ederdi. Bağırıp çağırıp sakinleştikten sonra da tıpış tıpış “mahkûm” ettiği insanların yanına gidip af dilerdi. Alfred, zekasıyla insanı hayrete düşüren bir adamdı, kumral saçları artık neredeyse üstü karla örtülmüş bir belde gibi bembeyaz olmuştu. Bilirsiniz, altmışlarının ortalarında bir adamın dinç olması, genellikle tanrı tarafından o kişiye bahşedilmiş bir lütuf olarak görülür. Bırakın dinç olmayı Alfred öylesine zindeydi ki gününün çoğunu yalnız başına bir parkta oturup kitap okuyarak ya da tiyatroya giderek geçirirdi. Onun kişiliğine dair en ilginç noktaysa onun komedi oyunlarında bile somurtmasıydı. Otuz yaşındaki oğlu Paul dahi babasının güldüğünü hiç görmemişti, yalnızca bir keresinde tebessüm ettiğini hayal meyal anımsamaktadır. İşte böyle bir adamdı Alfred, her yerde rastlayabileceğiniz ancak hiçbir yerde rastlayamayacağınız bir adamdı. O gün yine ılık bir temmuz günüydü. Doktora gitmekten imtina eden Alfred, sırt ve karın ağrısının hat safhaya ulaşması ve bunun üzerine oğlu Paul’un ısrarlarıyla söylene söylene hastanenin yolunu tutmak zorunda kaldı. Paul, karısı ve iki çocuğuyla bir aile babasıydı. Karısı Claudia ve Paul sık sık Alfred’e acır ve her temmuz ailecek Alfred’in yanında giderlerdi. Her yaz olduğu gibi 1983 yazında da onu ziyaret etmeyi ihmal etmediler. Ne kadar Alfred’e karşı bir sevgi besleseler de Alfred’in sık sık gösterdiği sinirli yüzü onları sık sık hayattan soğutuyordu. İki hafta Alfred’in yanında kalıp dönmeyi planlıyorlardı. Alfred Almanya’nın şehre çok yakın mesafesinde bir kasabada geniş ve diğer evlere göre nispeten modern ve yeni bir evde yaşıyordu. Kimi kimsesi olmadığından evin büyük olması ona çok bir şey sağlamıyordu. Zaten evine sığamıyordu, sabahtan akşama kadar sokaklarda volta atıyordu. Çok sevdiği parkı “Gençlik ve Nefes” parkına o sabah yanına bir kitap alarak gitmişti ki sırt ve karın bölgesindeki ağrının şiddetlenmesiyle eve döndü. Oğlu Paul, babasını o halde görünce bir ton laf işitmeyi göze alarak babasını apar topar hastaneye götürdü. Şehrin en iyi hastanelerinden birine gittiler. Çok sıra beklemeden doktorun odasına girdiler. Alfred tüm beyefendiliğiyle kasketini çıkarır gibi yapıp başını hafifçe eğerek doktora selam verdi ve yerine oturdu. Oğlu da aynı şekilde babasının oturmasını bekledi ve babası oturduktan sonra yavaşça diğer koltuğa geçti. Doktor bekletmeden lafa girdi: “Hoş geldiniz, hasta kimdi acaba?” Alfred ciddi bir tavırla “Buyurunuz benim.” dedi. Doktor, Alfred’e hasta yatağını işaret ederek uzanmasını istedi. Alfred uzandı. Doktor bazı kontroller yaptı, çeşitli notlar aldı ve en son Paul’a bir liste uzattı ve: “Babanız bu iki kan tahlilini yaptırsın, zaten bunların sonuçlarının çıkması pek uzun sürmez. İsterseniz sizi bekleme odamızda misafir edelim.” dedi. Paul memnuniyetini gülümseyip kafa sallayarak belli etti. Doktorla el sıkıştıktan sonra kan tahlillerini yaptırdılar, oradan da bekleme odasına geçtiler. Alfred eline bir gazete aldı ve piposunu tüttürmeye başladı. Paul ise radyo dinlemeyi tercih ediyordu. Üç buçuk saatin sonunda tekrardan muayene odasına çağrıldılar ve yerlerine oturdular. Doktor sonuçları Alfred'e söylemeden önce uzun uzun tüm tetkik verilerini inceledi, bazı notlar aldı. Sanki olmamasını istediği bir şeyi bulmaya çalışır gibiydi, avuç içleri terlemeye başlamıştı. Halihazırda çok genç olduğu yüzünden anlaşılıyordu. Temiz yüzlü ve sevecen bakışlı olan doktorun yüzü her geçen dakika soluklaşıyor ve dudakları kuruyordu. Dudaklarını nemlendirmek ve kuruluğu önlemek için dilini bir bukalemun gibi sürekli çıkarıp duruyordu. Dayanamadı ve sakinleşmek için biraz su içti. Yutkunmaları öyle derindendi ki kapının önünde sıra bekleyen hastalar bile sesi işitebiliyorlardı. Doktorun boğazını düğümleyen bir şey vardı. Israrla söylemekten kaçındığı bir şey... Alfred ne kadar huysuz ve memnuniyetsiz bir adam olsa da çok zeki olduğu aşikardı, buna binaen gözlem ve yorumlama yeteneği de çok kuvvetliydi. Hal böyle olunca doktorun şüpheli tavırları Alfred'in gözünden kaçmadı ve Alfred açık kahve tonlarındaki gözlerini ve bir kartalın kanatlarını andıran çatık kaşlarını doktora doğrulttu. Doktor Alfred'in baskısı altında iyice terlemeye başladı. Doktordan herhangi bir cevap gelmeyince Alfred: "Sonuç nedir?" dedi tok ve kibar sesiyle. "Ş-ş-şey e-ef-efendim yani ş-şey bilirsiniz ya hani..." demekle yetindi doktor. Kekeliyordu. Eli titremeye başladığından el yazısı gittikçe daha kötü bir hal alıyordu. O sırada Paul devreye girdi: "Buyurun efendim sizi dinliyoruz." dedi heyecanını bastırmaya çalışan bir ses tonuyla. Belli ki doktor toyluğundan olsa gerek hastalarına kötü haber vermeye alışık değildi. Derin derin nefes alarak açıklama yapma kararı aldı. Boğazını temizledi ve titreyen elindeki kalemi bırakıp ellerini kavuşturarak lafa girdi: "Pankreas kanseri pankreasta tümör oluşumuyla ortaya çıkar. İlk evrelerinde ciddi seyretmez, tedavisi de kolaydır fakat son evrelerinde tablo daha ciddi bir hal alabiliyor. Hastalığın mizacı çok sinsidir, son evrelere kadar pek renk vermediğinden sık doktora gitmeyen biriyseniz farkına varmanız hiç kolay olmayacaktır. Son evrelerde ağrı sırt ve karın bölgesine vurmaya başlar. Bu semptom bize tümörün karaciğere yayılmaya başladığını gösterir. Yani Alfred Bey, ne yazık ki pankreas kanseriniz son evreye ulaşmış ve yalnızca beş ay ömrünüz kaldı." diyerek cümlesini bitirdi ve o anda Alfred bağırmaya başladı. Korkudan doktorun elindeki kahve kupası düştü. Alfred hakaretvari biçimde doktoru yermeye başladı: "Alın işte, alın size doktor(!). Ne güzel değil mi insanlara yanlış teşhis koymak. Doktorum diye gezen de siz değil misiniz? Anne babana yazık, doktor oğlum var diye geziniyorlardır etrafta. Sen aynı okulu bir daha oku, belli ki derslerini asmışsın! Burası oyun parkı değil, bir hastane ve pankreas kanseri teşhisi koymak tahterevalliye binmeye benzemez! Beş ay ömrüm kalmışmış(!), çabuk beni başka bir doktora sevk et yoksa seni sağlık bakanlığına şikâyet ederim!" Doktora ağzına geldiğine çıkışan Alfred'in hakaretlerinin altında kalan doktor cılız bir sesle masanın altından başını çıkararak: "P-peki efendim, ç-çok özür dilerim." diyebildi. Paul ise yüzü kıpkırmızı olan babasını sakinleştirmeye çalışıyordu fakat yüzünde mimik dahi oynamıyordu. Babasının mizacını bir hayli kanıksamış olacak ki sanki dişini fırçalıyormuşçasına sıradan bir şeymiş gibi babasına “Tamam baba, başka doktora gideceğiz, kendini üzme." diyordu. Yüz ifadesi babasından bıktığının en net deliliydi. Hızını alamayan Alfred bu sefer oğluna fırça atmaya başladı: "Beni layık gördüğün şu doktorlara bak. Senin gözün yok mu? Bir dahakine beni böyle bir doktora götürürsen külahları değişiriz ha, ona göre!" dedi kızgın ses tonuyla. Paul, Alfred'in koluna girdi ve kapı ağzına kadar babasına eşlik etti. Daha sonra Paul, muayene odasından çıkarlarken doktora bir özür mahiyetinde dudaklarını büzüştürüp başını ve gövdesini eğerek elini kaldırdı. Daha sonra muayenenden çıktılar. Alfred seri bir şekilde piposunu çıkardı, bir kibrit yardımıyla yaktı ve tüttürmeye başladı. Yavaş yavaş yüzü normale dönüyordu. Paul’a döndü ve sert bir ses tonuyla: “Hadi sen karını ve çocuklarını yalnız bırakma ben akşam gelirim.” Paul ise kafa sallamakla yetindi ve babasının yanından ayrıldı. Alfred hemen Gençlik ve Nefes Parkı’na gitmek üzere yola koyuldu ve on beş dakika sonra parka vardı. Saat öğleden sonra üç sularıydı. Parktaki favori kahvehanesi olan Caeles’e girdi ve “Her zamankinden ver.” dedi ve çikolatalı kahvesini alıp dükkândan çıktı. Bir çınar ağacının altındaki banka oturdu, bir kolunu bankın arkasına attı, kahvesini hemen yanına koydu, bacak bacak üstüne attı ve piposunu tüttürmeye başladı. Piposu koyu kahve renkteydi ve boynu düzdü. Üzerinde ufak işlemeler vardı. Alfred uzunca bir süre eline bir kahveyi bir pipoyu alarak devam etti ve en son kahve bitince hazla dudaklarının üstündeki çok kalın ve gür olmayan bıyıklarına bulaşmış kahveyi yaladı ve yalnızca piposunu tüttürmeye başladı. Rüzgârın etkisiyle bir o yana bir bu yana savrulan ağaçları izliyordu. O an ölümü düşündü. Doktorun beş ay ömrü kaldığını söylediği an bozulmuş bir plak gibi kulağında inliyordu. İçini bir korku mu sarmıştı? Hayır. Alfred sıra dışı bir biçimde ölecek olmasını hiç umursamıyordu. Eski bir asker hiç ölümden korkar mıydı? O an Alfred uzun uzun hülyalara dalmaya başladı, aklına askerlik anıları geliyordu. Paltosunun iç cebinden çıkardığı -onun haricinde kimsenin haberdar olmadığı- askerlik günlüğünden rastgele bir sayfa açıp okumaya karar verdi. Mainz-16.09.1937 “Bu günlüğüme yazdığım ilk yazı ve yemin ederim bunu benden başka kimse okumayacak. Bugün günlerden pazartesi ve Mainz’de hava 73,5°F, havanın serinliği tenimi okşuyor. Bugün hayatımın en önemli kararlarından birini aldım, bu kararın arkasında geçmişin izleri var. Babam rüşvet suçuyla yargılanacağını anlayıp Amerika’ya kaçınca annem de mecburen onla gitti ve bana herhangi bir zarar dokunmasın diye beni amcamlara bıraktılar. Daha yalnızca altı yaşındaydım. Amcam Hans ve yengem Elena bana bakacakları için pek de mutlu olmadılar açıkçası. Amcam sert mizaçlı biriydi, onun güldüğünü görmek bir rüyadan ibaretti. Hala bile amcamın güldüğünü zihnimde tasavvur edemem, o sarkık yanakları ve gür siyah bıyıklarının gülünce nasıl bir hal alacağını hayal edemiyorum. Büyük ihtimalle amcama gülmek yakışmazdı o yüzden bunu dert etmeme de gerek yok. Yengem Elena ise tam bir koca karıydı, tek işi arkadaşlarına çay gününe gidip dedikodu yapmaktı. İşten yorgun dönen amcam bir kâse çorba istediğinde yengem onu bile amcama çok görür ve iki saat söylenirdi, işin en acınası kısmıysa amcamın iki saat laf işittikten sonra yine aç kalmasıydı. Kuzenim Marcus ise benden yalnızca iki yaş büyük. Ben onlara geldiğimde birinci sınıfa başlamak üzereydim, amcam beni Marcus’un ilkokuluna yazdırdı. Okul masrafları çoğalınca yengem amcama söylenmeye başladı. Sık sık kavga ettiklerini işitirdim. Yengem, sürekli amcama “Elin oğlunu evimize soktun, senin bir oğlun var ve oğlunun bir geleceği var. Sen sıradan bir fabrika işçisisin! Senin neyine yeğen bakmak… Tabii asıl doğru olanı ağabeyin yaptı, çalıp çırpıp parayı kazandı ve Amerika’ya kaçtı. Oğlunu da bakman için sana kakaladı! Biz de anca sürünelim!” diye saatlerce söylenirdi. Amcamsa haşin bir adam olmasına karşın bu tür konularda yengemle polemiğe girmezdi ve “Yapacak bir şey yok, Alfred bana abimin emaneti. Biraz kemer sıkacağız bundan sonra, dişimizden tırnağımızdan artıracağız. Onu yetimhaneye vermeye gönlüm elvermez.” diyerek lafını bitirdikten sonra tam yengem söze girecekken evden çıkıp giderdi. Yani mutlu bir evlilikleri yoktu. Bu durum ben ortaokula geçene kadar süregeldi. Ortaokula geçeceğim sıralarda (herhalde on ya da on bir yaşındaydım) birçok kayıt masrafı çıktı. Tam o sıralarda amcamın çalıştığı cam fabrikasının iflası üzerine amcam işten çıkarıldı. Bu olayların üst üste gelmesinin ne doğuracağı açıktır. Tabii ki her zaman olduğu gibi yengem sürekli amcama karşı söylenmeye başlıyordu. Eskiden birkaç günde bir söylenirdi ama işten çıkarılma hadisesinin üstüne bunu her gün yapmaya başladı. Yengem; amcamın başında ördek avlayan bir avcı gibiydi, tek planı amcamın en ufak hatasında tüm hatalarını yüzüne vurmaktı, tüfeğiyse diliydi. Yengem söylenmek için o denli vakit kollardı ki hiçbir şey bulamıyorsa “Şu arkadaşıma kocası bu aleti almış, ona bu mücevherleri vermiş…” diyerek amcamın başını şişirirdi. Bu tür olayların ucu bana dokunurdu en nihayetinde. İşin en kötü yanıysa tüm zararı benim görmemdi. Yengem amcama olan hırsını benden çıkarmak için genellikle beni açlıkla cezalandırırdı, bir parça ekmek vermesi onun “iyi” gününde olduğuna işaret ederdi. Ben de cılız bir çocuktum, bazen amcamla yengemin kavgasından kaçmak için Marcus’la ortak kullandığımız odaya çekilirdim. Marcus altın kalpli bir çocuktu. Yemek yerken gizlice ceplerine doldurduğu birkaç parça ekmeği tuvalete gitme bahanesiyle her akşam bana getirirdi. Onu uzun zamandır görmüyorum. Umarım iyidir. İyi insanlar var olmalılar. Bu süreç ben lise çağına gelene kadar böyle gitti. Evde huzur yoktu, eksik bir şey yoktu ancak eksik bir şeyler vardı. Amcamsa bir sürü geçici işte çalıştı: sütçüde süt sattı, pazarcılık yaptı, marangozluk yaptı… Ama hiçbir işte dikiş tutturamadı çünkü alkol problemi vardı. Yengemin lafları her gün bir doz daha ağırlaşıyordu. Amcam artık bir gün evde iki gün otelde kalmaya başladı. Bir de alkol almaya başlayınca kazandığı tüm parayı harcamış oluyordu. Yengemde çalışacak kumaş da yoktu, yani eve para girmemeye başladı. Tombul bir Yahudi asilzadeden ne beklenirdi ki başka! Bir de çalışsa mıydı? Yaklaşık altı ay önce çok şiddetli bir kavga yaşandı, amcam yine eve alkollü gelmişti. Yengem daha amcam kapıdan girer girmez söylenmeye başladı. Amcam umursamadı, soğukkanlı bir adamdı. Mutfaktaki masaya geçti ve içkisini yudumlamaya devam etti. Yengemse bir tür parazitti, ömür yiyen türden. Amcamı aşağılayıp masayı yumruklamaya başladı. Amcam yine umursamadı, çok sakin bir adamdı. En son yengem babama küfürler savurmaya başlayınca amcam masadaki bıçağı kaptığı gibi yengemin üzerine yürüdü, yengemi duvara yapıştırıp bıçağı boğazına dayadı. Bunu yaparken o kadar soğukkanlıydı ki yüzünde herhangi bir kızgınlık veya endişe yoktu. Marcus koşup amcamın bacağına sarıldı. “Baba, onu bağışla! Elini kana bulama baba! Bağışla onu!” diyerek ağlamaya başladı. Marcus’un ağlaması amcamı çok etkilemiş olacak ki bıçağı duvara saplayıp evden gitti. Bir hafta kadar dönmedi. Sonradan öğrendik ki amcam sokaklarda yatıyormuş. O sıralar yengemin ağızını bıçak açmıyordu, hâlâ olayın şokunu üstünden atamamıştı belli ki. Sonra dili çözülmeye başladı ve amcama dediklerini bana demeye başladı. Üstüne gidip iş bulmamı istiyordu. Lisede ikinci sınıftım ve yaşıma güvenerek bavulumu toparlayıp çıktım. Tokalaştığım tek kişi Marcus’tu. Bir süre sokaklarda yattım. Bir kahveci sağ olsun bir süre dükkanında yatmama izin verdi. Bu böyle sürüp giderken bir gün bir ilana rastladım. İlanda şöyle diyordu: Yüksek Alman ırkının yeni muhafızları olacak Hitler Gençliğini (Hitlerjugend) yurtlarımızda ağırlamak bizim için bir şereftir! Bu sözlerin altındaysa yurdun adresi vardı. İlk zamanlar bu ilanı pek önemsemedim, oysaki her yer bu ilanlarla doluydu. Bir gün sokakta aylak aylak dolaşıyordum, yol ağızına geldim ve tam meydana giden yokuştan inmek için keskin bir şekilde sola dönmüştüm ki biriyle burun buruna geldim. Üstünde bizim lisenin forması vardı. Yüzüne bakınca çocuğun üst sınıflardan Wilfried olduğuna kanaat getirdim. Heybetli bir çocuktu, yüz hatları keskin ve sertti. Vücudu bile disiplinli olmak için yaratılmıştı sanki. Selam verdim, o da selam verdi. Beni baştan aşağı bir süzdü. Halimden sokakta yattığım belliydi tabii. Tam arkamı dönmüş yürümeye devam edecekken “Bir dakika” dedi gür sesiyle. “Buyur” cevabını verdim. Beni bir daha komple süzdü ve bir hayret ifadesi olarak alt dudağını hafif dışarı çıkarıp kafasını yavaşça aşağı yukarı sallamaya başladı. Sonra belinde olan ellerini açıp söze girdi. “Sen parlak bir öğrenciydin değil mi? Sanırsam adın da Alfred’di. Alfred Sch- Sch-…” diyerek duraksadı ben de “Schwanken” diye tamamladım. Sanki uzun süredir aradığı bir şeyi bulmuşçasına “Doğru ya! Bu ismi nasıl unuturum! Lütfen kusuruma bakmayınız.” dedi. Bu bana konuşmanın biraz resmi bir hâl aldığı izlenimini verdi. Sonra söze devam etti. “Sen kimya kulübündeydin. Notların da çok iyiydi. Senden büyük olmamıza rağmen sınavdan önce bize konuları anlatırdın. Ne günlerdi!” dedi hafif tebessüm etti. Ben de hafiften tebessüm ettim. “Nasıl oldu da bu hâle geldin kardeşim? Beni lütfen yanlış anlama ama sokaklarda kalıyorsun anlaşılan. Lütfen beni can kulağıyla dinle. Sen çok parlak bir insansın. Aynı asırda bir gözümüzün önünden kayıp giden kuyruklu yıldızlar gibi. Bunu ciddi söylüyorum. Seni gördüğüm ilk andan beri uzaktan seni gururla ve imrenerek izledim. Tüm samimiyetimle söylüyorum ki seni bu şekilde görmek beni en derinimden yaraladı. Lütfen beni bir ağabeyin olarak gör ve teklifimi değerlendir. Biliyorsun ki Hitler Gençliği günümüzün en önemli derneği. Hatta buraya katılmak zorunlu hâle geldi bile denilebilir, o kadar yaygın ki katılmayan bulamazsın! Ben orada bazı yerel işlerden sorumluyum. Gel oraya taşın. Üç öğün yemek, sıcak bir yatak ve sosyal bir hayat. İnan sen bunları hak ediyorsun. Herhangi bir para ödemene de gerek yok. Ayrıca bana duydukları saygıdan sana da çok iyi muamele gösterirler. Sana senin adına yalvarıyorum kardeşim.” Bir durup düşündüm. Teklifi gayet cazipti ve söyledikleri doğruydu. Yere baktım bir süre sonra Wilfried’e dönüp “Ben politik işlere alet olmak istemem.” dedim, bana döndü ve “Tamam kardeşim, istersen katılma. Yeter ki içindeki cevherin bu bataklıkta kaybolmasına izin verme. Sen orada eylemlere katılmazsın, sadece amblem falan takarsın. O bile yeterli olur.” Sonra düşünmeye başladım. Şunu sordum kendime: kaybedebileceğim canımdan başka bir şey kaldı mı? Kabul ettim ve ertesi gün yurda yerleştim. Wilfried beni oda arkadaşlarıma tanıttı -bundan önce temiz kıyafetler de ayarlamıştı- ve ufak bir sohbet ettik. O günü hiç unutamam. Werner ile o gün tanıştım. Odaya ilk girdiğimde direkt gözüme çarptı. Saçları inek yalamışçasına arkaya doğru atılmıştı ve üzerinden ışık yansıyordu. Saçları koyu sarıydı ve benden biraz daha kalıplıydı, normal denebilecek bir vücuda sahipti. Kulakları yaşıtlarından büyüktü ve kepçe gibiydi. Bu yüzden herkes ona “Midas” diye sesleniyordu. Gayet lider ruhlu ve atılgandı. Onu yurttaki herkes tanırdı. Evet o gerçekten “Midas” gibiydi, dokunduğu şey altın gibi güzelleşiyordu. Herkes onun işleri yürütme ve acil durumlarda dirayetini koruyabilme huyuna bayılırdı. Gerçekten bir kardeş edinmiştim. Çok konuşkan biri olmamama rağmen -pısırık da değildim- Werner beni birçok kişiyle tanıştırdı ve sosyal ortamlara soktu. O da biyolojiyle içli dışlıydı. Biz gece ranzalarımızda günün yorgunluğunu atarken o loş ışıkta Lamarck okurdu. Ne günlerdi! İlkten onun bu yaptıklarını içten içe “aşırıya kaçmak” olarak nitelendiriyordum. Yanılmışım. Onla daha içli dışlı olduktan sonra bilgisi ve olgunluğu beni tesiri altına aldı ve beni kimya alanında ilerlemeye motive etti. Gece yan yana iki masada, tek mum ışığında çalışırdık. O kadar samimi olduk ki birbirimizin bütün anlarını ezberledik. Çok güzel günler geçirdik kadim dostumla. Geçen sene bir yetenek sınavı oldu. Kazananlar yüksek nitelikli Hitler okullarına gideceklerdi. Sınav gerçekten çok zordu, herkesin hayali bu sınavı kazanmaktı. İkimiz de sınava girdik. O kazandı bense ufak bir puan farkıyla okula girme şansını kaçırmıştım ta ki Wilfried işe el atana kadar. O zaman Wilfried eyalet sorumlusu olmuştu. Sahip olduğu yüksek mertebe onun için her kapıyı açan bir anahtar gibiydi, tabii kapının arkasında tanıdıkları varsa. Bana beslediği muhabbetten olsa gerek beni okula sokmayı başardı. Artık ne tür bir şey söyleyip bunu başardı o kısmını bilemeyeceğim. Hatta Werner ile beni Mainz’deki aynı okulda aynı sınıfa aldırdı. Ve bugün Mainz’deki ilk günüm. Her şey güzel, burası yurttan bile konforlu. Bir sürü hademe gelip gidiyor, tuvaletler yurttakilerin aksine tertemiz. Yemekhanedeki tabldotlarda bir o kadar kaliteli. Bence buradaki insanlar aklı başında insanlar -en azından öyle olduğunu umuyorum- ve Werner ile burası hakkında uzunca konuştuk. O ranzanın üst katında yatıyor bense altında yatıyorum. Her şey fevkalade. Özellikle de istediğin şeyi istediğin gibi yapmak. Bu çok önemli. Peki önemli kararım ne? Şu nokta çok aşikâr ki büyük bir savaş kapıda. Bize genelde böyle bilgiler geliyor. Bunu dünyanın hâline bakarak anlamak da zor değil. Ve -maalesef-muhtemelen bu savaş tüfek ve süngülerin değil, biyolojik ve kimyasal silahların savaşı olacak. Yani binlerce insan -umarım binlerle sınırlı kalır- ben ve arkadaşlarım tarafından öldürülecek veyahut sakat bırakılacak. Kalemimiz kana bulanacak, bu kaçınılmaz gözüküyor. İşte önemli kararım bu. Aslında karar halihazırda başkalarınca verilmiş. Ne kadar savaşları sevmesem de vatanım için her şeyi yapmaya razıyım. Şerefim ve namusum üzerine yemin ederim ki olası bir savaşta yüce ari Alman ırkının çıkarlarını canım pahasına koruyacağım!” Alfred günlüğünü derin bir iç çekmeyle hemen oturduğu yerin yanına koydu. Kafasını yukarı kaldırıp bir daha gökyüzüne baktı ve ölümü hatırladı. Keşke o günlere geri dönebilsem diye geçirdi içinden. Boş kahve bardağına baktı. Dibinde kalan son çikolata tortusunu içmek için son bir kez bardağı kafasına dikti. Piposunu yaktı ve günlüğünü sol avucuna alarak evine doğru yürümeye koyuldu. Eve gelinceye dek kafası düşüncelerle dolup taşıyordu. Bir anlığına içindeki efkâr yoğunlaştı ve geçmişe olan özlemiyle yanıp tutuşmaya başladı. Tam evine giderken fikir değiştirdi ve sağa sapar sapmaz bir şarap dükkanında buldu kendini. Girer girmez dükkân sahibi adam neşeli ve coşkulu bir sesle “Merhabalar efendim!” diyerek karşıladı Alfred’i. Adam siyah ve hafif seyrek saçlıydı, giyimi bir hayli düzgündü -belli ki şarapçılık iyi para getiriyordu- ve yüzü hafif tombuldu. Sakalları yok denecek kadar azdı ve her halinden kırklarının ortalarına yaklaştığı belliydi. Lakin adamın bu dostane tavrı Alfred’i yumuşatmaya yetmedi. Yine hafif çatık, bir kısmı gözlerine düşecekmiş gibi duran kartal kaşlarını adama çevirip “He” deyip hafifçe kafasını salladı. Adam bunu kaba bulmuş olacak ki sahip olduğu tüm enerjisini yitirip koltuğuna geri oturdu. Alfred rafları dolaşmaya başladı. Şaraptan pek anlamadığı her rafın önünde dakikalarca durup düşünmesinden belli oluyordu. Zaten alkolden kendini bildi bileli nefret ediyordu, belki de bunun sebebi amcasıydı. Pahalı şarapların olduğu bir rafa yöneldi. Burada hem beyaz hem de kırmızı şarap vardı. Hiçbir fikri olmamasına rağmen bir süre düşündükten sonra kırmızı olanlardan birini aldı. Belki o an kırmızı şarapla arasında bir bağ hissetti ya da rengi hoşuna gitti. Apar topar şarabı alıp eve dönmek üzere yola koyuldu. Yaşlı olmasına rağmen hâlâ gayet dinçti. Merdivenleri koşar adım çıktı ve eve hızla daldı. Karın bölgesinde bir ağrı hisetti ama bunu umursamadı bile. İki küçük kız torunu, Paul ve Paul’un eşi Sophia evin salonundaydılar. İki tatlı küçük kız çocuğu ellerinde oyuncak bebekleriyle bir o yana bir bu yana koşturuyorlardı. Yaşları 4-5 civarıydı ve pembe elbiseler giymişlerdi. Sophia ise tam bir Alman soylusu gibiydi. Duruşu her zaman asildi. Gayet atılgan ve sıcakkanlı bir kadındı ancak insanlarla üst perdeden konuşmayı da esirgemezdi. Giyim kuşamı da o denli düzgün, kıyafetleri tertemiz ve ütülüydü. Saçları hafif kumraldı ve yumuşacık görünüyorlardı. Her halinden öz bakımına ve aile hayatına özen gösterdiği belliydi. Sophia ve Paul’un yan yana oturduğu koltuğun önündeki ahşap sehpanın üzeri mendillerle doluydu. Sophia’nın gözleri şişmişti ve ağlamaktan yorgun düşmüş olacak ki başını Paul’un omzuna yaslamıştı. Paul ise gayet neşeli ve sıradan bir adamdı. Alfred’in oğlu olduğunu göz önünde bulundurduğumuzda gayet sıradandı. Otuzlarının ortalarını yaşayan Paul, babası gibi siyah bir saça ve hafif kalın ve yoğun bir kaş yapısına sahipti. Babasının aksine bıyık bırakmıyordu. O da uyuklar biçimde radyo dinliyordu ki Alfred’in hışımlı girişiyle irkildiler. Sophia hemen utanıp kayınbabasına etek selamı verdi ve başını eğdi. Yanakları kızarmıştı. İnce düşünceliydi ama özür dilemekten de imtina ederdi, kendince mükemmel olmaya çalışıyordu. Paul ise kanepeye uzattığı ayaklarını indirdi ve ellerini sehpanın üstüne doğru kavuşturdu. Dedeleri ilkten torunlarının yanaklarından öptü ve onlara sarılıp içeri gitmelerini söyledi. Alfred sallanan sandalyesine geçti, bir bardak soda koydu ve hafifçe sallanmaya başladı. Sandalyesi çok eskiydi ama hâlâ Alfred’in işini görüyordu. Üstünde cilalanmış ahşap işlemeler vardı. Kaliteli ve pahalı bir sandalye olduğu ortadaydı ama sanki üzerine çok insan oturmuştu ve bu onu yıpratmıştı. Aslında o yalnızca Alfred’in sandalyesiydi ama üzerine çok farklı insanlar oturmuştu. Alfred’in olmak istediği ama olamadığı insanlar. Alfred söze asabiyetle girdi. Gelinine bakarak “Ne bu hâl?” dedi. Ses tonu hem azarlar gibiydi hem de işin aslını öğrenmek isteyen birinin sesiydi bu. Sophia ise o anın gerginliğiyle “Baba…” diyebildi titrek sesiyle. Elleriyle yüzünü kapatıp tekrar ağlamaya başladı. Paul ise onun sırtını sıvazlıyordu. Babasının beş ay ömrünün kalması pek de umurunda değildi açıkçası. Aklı kumar oynamak için tefeciden aldığı borç paranın teslim tarihinin yaklaştığındaydı. Sophia’yla da genelde bu yüzden tartışırlardı. Alfred olabildiğince soğuk kanlıydı. Sandalyesinde bir o yana bir bu yana sallanıyordu. Poşetse hâlâ elindeydi. Hışmı sebebiyle olacak ki poşeti mutfağa bırakmayı unutmuştu. Paul’un gözleri aniden poşete kitlendi. Dikkatle poşete bakarken poşete sığmayıp üstten gözüken mantar tıpayı fark edince donakaldı. Babasının elinde yalnızca bir kere şarap kadehi görmüştü -onu da hayal meyal hatırlıyordu- ve Paul aniden kalkıp babasının sandalyesinin karşısındaki tekli koltuğa oturdu. Çok bekletmeden “Poşette ne var baba?” dedi. Alfred poşeti hafifçe araladı ve soruyu anlamamışçasına “Şarap” dedi. Sophia hem şaşkındı hem de gözleri yeniden dolmuştu. Sophia’ya göre Alfred, darağacının dallarına tutunmayı yorulsa dahi bırakmamış bir adamdı. Hayata karşı hayata tutunan bir adam. Bu bile Sophia için Alfred’e saygı duyması için yeterli bir sebepti. Sophia o an olaydan tamamen kopmuştu ve Alfred hakkında düşünüyordu. O sırada Alfred’in “Size ne şarap içiyorsam!” diye bağırmasıyla irkildi. Paul sanki söylediklerinden pişman olmuştu, yüzündeki bıkkınlıksa gün yüzü gibi ortadaydı. Ortamdaki gerginliği düşürmek için tiz bir sesle “Baba, ben hastasın diye dedim, senin kötülüğünü istediğimden değil.” dedi. Paul ise “Bugüne kadar iyiliği hiçbir insandan bulmadım.” dedi asabiyetle ve şarap poşetini alıp odasına gitti. Paul ile Sophia ise Alfred hakkında konuşmaya başladılar. İkisi de onun bu aralar Alfred’de alışılmadık davranışlar sezinliyordu ve bu endişelenmek için yeterli bir sebepti. Alfred daha rahat kıyafetler giydi ve çıkardığı kıyafetlerini özenle katlayıp dolabına kaldırdı. Ardından aceleci bir tavırla çalışma masasının koltuğuna oturdu. Masasının yanındaki ahşap komodinin üstünde antika bir pikap duruyordu. Onu bir antikacıdan almıştı Alfred. Çekmecesini açtı ve bir iple bağladığı plak koleksiyonunu çıkardı. Hangi şarkıyı dinleyeceğine bir türlü karar veremedi ama klasik müzik hayranlığı baskın gelmiş olacak ki üzerinde silik bir biçimde “Ballade No.1” yazan plağı pikabına yerleştirdi ve arkasına yaslandı. O sırada mutfaktan kadeh almayı unuttuğunu fark etti ve mutfağa gidip gitmemek arasında kaldı. İçinden gitmek gelmiyordu çünkü daha demin gelinine ve oğluna sert bir çıkış yapmıştı. Mahcuptu ama kendinde özür dileyecek cesareti bulamadı ve müziği dinlemeye devam etti. Poşetten şarap şişesini yavaşça çekti ve mantar tıpayı açmaya uğraştı. Ne yapsa olmuyordu. O sırada sert bir rüzgâr penceresinden içeri girdi ve aralık olan kapıyı sonuna kadar açtı. O sırada koridorda Paul belirdi. Ürkek adımlarla kapı eşiğine kadar yürüdü ve saygısını göstermek için açık olan kapıyı iki kere tıklattı. Nazik bir şekilde “İstersen ben açarım baba.” dedi, Alfred’in mahcubiyeti her saniye artıyordu. Alfred zarifçe şişeyi Paul’a uzattı ve Paul tek hamleyle şarap şişesini açtı. Kumarda kaybettiği günler şehir merkezindeki meyhanede şarap içmek onun için bir gelenekti, bu yüzden de artık şarap şişesi açmanın piri olagelmişti. Paul babasına şişeyi uzattı ve kapı eşiğine doğru yönelmişti ki Alfred, titrek ve zayıf bir sesle “Oğlum…” dedi. Paul vaziyeti halihazırda anlamıştı. Alfred’in her halinden özür dilemek istediği belliydi. Alfred cümlenin devamını getiremeyince Paul “Sorun yok baba.” dedi durgun bir ses tonuyla ve kapıyı yavaşça çekip balkona gitti. Alfred o an hüzne boğuldu. Mahcubiyeti dayanılmaz hâle geldi. Şarabından bir yudum aldı ve arkasına yaslanıp kendini müziğin büyülü kollarına bıraktı. Daha sonra gözlerini çalışma masasının karşı duvarında asılı olan Einstein portresine çevirdi. Bu portreyi Werner ona Mainz’deki okula geçtiklerinde hediye etmişti. Alfred ise beyaz kalemle -ve bozuk elyazısıyla- portrenin alt kısmına “Der einzige heilege Jude” yazmıştı. Bu portre beyninde bir kıvılcımı harekete geçirdi ve onu Maiz’deki günlerine götürdü. Şarabından bir yudum daha aldıktan sonra masasındaki pipoyu yaktı. Anı defterini çıkarttı ve son okuduğu sayfadan on ya da on beş sayfa ileriki sayfayı açtı. Son kez müziğin ahengine dalıp gözlerini kapadı. Kafasını tavana yöneltti. Onu gören biri tüpsüz dalış yapan bir dalgıcın suya girmeden önceki hareketleriyle Alfred’in hareketlerini kolaylıkla bağdaştırabilirdi. Tekrar yönünü kitaba çevirdi ve okuma gözlüğünü takıp anıların nehrinde sürüklenmeye başladı. Mainz-24.05.1938 Biliyorum, bir süredir seni boşladım günlük (ya da ağlama duvarı) ama artık içimdekileri dökebilirim. Umarım gelecekteki ben olacakları kesinkes biliyordur da benim şu an ki tereddüdüme ve belirsizlik duyguma tebessümle karşılık verir. Mainz’de bir dönemin sonuna geldik, notlarımsa epey iyi, daha iyisi kimyayla olan bağımın günbegün artması. Hayatımı kimya tutkusu üzerine kurmuş vaziyetteyim, artık kimya benim Atlas’ım. Hayatım anlamsız saat tik takları bütünü. Ölmek ya da ölmemek yalnızca hiçlikten ibaret. Bu hiçlik bataklığında bana el uzatan tek şey kimya tutkum, ama hâlâ vücudumun yarısı bataklıkta. Yakında boğulacağım. Neden mi bu düşüncelere kapıldım? Nedeni basit: savaş. Çok açık ki bir veyahut iki yıl içinde bir savaş patlak verecek, bunu görememek için kör olmak lazım. Ve bu savaş tüfeklerin değil, protonların savaşı olacak ve biz de en güçlü askerler olacağız. Ari ırkını korumaya gönlümü verdim, ülkemizde bilimi geliştirmek ve daha iyi bir gelecek inşa edebilmek için gecemi gündüzüme katıyorum ama artık işler dayanılmaz bir raddeye geldi. Her şey Wilfried’in -artık eyalet teşkilatındaki en güçlü kişi- bana kimyasal silahlar geliştirmem üzerine yazdığı bir mektupla başladı. Mektubun sonunda aynen şu ifade vardı: “Savaş yakındır sevgili kardeşim, bütün aşağı ırkları yok edip Yüce Ari Irkı yüceltmek vesilesiyle yardımına ihtiyacımız var. Bugün bize sırtını dönme; ihanet, bedellerin en ağrıyla kol koladır. Bizim için kardeşim, bu savaş sizin savaşınız.” Geçenlerde yurdun bahçesinde Werner ile dolaşıyorduk, buraya geldiğimden beri “aşağı ırk” kavramı kafamı kurcalıyordu. En son dayanamadım ve Werner’e böyle bir şey olup olmadığını sordum. İlkten bana bakıp sırıtmakla yetindi. Herhalde sorumu anlamadı diye düşündüm ve tekrar ettim. Bana aynen şöyle dedi: “Saçmalık. Biyolojik olarak böyle bir şey yok. İnsanlar, insanları “insan” olarak görene kadar bunu anlayamayacaklar.” Ardından konu değişti ve keyifli yürüyüşümüzü sürdürdük. Werner bunu diyene kadar üstün ırk doktrinine sıkı sıkıya bağlıydım ama şimdi bu bağlantı zayıfladı. Hâlâ bu doktrini izliyorum ancak eskisi kadar tesirini hissetmiyorum. Aslına bakılırsa hiçbir şey hissetmiyorum. Sanki tüm insani duygularımdan arınmışçasına. Mutlu olmadığım gibi mutsuz da değilim. Sadece hiçlik okyanusunda bir kaptanım ve gemim su alıyor. Bilmiyorum. Yemin olsun ki çok kararsızım. Werner’in söylemi bende bir fitili ateşledi ve milliyetçi duygularım ağır yara aldı. Eğer insanlar arasında bir üstünlük-aşağılık ilişkisi yoksa ben neden ülkemdeki insanlar için diğerlerini öldüreyim? Neden savaşayım? Ben sokaktan geçen ülkemin “üst insanlarını” tanımıyorum bile, tanımadıklarım için savaşmalı mıyım? Ya da çok iyi bir aşağı ırk insanı çok kötü bir üstün ırk insanının yaşamının devamı için öldürülmeli mi? İşte tüm bu sorular beynimi yedi yirmi dört meşgul ediyor ve ben bu labirentten çıkamıyorum. Ne zaman bunları düşünsem kafamda “hain” sesleri yankılanıyor. Ne zaman bu tür düşüncelerim paranoyaklaşmaya başlasa ya yanaklarımı tokatlayıp “sus!” diye bağırıyorum ya da kimya çalışıyorum. İyi olmadığımın farkında olacak kadar iyiyim. Duvarı göz yaşlarımla çürüdü galiba, öyleyse başımdan geçen bir şeyi anlatayım. Yaklaşık iki ay önce her hafta olduğu gibi yurttan izin alarak gezmeye gittik. İzin günümüzü en iyi şekilde değerlendirmek için Mainz’de renk renk çiçekler, sokak satıcıları, tarih kokan binalar ve sokak sanatçılarıyla dolu olan meşhur çarşıya gittik. Dört kişiydik; Werner, ben, Johann ve Niko. Niko ve Johann sınıfta ancak selamlaşma düzeyinde haşır neşir olduğumuz çocuklardı ancak beraber gezmek konusunda ısrar etiklerinde Werner ve ben onları kıramadık. Her şey güzel ve eğlenceliydi, zaman durgun bir sudan ziyade sürekli akan ve çağlayan bir dere gibi geliyordu. Zaman böyledir işte, çağlayan bir dere misali hırçındır; onunla birçok şey akıp gider ancak ses hâlâ kulaklarımızda çınlamaya devam eder. Konuya dönecek olursak ellerimizde tarihi fırından aldığımız sıcacık reçelli çöreklerle yürüyorduk. Werner bir yandan piposunu tüttürüp düşünceli düşünceli önüne bakıyordu. Johann iri yarı ve boylu poslu bir çocuktu, kalın ve altın sarısı düz kaşları, kısa ve geriye taranmış jöleli saçlarıyla öne çıkan biriydi. Mavi gözleri ve çatık kaşları her an ani bir duruma hazırmışçasına bir radar misali çevreyi tarıyordu. Niko’ysa Johann’a göre çok daha pısırık ve ufak tefek biriydi. Kalın yuvarlak gözlükleri ve siyah ince kaşları özgüven eksikliğinin bedensel bir dışavurumu gibiydi. Belli ki Niko, Johann’ın güdümünde eziliyordu, ona bağımlıymışçasına yaşıyordu ve Johann ona her çıkıştığında kafa sallamakla yetiniyordu. Bu durum yürüyüşümüz boyunca devam etti. En son ana caddedeki sapağa geldik ve Werner bana “Sağ mı sol mu?” diye sordu, kararsız kaldım ve bir yandan da bu kararsızlığın içine onları çekmek istemediğimden çabucak “Sağ!” dedim ve çarşının sağ bölümündeki dondurmacıya gitmeye karar verdik. Bir süre daha yürüdük ve bir kemancıyla karşılaştık. Sokakta keman çalıp verilen üç beş kuruşa tamah edip başını eğiyordu. Adam gençti ve Yahudi olduğu her halinden belliydi, uzun ve tokalarla örülmüş saçı yine upuzun olan sakalından ayırt edilemeyecek biçimdeydi. Uzaktan bakıldığında bir siyah kıl yumağı içinden iki çift göz kemana tutkuyla bakıyor gibi görünüyordu. Ben de ona cebimdeki gümüş bozukluklardan birini vermeye kalkıştım ve soluma döndüğüm anda Johann’ın sinirli ve çatılmış yüz ifadesiyle karşılaştım, yüzü adeta bir mahkeme duvarına benziyordu. Aniden elime vurdu ve bozukluklar çevreye saçıldı. Ben lafa girmeye kalmadan adama “Ne arıyorsun burada?” diye sordu bağırarak, ses tonu hayli sertti. Adam yavaşça başını kaldırıp “Müzik yapıyorum.” dedi, herhalde Johann’ın kılığından korkmuştu çünkü üzerinde askeri talim üniforması vardı, Johann ise ona tepeden bakacak kadar yakınına geldi ve “Demek müzik yapıyorsun…” dedi ve Yahudi’yi saçlarından çekmeye başladı, adam Johann’ın ayaklarına kapanıp elinde olmayan bir şey yüzünden özür dileyip af dileniyordu. Ne ironik ama! Olayları ayırmaya çalışıyordum ki ben tam araya girecekken Johann, tekmesini kemancının kafasına doğru sert bir şekilde savurdu ve kemancının sol gözüne var gücüyle vurdu. Kemancının gözünden kan gelmeye başladı, ürkünç denecek kadar kan akıyordu ve kan tüm kemana bulaşmıştı. Hatta kaldırım taşlarının araları bile kıpkırmızı olmuştu. O sırada ben Johann’ın kollarına girip onu uzaklaştırmaya çalıştım ki bana yüzünü dönüp “Peki ya sen, hain!” dedi ve içimde şeytani bir his uyandı. Yaşadıklarım ve duyduklarım paranoyalarımla birleşince beynimi ele geçirmiş olsa gerek anlık bir hareketle arka cebimde taşıdığım çakıyı çıkarıp Johann’ın karnına sapladım. Werner ve Niko o sırada Yahudi’ye bakıyorlardı ancak Johann’ın çığlığıyla hemen yön değiştirdiler ve beni uzaklaştırdılar. Tam o sırada içimdeki bir hissi bastırmış gibi hissettim, bir yangını söndürmüş gibi. Sonrasında ellerime bulaşan Yahudi’nin ve Johann’ın karışmış kanına bakıp bayılmışım. Son hatırladığım şey buydu. Sonrasında gözümü yurt yatağında açtım, herkes meraklı şekilde bana bakıyordu, etrafımda bir halka oluşturmuşlardı ve aralarında fısıldaşıyorlardı. Hemen yurdun idari ve adli yönünden sorumlu kısa boylu, tıknaz ve sert yüzlü müdür yardımcısı “Odayı boşaltın!” diye bağırarak içeriye hızla girdi. Donakaldım. Karşıma geçti yavaş adımlarla ve bana “Sen!” dedi, “Arkadaşına yaptığın iğrenç hareketin cezasını çekeceksin, seni adli mercilere sevk edeceğiz. Bu okul serseriler için değil!” dedi ve yüzüme tiksintiyle baktıktan sonra kapıyı vurup çıktı. O gün hissettiğim en garip şey hissizlikti. Her şey bir rüyaymışçasına hiçbir şeyi umursamadım ve vicdan azabı da çekmedim. Bir iki günüm böyle geçtikten sonra iki polis memuru beni yurttan almaya geldiler. Werner de benle gelmek istedi ama izin vermediler. Ellerime ters kelepçe taktılar ve beni yerel karakola götürdüler. Sorgu odasına alındım. Bir tane şişman ve pos bıyıklı polis karşımdaki sandalyeye oturdu. Kapıdaysa olanları pek umursamayıp karnını doyuran bir polis vardı. Uzun bir sessizliğin sonunda polis boğazını temizleyip “Neden yaptın?” diye sordu sert bir tonla. Ne diyeceğime karar veremedim ve “Bilmiyorum, şeytana uydum herhalde.” dedim. Polis onla alay ettiğimi sanıyordu oysaki olayın bende oluşturduğu hissizlik bana bunu söyletiyordu. Yeniden söze girdi: “Madem öyle şeytanın bacağını kıralım! Bu kadar prestijli bir okulda okuyan bir kimya öğrencisi nasıl olur da böyle bir suç işler aklım almıyor! Dünyanın çivisi çıkmış artık! Cezan adam yaralamaya teşebbüs suçundan bir yıldan üç yıla kadar hapis olacak biliyorsun değil mi?” dedi, bu sözlerin altında ezilip sessiz kaldım. Polis yine devam etti -o sırada onun yüzüne utançtan bakamıyordum- “Tanrına şükranını sun çünkü bıçaklama yalnızca arkadaşının derisini sıyırmış, organlarına gelmemiş.” demesiyle derin bir nefes aldım. En azından “katil” değildim. Ben yine sessiz kalınca polis sohbeti sürdürmedi ve bana bir kağıt uzatıp “Şurayı imzala.” dedi. Ben de imzalayıp karakolu terk etmeye yeltendim ki yanlışlıkla yemek yiyen memura çarpıp yemeğini yere düşürdüm. “Affedersiniz.” Dedim kısık sesle, adamsa bana şaşkın bir ifadeyle bakmakla yetindi. Olayın ciddiyetini karakoldan çıkınca anladım ki bu hayli geç demekti. Ne yapacağımı düşündüm uzun uzun, bir ağacın altında oturmuş bekliyordum. Arkamda duracak birileri yoktu hatta kimse yoktu. Bir yandan baharın çiçek kokuları burnuma geliyor, yel tenimi okşuyordu. Kafama elma düşmesine kalmadan aklıma Wilfried’i bulmak geldi çünkü beni kurtarabilecek tek kişi oydu. Bu işe beni sokan oysa yine o beni çıkaracaktı. Koşar adım parti il binasına yürüdüm. Yarım saate kalmadan il binasına vardım. Bina gayet görkemliydi ve her yer “Ülkenin kaderini elimize alıyoruz.” yazan afişler vardı. Hemen içeri girdim ve danışmaya Wilfried’in odasının yerini sordum. Danışmadaki kafası kuş yuvasını andıran kel ihtiyar bana durmadan sorular sorup beni yavaşlattı. En sonunda Mainz yurt kartımı gösterme fikri aklıma geldi -Tanrıya şükür- ve en sonunda huysuz ihtiyarı ikna ettim. Merdiven basamaklarını üçer beşer çıktım ve kendimi Wilfried’in odasının önünde buldum. Kapıyı bir kez tıklattım ancak kimse kapıyı açmadı. Sonra iki kere daha tıklattım ve içeriden adım sesleri geldi ve Wilfried kapıyı açtı. İlkten beni kucaklamaya yeltendi ancak yüzümdeki yorgunluğun ve endişenin karışımı olan ifademi görünce ellerini indirdi ve beni içeri alıp bir kelime dahi etmeden bir bardak su verdi. Hemen koltuğuna oturdu ve “Ne bu halin kardeşim?” dedi. Ben de “Galiba hapse gireceğim.” dedim. O an Wilfried’in beti benzi attı, neredeyse sandalyesinden düşüyordu. O kadar eli ayağına dolaştı ki benim bardağımdan biraz su içti ve bardağı yerine koydu ve titreyen elini masanın üstüne koyarak “Nasıl?” dedi ve şaşkın gözleriyle beni süzdü. Ben de “Johann bir Yahudi’ye saldırdı ben de adamı öldürmeye yeltendiğinde cebimdeki çakıyı Johann’a sapladım. Şu an hastanede.” dedim. Hemen kent hastanesini aradı ve oradaki danışmana Johann adlı hastanın durumunu sordu ve kadın bir hafta içinde taburcu edeceklerini söyledi. Derin bir oh çektim. Sonra Wilfried hemen bir amir tanıdığını aradı ve dosyayı kapatmalarını rica etti. O an Wilfried gözümde devleşti ve bana kökleri her yeri kuşatan bir meşeyi andırdı. Dosya bu şekilde kapanmış oldu. Sonra Wilfried ile gündelik hayattan konuştuk. Bana bir savaşın kapıda olduğunu söyledi. İçeriden aldığı “çok sağlam” bilgilere göre bir ya da iki yıl içinde Polonya kuşatılabilirmiş. Bilmiyorum ama savaşı istemiyorum. Tam vedalaşmıştık ve odadan ayrılıyordum ki bana “Hainlik…” dedi, “affedilmez.” Şapkamla selam verdim ve yurda doğru yürümeye koyuldum. Yolda gelirken Wilfried’in yaptığımı “hainlik” olarak gördüğünü ve bana sitem ettiğini anladım. Sonra yurda geldim ve meraklı gözlerin tahakkümünde uyudum. Hissettiğim tek duygu duygusuzluktu. Alfred kitabı yavaşça masaya bıraktı ve şarabın etkisiyle kendini yatağa zor atıp sızdı. Hayatında çektiği en tatlı uykuymuşçasına yüzünde bir tebessüm ifadesi belirmişti. En tatlı uyku bir kabusa dönüşecekti. Alfred bir “kâbus” gördü. Kabusunda yol ayrımındaydı Alfred. Daha ilk anından rüyada olduğunu anlamıştı, her şey biraz bulanık bir nebze farklıydı. Hemen sağına dönüp baktı, sağında Johann duruyordu ve Werner ile nereye gideceklerini uzun uzadıya tartışıyorlardı, o sırada ikisi de Alfred'e döndü ve ona fikrini sordular. Alfred o an yaşanacakları hatırlamıştı, Alfred geleceği hatırlamıştı. Tam o sırada ani bir hamleyle “Sola gidelim!” diye bağırdı. Sesi dehşetliydi. Bu tavır Werner’e garip gelmişti belli ki. Biraz yürüdükten sonra başka bir seyyar dondurmacı buldular. Görünüşe bakılırsa dondurmacı yeni bir çırak almıştı, çırağın arkası dönüktü ve iri yarı, boylu poslu bir adamdı. Saçları uzundu ve beline doğru sarkıyordu. Saçı tokalarla örülmüştü ve kafasında bir fötr şapka duruyordu tam o sırada Johann “Bakar mısınız? Ben bir top çilekli bir top çikolatalı dondurma almak istiyorum.” dedi. Adam seri bir şekilde arkasını döndüğünde Yahudi olduğu her halinden belliydi, sakalları yine tokalarla örülmüştü ve upuzundu gözünde dikdörtgen çerçeveli siyah bir gözlük vardı ve mavi gözleri gözlüğün ardından ışıldıyordu. Burnu hafif büyüktü ve bir kartalı andırıyordu. Tam o sırada Johann avını kapana kıstırmış bir aslan edasıyla “Sen burada ne arıyorsun!” dedi ve adamın üstüne yürüdü. Adam “Görüyorsun ya dondurma satıyorum.” dedi mülayim bir tavırla. Bunu der demez Johann adamın yakasına yapıştı ve o an Alfred’in beyninde şimşekler çakmaya başladı. Rüyadaydı ve rüyada olduğunun farkındaydı. Tüm bunlar bir çeşit kabustan ibaretti. Ancak yine de içinden bir şey ona harekete geçmesini fısıldadı. Bir şeyler yapmalıydı, öncelikle kendini kurtarmalıydı; yine cani birisi olmak istemiyordu ya da hain. Alfred düşündü başını ağrılar giriyordu ve şakaklarının ağrıdığını hissetti, sanki her şey gerçek gibiydi daha sonrasında karnına bir ağrı saplandı. Ağrının etkisiyle öne doğru hafifçe eğildi ve Johann'a baktı -Johann o sırada adama hakaretler savuruyordu- bunu yapamazdı, Johann tam adamı yerde tekmelemeye koyulmuştu ki işleri çığırından çıkararak öfkesi tüm benliğini kırbaçlayan bir insan görünümüne bürünüp seyyar dondurma arabasına bir tekme savurdu ve arabanın yere düşmesiyle tüm kaldırım cam parçacıklarıyla doldu. Alfred dayanamadı, içinden bir şey kopmuştu sanki, her şey o an daha parlak gözüktü, her şey daha farklı ve daha sıcaktı. Damarlarındaki kanının sesini dinledi ve akışı hissetti. Johann adamın kafasını kırık camlara sürtüyordu ve adamın yüzü parçalanmaya başlamıştı. Alfred yere baktı ki gördüğü şey arası kanla dolmuş kaldırım taşlarıydı. Sanki kaderi bir çeşit fil tuzağıydı, bazen beyaza bürünüp ona armağanlar sunuyor, böyle anlardaysa siyahlara bezenip denizlere petrol karıştırıyordu. Bu bir çeşit kaçınılmaz tuzaktı. Alfred dönüp dolaşıp aynı yere geldi, cebinden çakıyı çıkarıp Johann’a sapladı ve o an bir çığlıkla uykusundan uyandı. Karnında hâlâ bir ağrı hissediyordu. Acı, rüyanın ötesinde bir şeydi. Yataktan düşmüştü Alfred, yere serilmiş biçimde uyandı. Düştüğünde çıkardığı sesten olsa gerek oğlu Paul odaya destursuz girdi ve bu Alfred’i bir hayli kızdırdı. “Densiz!” diye yüklendi Paul’a. Paul yine hayal kırıklığını uğramış şekilde iç çekti ve yavaşça kapıyı kapatmaya yeltendi ki Alfred “Dur,” dedi ve devam etti, “oğlum ben galiba” dedi ve duraksadı, konuşmakta zorlanıyordu. Hatasını kabullenmek herkese ağır geldiği gibi Alfred’e de ağır geldi ve kısık sesle “iyi değilim oğlum.” diyerek başladığı cümlesini tamamladı. Paul bunun üzerine endişeli bir tavırla babasına yaklaştı ve yere çöktü. Babasına elini uzatıp “Hadi baba, doktora gidelim.” dedi. Oradan hemen çiçekçiye uğradılar ve Alfred bir buket çiçek yaptırdı. Paul buna anlam veremedi ama çok da üstüne düşmek istemedi. Daha sonra babasına sordu: “Hangi hastaneye gideceğiz baba?”, Alfred bekletmeden cevapladı “Önceki gittiğimiz hastaneye.” dedi keskin bir tonla. Alfred için her şey biraz daha belirgin bir hal almıştı. Sonra otobüse binip hastanenin önünde indiler ve doğru önceki doktorun odasının yolunu tuttular. Alfred kapıyı üç kere tıklattıktan sonra içeri girdi ve şapkasını çıkarıp selam verdi. Ardından yavaşça buketi doktora doğru uzattı. Doktor ilkten ürkse de Alfred yüzündeki masumiyeti görmüş olacak ki memnuniyetle buketi aldı ve ağır bir ses tonuyla “Teşekkür ederim.” dedi. Daha sonra Alfred yavaşça muayene yatağına geçti. O sıra ortamı bir sessizlik bürümüştü. Doktor Alfred’i iyice inceledi ve -daha dün yaptırmalarına rağmen- çeşitli tahliller istedi. Tahlillerin gelmesi önceki kadar uzun sürmedi. Bir saatliğine Alfred ve Paul bekleme odasında beklediler. Alfred bu süre boyunca piposunu tüttürüp anı defterini karıştırdı. Daha sonra hemşire ikiliye seslendi ve odaya tekrardan giriş yaptılar. Sonuçları gördüğünde doktorun yüzünde bir evham ifadesi belirdi ve boğazını temizleyip söze girdi “Maalesef bayım kanser 4. evreye ulaşmış ve karaciğerinize sıçramış. Üzülerek söylemeliyim ki ömrünüz pek de uzun değil. Ve size olabildiğince fazla süre tanımak adına sizi hastanemizin yatılı bölümüne almamız gerekiyor. Bunu onaylıyor musunuz?” dedi, bu sefer önceki kadar acemi değildi ve çok doğru bir ton yakalamıştı. Paul genç doktorun dediklerini duyduktan sonra üfleyip püflemeye başladı. Başını ellerinin arasına alıp saçlarını karıştırmaya başladı, bir yandan da sağ bacağını sallıyordu. Alfred ise gayet sakindi, olan biten her şeyin gayet farkındaydı ve hiç şaşırmamıştı. Sert bir tonla “Pekâlâ.” dedi ve ardından “Bu süreç ne zaman başlayacak?” diye ekledi. Doktorsa “Yarın efendim.” diye karşılık verdi. Alfred, ölümün karşısında bir şövalye edasıyla dikiliyordu. Ancak artık kılıçlar çekilmişti ve Alfred’in tek düşmanı olmayacaktı. Daha sonra ortam yine sessizliğe büründü ve ikili süzülürcesine odadan ayrıldılar. Bu bir gün belki de Alfred’in özgürce dış dünyada geçirdiği son gün olacaktı ancak bu onu pek umursamadı ve eve gelmelerinden itibaren yine günlüğünü didik didik etti ve oğlundan Caeles’ten bir kahve getirmesini istedi. En son yorgun düştü ve elinde günlüğüyle yatağında uyuyakaldı. Ertesi sabah her şey oldukça olağandı. Alfred evde ilk uyanandı ve erkenden kendini sokağa atıp Gençlik ve Nefes Parkı’na gitti. Bir kahve alıp piposunu tüttürmeye başladı ve günlüğü okuyarak hülyalara daldı. Berlin-21.08.1939 Bugün IG Farben fabrikasında ilk günüm. Söylediğim üzere bir hafta önce iş başvurusunda bulundum ve özgeçmişimden etkilenmiş olacaklar ki beni memnuniyetle kabul edip as yönetici sınıfına atadılar. İleride daha da yükseleceğime eminim ancak bu bile benim için şimdiden büyük bir onur ve armağan. Burada çeşitli polimerler ve boya üretiminden sorumlu departmandayım. Fabrika oldukça büyük ve çok sayıda departman var. Burada asıl hammaddemiz HCN ya da bilinen adıyla hidrojen siyanür. Bence bu siyanür türü Tanrı’nın bize olan bir armağanı, bu siyanür türünü güzel elmanın, tatlı kayısının ve daha birçok enfes meyvenin çekirdeğiyle bazen istemeden tüketiyoruz. Bu madde sıvı formundayken uçucu ve çok alınırsa ölüme yol açabilir, ne var ki Tanrı her şeyi ölçüyle yaratmış. Bu maddeden birçok tür polimer ve plastik üretiyoruz ve günümüzde bu iki madde birçok ürünün hammaddesi haline gelmeye başladı bile. Bu sebepten iş pozisyonumu önemli olarak addediyorum. Her neyse, iş heyecanımı biraz içimde tutup olan bitenden bahsedeyim. Savaş artık çıktı çıkacak ve birtakım arkadaşlarımdan aldığım bilgilere göre ilk hedef Polonya olacakmış. Ne zaman başlar? Bilmiyorum ancak başlamaması en büyük temennim. Ne zaman savaşı düşünsem Wilfried’in sözleri aklıma geliyor ve kafamda iki söz yankılanıyor: “Bu savaş sizin savaşınız.” Ve “Hain…”. İkisinden de nefret ediyorum. Savaştan da nefret ediyorum. Ve bu gidişle yaşamaktan da nefret edeceğim. Bu takıntılı sözcükler yaşamımı sekteye uğratırken tek yapabildiğim deli gömleğiyle olan biteni seyredebilmek. Bir de başımdan geçen bir olayı anlatayım. Berlin sokaklarını pek bilmediğimden dolaşmaya çıktım. Dolaşırken bir Yahudi’ye rastladım. Adam köpeklerini gezdiriyordu ve sürekli ayrılmaya çalışanlara tekme atıp hepsini hizaya sokmaya çalışıyordu. Bunu görünce içimde bir his uyandı. Bu ne bilmiyorum. Adına kimisi “vicdan” diyor kimisi “süperego” ancak tek bildiğim bazı insanlarda bu mekanizmanın yeterince gelişmediği. O sırada yine takıntım tuttu ve yumruklarımla dişlerimi sıkmaya başladım. Kafamda yine “hain” sesi yankılanıyordu ve her şey o malum olayda olduğu gibi -anmak istemiyorum- daha parlak göründü ve içimi soğutmanın tek yolu o adamı dövmekti. Adam tombulcaydı ve üstünde bir gömlek, altındaysa şık bir pantolon vardı. Yüzü bir domuzu andırıyordu, sanki kalbi yüzüne yansımıştı. O an aşağı ırkın olabileceği kafama yattı ve hem vicdanımı hem takıntımı dizginlemem için bir şey yapmam gerekiyordu. Hemen harekete geçtim ve adama yavaş yavaş yaklaştım. “Beyefendi bakar mısınız?” dedim sert bir tonla. Bana bakıp şüpheci bir tavırla kafa salladı ve ne istediğimi söyledi. Ben de “O köpeklere öyle davranmayın. Yazıktır.” dedim. Adam kaşlarını çattı ve bana bakıp “Kendi köpeğime nasıl davranacağımı senden mi öğreneceğim! Git başımdan!” diye bağırdı ve o sırada tabiri caizse kan beynime sıçradı ve adamın tam yanağına bir yumruk attım ve adam yere serildi. Daha sonra köpeklerin tasmalarını çözüp onları serbest bıraktım. İlginç olansa hiç suçluluk hissetmememdi. Tek hissettiğim o anın soğukluğuydu ve onu da hızlıca atlatıp yoluma devam ettim. Sanki her şey git gide daha anlamsız daha sentetik bir hal alıyordu ve ben ne yaptığımı bilmiyordum. Hala bilmiyorum. Alfred kafasını anı defterinden kaldırdı ve kahvesinin soğuduğunu fark etti. O an her şey tiksindirici gelmişti ve daha da okuyası gelmedi. Kahveyi bir ağacın köküne döktü ve “İkimiz de kökümüzü bu kızıl topraktan alıyoruz, aynı kızıl toprak bana şükrü sana da cömertliği verdi.” dedi ve devam etti. Sokakları hızlı hızlı geçti. Oysaki hiç acelesi yoktu ama o gençliğinden beri kanı kaynayan biriydi ve hala yaşlı bir delikanlıydı. Eve vardı ve anahtarıyla kapısını açtı ki karşısında iki torununu gördü. Hemen çömelip onları yanaklarından öptü ve saçlarını okşadı. Gelini içeride kahvaltı hazırlıyordu, bu oraya gelen kaşık ve bıçak seslerinden anlaşılıyordu. Alfred mutfağa girdiğinde Paul’u sigarasını tüttürürken gördü. Paul hiç istifini bozmadan “Hoş geldin baba.” dedi. O sırada Sophia’nın arkası dönüktü ve hemen arkasını dönüp Alfred’in boynuna atladı ama elleri ıslak olduğundan tam olarak sarılmanın hazzını yaşayamadı. Alfred bekletmeden söze girdi: “Oğlum, yemekten sonra benim hastaneye yatış işini halledelim.” O sırada Sophia yaşadığı şok sebebiyle elindeki yemek tabağını yere düşürdü ve her yer cam oldu. Bu Alfred’e bir çağrışım yaptı ama pek önemsemedi. Sophia hemen “Ne diyorsun baba? Ne yatışı? Ne hastanesi?” dedi meraklı bakışlarla. Kırılan tabak hiç umurunda değildi o an. Alfred yönünü Sophia’ya çevirdi ve “Kızım, durumum ağır mecburen hastaneye yatacağım, üzülme kendi isteğimle.” dedi sakin bir ses tonuyla. Sophia’nın gözleri dolmuştu ve eliyle ağızını kapatmıştı. Daha sonra Paul ve Alfred Sophia’yı sakinleştirdiler ve ardından güzel bir ziyafet çektiler. Alfred odasına gitti ve bavulunu hazırladı. Tüm özel eşyalarını kocaman bavuluna tıkıştırdı ve artık gitmek için her şey hazırdı. Hemen baba oğul bir taksiye atlayıp hastaneye gittiler. İlk önce danışman onların kayıtlarını sorguladı ve daha sonrasında yatış odasının numarasını verdi. Alfred odayı gayet beğendi. Odasının kapısı küçük bir bahçeye açılıyordu ve bu yönden diğer hastalardan şanslıydı. Odası gayet minimizeydi ve her şey Alfred’e yetecek düzeyde vardı. Her sabah hemşire kahvaltı getirecek ve öğlen doktor kontrolü yapılacaktı. Akşamlarıysa ortak salonda yemek yeniyordu. Alfred ilk gününde Karl adlı bir ihtiyarla tanıştı -gerçi aynı yaştalardı- ve Karl uzun boylu iri yapılı ve kaba bembeyaz sakallı biriydi. Sanki kanında Viking kanı akıyordu. O denli soğuktu. Karısını yıllar önce kaybetmiş ve sağlık sorunları sebebiyle buraya yerleşmişti. Alfred ile Karl konuşmaya başladılar ve Karl bir amatör filozof olduğundan sohbet hızlı ilerledi. İkili birbirlerini iyice tanıdılar ve akşam yemeğinde de beraberdiler. Akşam yemeğindeki leziz yemeklere iyi bir ziyafet çektiler ve çay içmek için bahçedeki masaya oturdular. Alfred arkasına yaslanmış ve hafif hafif havayı soluyordu. Karl ise ciddi bir şekilde Alfred’e dönüktü ve soğuk yüzünde sıcak ama hafif bir gülümseme vardı. Karl söze girdi: Karl: Ey kadim insan, tanrıya inanır mısın? Alfred: Bilirim dostum, bilirim. İnanmaktan öte bir şey. Karl: Ben inanmam. Ya da bilmem. Belki de bilmek istemem. Alfred: Ben de bilmek istemedim ama bu kaçınılmaz son dost. Karl: Söyle bana kadim insan, bir şey iyi olduğu için mi tanrı onu emreder yoksa o şey tanrı emrettiği için mi iyidir? Alfred: Tanrı ve iyilik çift başlı gibidir dost. İkisinin de özü birbirine bağlıdır. Ona tek baş isnat edemezsin. Tanrı’nın özünde iyilik, iyiliğin özünde tanrı vardır. Aynı benim özümde şu yüce toprağın, yüce toprağın özünde de ben olduğum gibi. Ama en nihayetinde ne ben toprağım ne de toprak ben. Toprak yalnızca benim içeriğim. Karl: Ey kadim insan söyle bana, şair misin? Şairsen bana bunun nedenini lütfet, daha önce hiç şair arkadaşım olmamıştı. Alfred: Şair hayat karşısında meczuplaşansa evet, ben şairim. Hayat insanı şair, şair de hayatı şiir yapar dost. Karl: Söyle bana ey kadim şair: Tanrı neden kötülüğe izin verir? Alfred: İyi ve kötü ikiz kardeşlerdir dost. Dış görünüşleri aynıdır lakin içleri apayrı. Kötü kardeş olmayınca diğerleri iyi kardeşin kıymetini bilmez ve iyi kardeş olmayınca kötü kardeş kıymete biner. Tanrıysa hep iyi kardeşin yanındadır. Karl: Ey kadim şair, beni merakımdan ötürü bağışla ama benden sana son bir soru: Tanrı aklen çelişik ve mantıksız bir şeyi, mesela dört kenarlı bir üçgen gibi, yaratabilir mi, eğer yaratamazsa güçsüz müdür? Alfred: Ey dost, tanrı ile mantık bir meyveyle çekirdeği gibidir. Tanrı mantık meyvesinin çekirdeğidir. Ve çekirdek olmaksızın meyve olmaz, meyve varsa çekirdek vardır. Ama bu çekirdek öyle ilahi öyle yücedir ki onu ne sen anlarsın ne de aciz ben. Biz sadece aramızda bazı laflar geveleriz, onu gördüklerimizle anlamaya çalışırız ama nafile. Tanrı bizi korusun. Karl sandalyesinden kalktı ve ağlayarak Alfred’e doğru koştu ve Alfred’in boynuna atladı. Sonra yere diz çöktü ve ellerini göğe açıp var gücüyle bağırdı “Tanrım, sen bu kadim şaire iyilik ihsan et.” dedi ve Alfred’in gözünden gizlemeye çalışsa dahi birkaç damla yaş süzüldü. Gecenin kalan kısmında ikili yaşadıkları üzerine konuştular ve en son konuşmaktan yorulmuş olacaklar ki odalarına yatmaya gittiler. Alfred yatağına uzandı ve yatmadan önce birkaç sayfa günlüğünden okudu. En son bir sayfa daha okuyup okumamak konusunda kararsız kaldı ama okumaya karar verdi. Auschwitz-09.05.1940 Auschwitz kampına tayin oldum. Eylül ayında Polonya kuşatmasının başlamasından bu yana dokuz ay geçti ve çok şey değişti. İlk önce cephe arkasında kimyager olarak çalışmaya başlamadım ve savaşı uzaktan izledim ta ki bir ya da iki hafta öncesine kadar. Wilfried'den bir mektup aldım ve mektubun içeriğini az çok tahmin ettim. "Sevgili kardeşim, sahne sizin." diye bitiyordu mektup ve beni Auschwitz kampına davet ediyordu. Bu teklifi reddetsem dahi önünde sonunda kamplarda görev alacağımı biliyordum o yüzden zorluk çıkarmadan teklifi kabul ettim. Bugün Auschwitz'deki üçüncü günüm ve bu üç gün boyunca yaşadıklarımı anlatacağım. İlk gün gayet normaldi. Tanışmayla ve çevreyi tanımakla geçti. Burada Mario adlı bir arkadaşım oldu. O da -benim gibi bir kimyager olmasa da- bir fizikçi ve nükleer silahlarla ilgili bölümde çalışıyormuş. Anlattığına göre babası bir Yahudi’ymiş ve babasının ona karşı olan tavrı çok acımasızmış ve bu yüzden genç yaşta Nazi partisine katılmış ve o dönemler fizikle ilgilenmeye başlamış ve benden bir hafta kadar önce buraya gelmiş. Özünde iyi birine benziyor ancak bu insanoğlu tam bir bahis. Ne kadar çok değer verirsen ya o kadar kazanıyorsun ya da o kadar kaybediyorsun. O yüzden pek de güvenemedim. Onun haricinde içimi sızlatan olaylar yaşadım. Kampın ikinci günü kapıda nöbet tutuyordum bir yandan da okuyordum ki kampa bir bölük Yahudi getirildi. Kimisi gelmemek için direnip kendilerini yerlere atıyorlardı üstelik yerler de çamurluydu. Aralarında bir tanesi de vardı ki en çok o dikkatimi çekti. Hafif kır saçlı mavi gözlü bir adamdı ve yüz hatları hafif tombulcaydı. Gözleri kanlanmıştı belli ki günlerdir uyumuyordu. SS subayları onu yerde sürüklüyorlardı ve o da "Tüm ailemi katlettiniz katiller. Bari beni bırakın. İşkence etmeyin." diye feryat ediyordu. Ailesi gözleri önünde öldürülen bir insan hâlâ yaşama sıkı sıkıya bağlıydı. O an büyük ustanın suç ve ceza kitabında Raskolnikov'un nehir kıyısına gitmesi aklıma geldi. Raskolnikov kürek cezası çekip hayatının mahvolmasına karşın neden o nehrin kıyısında intihar etmemişti? Bana bu durum bunu gerçekte deneyimleyene kadar çok garip gelmişti ama bugün görüyorum ki insan hayata sıkı sıkıya bağlı ve onu sonsuzmuşçasına yaşıyor. İşte bu ihtiyar Yahudi'nin yaşamak istemesini kendime yalnızca böyle açıklayabildim. Peki ben? Ben olsam intihar eder miydim? Muhtemelen evet ama şu an yaşıyor olmam bile bu cevapla pek uyumlu değil sanırım. Bir de kapolardan bahsedeyim. Kapolar bize iyi görünüp kardeşlerini arkadan vuran ayakçılar. Genelde getir götür işlerini onlara yüklüyoruz. Ama kapo olmanın psikolojisi bana oldum olası garip gelmiştir. Kimi kapolar akrabalarına bile acımasızca vurup hakaret eder. Peki kapo olmanın hiç mi iyi yanı yok. Elbette var. Bizim yemeklerimizden kalan artıkları genelde onlara veriyoruz. Bilemiyorum ama tek bildiğim aşağılık bir şey olduğu. İşte böyle. Buraya yeni bir kamp kurulacakmış söylenenlere göre. Ne zaman kurulur bilmiyorum ama tek bildiğim şu an olmasa da ileride insan öldürme suçuna bizim de alet olacağımız. Alfred bu sayfayı bitirir bitirmez yatağında sızdı ve ertesi sabah uyanıp gündelik işlerini yaptı. Bütün vaktini anı defterini okuyarak geçiriyordu ve bu bir iki hafta boyunca böylece sürüp gitti. Her şey gayet olağandı. Doktorlar onu muayenelerini düzenli olarak yapıyor ve çeşitli notlar alıp farklı tedavi yöntemleri deniyorlardı ancak onlar da Alfred’in pek fazla vakti kalmadığını biliyorlardı. Yine bir gün yine Karl ile bahçede oturuyorlardı, aşk üzerine konuşmaya başladılar. Karl söze girdi. -Karl: Ey kadim dost, söylesene peki aşk nedir? -Alfred: Sevdiğin kadının kollarında saatlerce yatabilmektir Karl. -Karl: Sevgi nedir öyleyse? -Alfred: Sevgi susuz bir ağaca verilen suyun ta kendisidir. Ağaç susuz yaşayamaz. Ve sevgi içinde saygıyı da barındırır. Saygının en yoğunlaşmış ve en yüce halidir sevgi. -Karl: Peki sen hiç âşık oldun mu kadim dostum? -Alfred: Bir kere. Sadece bir kere oldum. Çocuğumun annesine. -Karl: Ey kadim şair, merakımı bağışlarsanız, nasıl biriydi? -Alfred: Bir Yahudi’ydi. Altın sarısı saçları ve okyanus gibi gözleri vardı. Korkusuz bir kaptanmışcasına hep o gözlere bakar dururdum. Boğulmak benim için şerefti ve saçları rüzgârda dalgalandığında düşen bir telinin yüzüme çarpması benim için bir tür armağandı. -Karl: Korkusuz kaptansınız demek (gülümseyerek), peki ne oldu şimdi nerede kendisi? -Alfred: İkimiz boşandıktan bir sene sonra kaybettim kendisini. -Karl: Bağışlayın, tanrı rahmetiyle muamele etsin. Alfred yerinden kalktı ve Karl’ın elini sıkıp odasına geri döndü. Bu sefer anı defterini okumak yerine ona birkaç cümle yazdı ve yemeğini yemek üzere büyük salona indi. Geri döndüğünde tek isteği anı defterinden birkaç sayfa daha okumaktı ve öyle de yaptı. Bir elinde vişne suyu diğer elinde defteri yatağına uzandı ve okumaya başladı. Auschwitz-27.02.1941 İyi değilim. Uzun bir süredir hayatımın anlamı ellerimin arasından kum taneleriymişçesine kayıp gidiyor. Ve çok önemli iki şey yaşandı bir de önemsiz -önemsizden mecbur bahsediyorum- ilk olarak beni en çok yaralayan olaydan başlayayım. Normalde çıkmamama rağmen kamp yürüyüşüne çıktım ve zulüm altındakileri izledim. Yavaş yavaş bakına bakına yürüyordum ki aralarından biri gözüme ilişti, hemen orada durup adama yaklaştım. Marcus’a benziyordu. Hemen kulağına “Marcus sen misin?” diye fısıldadım. Başını sallayabilmekle yetindi. Belli ki açlık ve ağır şartlar altında -günde bir somun ekmek- günde 10 saat çalışmak onu en derinden sarsmıştı. Dünkü semizlemiş iri yarı çocukla bu çocuk farklılardı sanki. Marcus’a dayanması gerektiğini ve ona yardım edeceğimi söyledim. Bir akşam yemeğinde ceplerime birkaç parça ekmek doldurup Mario’ya afiyet olsun deyip kendimi dışarı attım. Meğerse kapolardan biri benden şüphelenip peşime takılmış. Tabii ben bunu karanlıkta fark edemedim. Marcus’un yanına gittim ve ona ekmekleri verdim ki o an karanlıkta bana bakan birinin telaşla benden kaçtığını gördüm, bu kapoydu. Peşinden koştuysam da yetişemedim ve tıkandığım için zorlukla soluyabiliyordum. Daha sonra yatakhaneye döndüm. Anlaşılan kapo Mario’nun arkadaşıymış ve Mario’da yaptığımı üst mercilere iletmiş. Ayrıca yüzüme karşı ertesi gece “Hain!” diye bağırdı ve aramızda ufak bir arbede yaşandı. Özetle tüm bu yaşananlardan sonra Auschwitz Hapishanesi’nde bir hafta disiplin cezası aldım. İşte bu yaşadığım ilk kayda değer -keşke değmeseydi- olaydı. Biraz hapishane ortamını anlatayım. Toplam altı koğuş vardı. Bu koğuşlarda Yahudi haklarını savunan Alman (üstün ırk!) protestocular yer alıyordu. Bunlardan birine girdim. Girdiğim koğuşta bir meczup duruyordu ve bana “Dur ey seçilmiş kul, geleceğinde kötü şeyler var.” Dedi. Ben de “Geçmişim de pek iyi sayılmaz.” Dedim ve tüm koğuş kıkırdadı. Bu falcıya ilginç bir şekilde bir veli ya da ermiş gözüyle bakıyorlardı ancak ayı zamanda ona “meczup” diye sesleniyordu. Belki de üçüncü bir gözün bedeliydi bu. Bir hafta boyunca onunla birçok sohbetimiz oldu. Birisini aklıma çivi gibi çaktım. Unutmamak için buraya diyalog şeklinde yazıyorum. Meczup Veli: Kafan karışık galiba oğul, unutma karışık kafa tanrının bir lütfudur. Tüm parlak fikirler karışık kafalarda filizlenir, büyür ve meyvelerini verir. Seni bu hale sokan filiz hangi türden? Ben: Ben tanrıya inancımı yitiriyorum sanırım. Tanrı bana niye böyle bir kaderi takdim etti? Neden! Yetim büyüdüm, sokaklarda yattım, cezalar aldım, insanları yaraladım veya darp ettim ve şimdi de hapisteyim. Neden ha! Ben de Yahudiler gibi suçsuzum, ben böyle doğmayı istemedim. Tanrı benim sesimi duymuyor mu ey veli? Meczup Veli: Duyuyor evlat. O, en sessizin sesini işiten ve en zordakine doğru yollar açandır. Aynen Virgilius’un dediği gibi “Et quaqumque viam dederit fortuna sequamur” . Yani evlat, insan kaderin açtığı yolun yolcusudur. Ona isyan edip yola burun kıvırmak yalnızca korkakların harcıdır ve biz cesur yolcular ancak bu yolu sağlam adımlarla geçeriz. Unutma evlat, tanrıya isyan en büyük günahlardandır. Ona karşı gelmek bir daha aklının ucundan geçmesin! Şunu unutma Tanrı sana bu kaderi armağan etti. Bundan daha kötü bir kaderin de olabilirdi. Ben: Nerede o kader, onu da yaşayayım! Meczup Veli: Bir gün tanrı sana isteklerinin karşılığını mutlak surette verir ancak sen bundan memnun olur musun bilemem oğul. İsyan etme oğul, carpe diem ! Dedi ve bir kahkaha kopardı. Bu beni biraz korkuttu açıkçası. Onun gerçekten de bir meczup olduğunu düşündüm ve onu umursamadım ancak şimdi biraz da olsa haklılık payı olduğunu söyleyebilirim. İşte bu yaşadığım enteresan hadise ikinci önemli detaydı benim için. Gelelim sonuncuya. Bir haftalık cezam bittikten sonra yine kamp gezintisine çıkmıştım. Her şey havanın soğuk olması haricinde güzeldi ta ki cesetleri görene kadar. Ceset yakma odasının kapısında üst üste yığılmış cesetler gördüm ve yüzümde bir tiksinti ifadesi belirdi. Tam o sırada cesetlerden biri gözüme çarptı. Bu yengem Elena’nın cesediydi. Yerde şişman bedeni öylece yatıyordu. Bana yaptıkları aklıma geldi. Üstüne basmak istedim ta ki içimden bir dürtü beni durdurana kadar. Sonra ne yapmam gerektiğini düşündüm. En azından kampta külleri oraya buraya saçılmasın diye onu sırtladım ve kampın dışındaki ormanlık bir alana götürdüm. Hemen yakınlardaki bir kulübeden bir kürek ödünç aldım ve yengemi gömdüm daha sonra mezarının üstüne birkaç çiçek ektim. Daha sonra düşündüm, eğer bir tanrı yoksa ve beni ödüllendirmeyecekse veya cezalandırmayacaksa ben bunu neden yaptım? Bana kötülük yapan bir insana neden iyilikle muamele edeyim. Bir tanrı yoksa eğer birbirleriyle sosyal ilişkiler kuran atom yığınlarından başka bir şey değiliz. O yüzden kendimiz ne istiyorsak onu yapmak en iyisi ama ben hala tanrıya olan inancımı yitirmedim ve kendimle gurur duyuyorum. İyi ki o koca karının üstüne basıp geçmedim. İyi ki ben benim ve kaderim de kaderim. Bazen isyan etsem de bu hayata hala umut dolu gözlerle bakabiliyorum. İşte benim tek maharetim bu. Alfred kafasını defterinden kaldırdı ve derin derin iç çekti. Daha sonra eliyle elindeki vişne suyu bardağının dibini şöyle bir salladı ve kalan tortuyu bir kerede içti. Daha sonra ana salonda bugüne özel büyük bir kutlama olduğunu hatırladı ve takım elbiselerini giyip salona indi. Salon bir hayli kalabalıktı ve uzun taşlı avizeler tüm salonu loş ama tatlı bir ışıkla aydınlatıyordu. Alfred çevresine bakındı, tıka basa dolu olan bir salonda tanıdık birini görmek hayli zordu ancak keskin gözleriyle Karl’ı çabucak seçebildi. Hemen Karl’ın yanına oturdu ve biraz düşündükten sonra bir kadeh beyaz şarap rica etti. Her şey mükemmel göründü Alfred’e. Bir yanda koro Beethoven’in dokuzuncu senfonisini çalıyor diğer yanda herkes içkilerini yudumluyordu. Daha sonra müzik değişti ve vals müziği çalmaya başladı. Sunucu adam -biraz tıknaz ve keldi- “Tüm çiftlerimizi sahneye davet ediyoruz.” diye bağırdı ki gecenin tüm saklı kalmış coşkusu bu anonsla ortaya çıkacaktı. Alfred hiç istifini bozmadı ve aynı şekilde sandalyesinde oturmaya devam etti ki yanına bir kadın gelene kadar. Yanına gelen kadının saçları bembeyaz ve gözleri yeşildi ve yaşlı olmasına rağmen o kadar göstermiyordu. Kadın, Alfred’e dans teklifinde bulundu. Alfred kararsız kaldı, bir süre düşündü ve Karl’ın “Hadi korkusuz kaptan hadi!” söylemleri üzerine teklifi kabul etti ve ikili kuğu misali dans etti. Daha sonrasında Alfred odasına çıktı ve beyaz şarabın etkisinden olsa gerek yatağa kendini zor attı, ardından sızıp kaldı. Bir ay kadar bir müddet olağan geçti. Alfred anı defterinden başını kaldırmıyor ve sadece ona odaklı yaşıyordu. Sağlık durumuysa günden güne kötüye gidiyordu ve bu sebepten mütevellit doktorlar anestezi barındıran tedavi yöntemleri için kolları sıvamışlardı. Bazen günde bir, bazense iki kez Alfred’e morfin verip uyutuyorlar ve bu süreçte çeşitli acı veren işlemler uyguluyorlardı. İşte bir ay bu sıradan döngü içinde sürüp gitti. Alfred için vakit daralıyordu. Belli ki üç aydan fazla ömrü kalmamıştı ve kendisi de bunun farkındaydı. Alfred yine normal bir güne uyandı. Kuşlar cıvıldıyor ve Karl oda arkadaşıyla felsefe tartışıyordu. Alfred yatağından kalktı. Bir güzel gerindi ve üstünü değiştirip hava almak için bahçeye çıktı. Havanın temiz ve zarif özünü bedenin her köşesinde hissetti ve kahvaltı salonuna varmak üzere katları çıkmaya başladı. Kahvaltısını etti ve bahçeye geri geldi. Menekşe kokuları burnunda dans ederken anı defterinden bir sayfa daha okumak istedi. Defterini açtı ki kaldığı sayfanın üzerinde kan olduğunu gördü. Bunun kendi kanı olduğunu pek tabii biliyordu. Nedeniyse Alfred için hayatının dönüm noktasıydı. Alfred sayfayı görünce içinden tiksinti ve korkunun bir ifadesi olan bir titreme geldi ve tüm vücudunu sardı. Daha sonra derin bir nefes alıp sayfayı okumaya başladı. Auschwitz-06.06.1942 Ben eli kanlı bir katilim. Bu bir intihar notu. Benden sonra gelenler okuyup ıslah olsun diye. Gerçi bu insanoğlu düşünen hayvan değil, iflah olamayan hayvan. Aynı benim gibi. Olanları anlatıp bu sayfayı bitirdikten sonra bileklerimi kesip bu hayata gözlerimi yumacağım. Auschwitz’de daha yeni bir IG Farben fabrikası açıldı ve tabii ki ben de orada kaydım bulunduğundan orada çalışmaya başladım. Yaptığımız şey basitti. Hidrojen siyanürü odalara yollamak. Ben genelde kondüktör kokpitinde görev yapıyorum. Buradaki görevim zehirli Zyklon B (Hidrojen sülfür) gazının hangi odaya gideceğine karar vermek. Şimdi de bu gazı taşıyan boruların çalışma mantığını anlatayım. Toplamda dört kondüktör odası ve bu odalardan kontrol edilen ikişer oda yani toplam sekiz oda var. Bense iki odadan sorumluyum. Gaz ilk başta tek bir borudan geliyor sonra boru iki uca ayrılıyor ve bir uç bir odaya diğer uçsa diğer odaya gaz veriyor. İşte tam bu tek borunun ayrım noktasında iki kapakçık var. Biri bir odaya gaz gitmesini engelliyor diğeriyse öbür odaya. Biz bunu genelde temizlikçi kapolar cesetleri almaya geldiğinde kapıyoruz ancak bir sorun var. Kapaklar aynı anda bir teknik aksaklıktan ötürü kapanamıyor. Bu yüzden de kapolar önce bir odayı daha sonra biz diğer odanın kapakçığını kapattığımızda diğer odanın içini temizliyorlar. Dolayısıyla aynı anda en fazla bir kapakçık kapalı olabiliyor ve diğeri açık oluyor. Yine normal bir gündü bugün. Ben yine kondüktör odasında kahvemi yudumlarken iki tane müfettiş profesör odayı incelemeye geldi. Diğer odadaysa bir grup Yahudi vardı ancak öldürülüp öldürülmeyecekleri belli değildi. Çünkü bazen yeni gelenler gaz odalarına alınsa da azat edilip işçi olarak çalıştırılabiliyor. Ben kahvemi içerken dirseğim kazara gaz verme butonuna çarpmış. Ben bunu hemen fark ettim çünkü uyarı olarak bir zil sesi duydum. Daha sonra hemen gazı durdurma düğmesine bastım ki o telaşla çok hızlı vurunca düğme içine göçtü ve çalışmadı. İşte o an önümde iki seçenek vardı. Gazı iki odadan birine verecektim. Kararsızdım. Aklımın içi karmakarışıktı. İki profesörü mü öldürecektim yoksa bir avuç Yahudi’yi mi ya da her ikisini de mi? Düşünecek pek zamanım olmadığından sayıları yaklaşık onu bulan Yahudileri öldürmeyi tercih ettim ve hepsi oracıkta öldüler. Belki -eğer ben o hatayı yapmasaydım- aralarından bazıları bugün yaşıyor olabilirdi. Ben bir katilim, lanetlenmiş bir katil. Bugün benim bu aşağılık dünyadaki son günüm. Tanrı’ya inanıyorsam neden intihar ediyorum? Bence bana bu kaderi takdim eden tanrı beni intihar ettiğim için cezalandırmaz. Öyle umuyorum. Hoşça kal dünya, hoşça kal güneş ve günışığı. Son kez sana bakıyorum güneş ve senin tatlı günışığına. O günışığı tenimi okşuyor. Baştan çıkarıyor beni ancak artık sonsuzluğa karışmanın zamanı geldi. Bu kadar acıya sebep olan kişi bensem ben artık yaşamamalıyım. O profesörler şimdi beni kutluyorlar ama ben övgü veya takdir meraklısı değilim. Ben bir katilim ve sana bir katil olarak veda ediyorum acıların yuvası, elveda. Alfred başını defterinden kaldırdı. Gözünden birkaç damla yaş akmıştı ve şöyle dedi kendi kendine "Keşke, keşke bir şansım daha olsaydı ve keşke..." duraksadı. Daha sonra zamanın su gibi akıp gittiğini ve vaktin öğlene geldiğini fark etti. İçeri girdi ve biraz su içti sonra yine "Keşke..." deyip iç çekti. Daha sonra kapısının tıklatıldığını işitti ve kapıya yöneldi. Gelen Karl'dı. Karl hemen söze girdi. "Ey kadim dost senle konuşabilir miyim?" dedi, Alfred şaşırmıştı. Aslında canı pek de konuşmak istemiyordu ama el mahkûm "Tabii." cevabını verdi. Bahçeye geçtiler ve oturdular. Alfred kendisine ve Karl'a birer fincan çay doldurdu ve Karl, Alfred yerine geçer geçmez söze girdi. -Karl: Ey kadim dost, son bir maruzatım olacaktı. Söylesene bana ihanet veya hainlik nedir? -Alfred: (irkilmiş şekilde) Kabulü olmayan günahtır. -Karl: Peki sen hiç ihanet ettin mi? -Alfred: Maalesef bundan kırk sene önce. Ama bundan çok pişmanım. -Karl: Özel değilse kadim dostum, benle paylaşır mısın? İhanetin nasıl bir şey olduğunu anlamak için yanıp tutuşuyorum. -Alfred: Emin değilim ama artık iş işten geçti. Öyleyse anlatmamanın pek de bir alemi yok. -Karl: Peki öyleyse söz sizin. -Alfred: Bundan kırk sene önce Nürnberg Mahkemeleri oldu biliyorsundur. Bir gün evime savaş bittikten sonra bir kâğıt geldi ve kâğıtta beni Nazi yurtlarına sokan ve beni koruyup kollayan bir ağabeyimin lehinde veya aleyhinde ifade vermem istendi. Bense onu başıma bütün gelenlerin müsebbibi olmakla suçladı ve aleyhinde konuştum. Benim ifademle hapse girdi. -Karl: Anlıyorum lakin bu tam olarak ihanet değil. Zaten bütün bu işleri o senin başına açmış değil mi? -Alfred: Kimse tanrının sözünün üstüne bir söz daha kondurmaz ve biz sadece bu kader yolunun yolcularıyız. -Karl: Söylesene bana, kader nedir ey dost? -Alfred: Kader, tanrının önümüze çizdiği yoldur. Hepimiz ister istemez o yolu takip ederiz ancak yol boyunca ne yapacağımızı seçen yine bizlerizdir. -Karl: Peki kader hep iyi midir yoksa kötü müdür? -Alfred: İkisi de değil. Bu yol bazen bir sahil kenarından geçer ve günışığı senin tenini okşar. Bazense de en sarp yokuşları çıkmayı zorunlu kılar, seni zemheri kışların ortasından geçirir ama en nihayetinde tüm koşullara karşı önlemini almak senin inisiyatifindedir. -Karl: Ey dost, beni yine düşünce yağmuruna tuttun. Sağ ol her şey için. dedi ve Karl bahçeyi terk etti. Alfred ise akşam yemeği vaktinin yaklaşmaya başladığını fark edince üstünü giyindi ve tam odasından çıkarken "Bir şans daha, tek bir şans..." dedi ve yumruklarını sıktı. Tek istediği katil olmamaktı ama nafile. Olan çoktan olmuştu ve olmuşsa yapılacak tek bir şey bile yoktu. Akşam yemeğinde Alfred güzel bir ziyafet çekti ve odasına düşünceli bir şekilde geri döndü. Tam anı defterinden bir sayfa daha okumaya yeltenecekti ki yorgunluktan olduğu yerde uyuya kaldı ve bütün gece rüyasında “tek bir şans” diye sayıkladı. Ve aynı gece Alfred’in duası kabul oldu. Alfred rüyasında kondüktör odasındaydı. O karar anındaydı Alfred. Her şey biraz daha bulanıktı ama bir hayli gerçekçiydi. Alfred yaşanacakları bildiğinden endişeyle düşünmeye başladı ve bu sefer suçsuz insanları öldürmek yerine Yahudiler’ in katlini isteyen ve bunu çalışanlara mecbur kılan IG Farben profesörlerini öldürmeye karar verdi ancak vicdanı hala rahat değildi ama yapacak bir şeyi yoktu. Yahudilerin gaz odasının kapakçığını kapattı ve tüm Zyklon B gazını profesörlerin odasına verdi. Profesörler oracıkta can verdiler. Alfred’in içi az da olsa soğumuştu ve içinden “Rüya nasıl olsa, birazdan uyanacağım, ben katil değilim!” diye sevinçle geçirdi ta ki iki güvenlik görevlisi arkadan gelip Alfred’i yere serene kadar. Güvenlik görevlileri Alfred’i sürükleyerek hapishaneye götürdüler ve ona yol boyunca “Hain!” diye hitap ettiler. Alfred hiçbir şeyi rüya olduğu için umursamıyordu ama hiçbir şey bu kadar basit olmayacaktı. Tam güvenlik görevlileri Alfred’i hapishane müdürünün odasının kapısına getirmişlerdi ki Alfred uykusundan sıçradı. Tüm vücudu yıkanmışçasına ter içinde kalmıştı ve Alfred derin bir oh çekti. Daha sonra bağırarak “Sana şükürler olsun tanrım, ben katil değilim!” dedi. Sesi arştan duyulacak kadar yüksekti. Daha sonra gündelik işlerini halletti. İkindi vakti odasına doktor geldi ve yine anestezi uygulayacaklarını söyledi. Doktor garip görünüşlü ve sert yüz hatlı, yakışıklı bir esmerdi. Melez olduğu rahatlıkla söylenebilirdi. Alfred yatağa uzandı ve doktor damarına morfini vermeye başladı. Alfred’in gözleri kapanmak üzereydi. Alfred yine rüya görüyordu ancak. Ancak… İnanamıyordu. Önceki rüyası devam ediyordu ve hapishane müdürünün kapısındaydı! Alfred o an her şeyin gerçek olduğunu -tabii buna gerçek denilirse- o an kavradı ve bir şeyler yapması gerektiğini hissetti. Güvenlik görevlileri kapıyı tıklattılar ve müdürün “Gir!” demesiyle fevri şekilde içeri daldılar. Hemen bir tanesi konuşmaya başladı “Efendim, bu adam hain. İki IG profesörünün ölümüne sebebiyet verdi efendim. Gözlerimizle gördük!” dedi ve Alfred’i bir güzel silkeledi. Alfred konuşamıyordu ki müdür ona “Konuş!” diye bağırana kadar. Alfred, Wilfried’in arkadaşı olduğunu ve teknik bir aksaklığın buna sebebiyet verdiğini söyledi. Müdür hemen Wilfried’in aranmasını emretti ve Alfred’i nezarethaneye gönderdiler. Alfred kara kara düşünüyordu ancak bu labirentten çıkış yolu yok gibiydi, eğer Wilfried onu kurtaramazsa uzun bir süre burada esaret altında kalacaktı. Alfred, Wilfried’i bekleyemezdi çünkü o da rüyada olabilirdi ve Alfred’i ona ihanet ettiği için hapse daha da uzun bir süre için attırabilirdi. Alfred bu riski göze alamadı ve kaçma yolları aradı. Düşünmekten şakaklarına ağrılar giriyordu ki aklına gardiyanın anahtarını bir şekilde ele geçirmek geldi. İki gardiyan briç oynuyorlardı. Alfred’in aklınaysa parlak bir fikir geldi. “Beyler!” diye seslendi Alfred. “Gelin beraber oynayalım. Ben demir parmaklıkların ardından da oynarım sorun yok. Canım çok sıkıldı.” dedi. İki gardiyan aralarında fısıldaşmaya başladılar ve en sonunda teklifi kabul ettiler. Gardiyanlar Alfred’e bir bardak da kahve koydu. Oyun gayet güzel dönüyordu ki Alfred oyunun yarısında karnının çok ağrıdığını söyledi ve yere eğildi. Gardiyanlar o kadar umursamadı. Alfred, yere eğilmişken gardiyanlardan birinin anahtarını yavaşça aldı ve sonra kalkıp oyuna devam etti. İnandırıcı olsun siye arada bir yine eğilip kalkıyordu. Briç akşama kadar sürdü ve gardiyanlar en sonunda yorulup odalarına döndüler. Bununla birlikte Alfred’e gün doğuştu artık kaçabilirdi. İşte tam bu noktada Alfred nefes nefese rüyasından uyandı. Doktorların gittiğini gördü ve derin bir iç çekti. Yine oldukça terlemişti. Defterini koltuğun üstüne fırlattı ve başını iki elinin arasına alıp ne yapması gerektiği hakkında düşünmeye başladı. Alfred’in bir daha o evrene dönüp kaçması lazımdı bu yüzden hemen uykuya daldı ve kendini kurtarmaya çalışmaya atıldı. Alfred artık sürekli uyuyup kendini aklamak istiyordu. Alfred için her şey yine ilk başta biraz bulanık gelmişti ama buna çabucak alıştı ve etrafını süzdü. Gardiyanlar gitmişti. Hemen anahtarla demir parmaklıklı kapıyı açtı ve çıktı ama şimdi ne yapacağını bilmiyordu. Sağda bir acil durum kapısı vardı, kapıyı açtı ve tam koşacakken karşısında müdürü buldu müdür hemen Alfred’e kelepçe taktı ve nezarete geri gönderdi. Ceplerini karıştırdığında anahtarı da buldu ve gardiyanları bu konuda uyardı. Alfred’in eli artık kelepçeliydi ve ne yapacağını bilmiyordu. Yalnızca bir varil misali odanın bir yanından diğer yanına yuvarlanıp duruyordu. Tüm planları başına çalınmıştı ve Wilfried gelene kadar olan nezaret süresi iki katı uzamıştı. Artık çareler tükenmişti ve Alfred umudunu kesmişti. Bir iki günü böyle geçti. Rüya aleminde günler de daha hızlı geçiyordu. Ayrıca ceza olarak Alfred’e yemek ve su verilmiyordu. Alfred yerde umutsuzca yatarken önünden geçen siyah maskeli biri Alfred’e iki tane anahtar atıp oradan uzaklaşmaya yeltendi ki gitmeden dönüp “Hainler cezalandırılacaktır.” diye fısıldayıp koşmaya devam etti. Alfred ilk anahtarı kullanarak zorlukla da olsa kelepçesini çıkardı ve sıra ikinciye geldi. İkincisiyle demir parmaklıklı kapıyı açtı ve koşarak acil çıkış kapısından kaçmayı başardı ve tam o anda uykusundan uyandı. Yine nefes nefeseydi ve zorlukla soluyordu. Rüyasında siyah maskeli adamın kim olduğunu düşünmeye vakit bulamasa da artık vakti vardı. Sabah olmuştu. Kahvaltıya gitmedi ve bahçede oturup düşünmeye başladı. Kim olabilirdi bu kurtarıcı? Ayrıca söylemlerinden Alfred’e kin duyduğu belliydi ya da sevgi. Zaten bunlar iç içe değil miydi? Her sevgi içinde nefreti barındırmaz mıydı? Alfred bunları düşünürken yanına Karl geldi ve Alfred’e neden kahvaltıya gelmediğini sordu. Alfred ise işinin olduğu yanıtını verdi. Bir süre konuştular ve hastanenin en üst katından birinin intihar ettiğini söyledi Karl. Alfred nasıl bir şey olduğunu anlamadı ve konuşma böylece daha derin bir evreye evrildi. -Karl: Biliyor musun adam nasıl ölmüş? -Alfred: Hayır bilmiyorum. Senin bir bilgin var mı? -Karl: Nasıl olduğunu kimse bilmiyor. Çoğu kişi hastanenin çatısından atladığı kanaatinde. Yerde sadece siyah maskesi ve kan bulunmuş. Bedeni kayıp. -Alfred: Bedeni mi kayıp? Nasıl olur! O yükseklikten düşen birinin yaşama şansı hiç yok. Peki maske nerede biliyor musun? -Karl: Biliyorum. Hala hastanenin zemin katında. Polisler bir torbaya koydular. İstiyorsan seni oraya götüreyim. -Alfred: Gidelim. Benim için çok önemli. İkili olay mahaline gitti ve şeffaf torbadaki maskeyi gördüler. Alfred bu maskeyi tanımıştı. Bu maske… Rüyasındaki adamın maskesiydi. Alfred birden sağına soluna baktı ve Karl’ın çoktan ortadan kaybolduğunu gördü. “Serseriler ilgi çekmeye çalışıyor, bari ben de gideyim.” dedi polislere. Polisler onu pek de umursamadı ve ona meczup gözüyle baktılar. Alfred odasına gitti ve yatağına oturup düşündü. Ne yapmalıydı? Şimdi uyuyamazdı çünkü daha öğlen saatleriydi ve uykusu yoktu. Düşündü ve morfin bulmak aklına geldi. O maskeli adamı bulacaktı. Çok irkilmişti ama artık kaybedecek bir şeyinin olmadığını düşünüyordu. Hemen parmak uçlarında yürüyerek yavaş yavaş hemşire odasına girdi ve birkaç paket morfinle iki adet şırınga çaldı. Daha sonra yavaş yavaş odasına yürüdü. Kimse onu fark etmemişti. Derin bir oh çekti. Morfinlerden birini ve şırıngaların birini aldı. Diğerleriniyse yatağının altına fırlattı. Hemen morfin paketinden iğneyi aldı ve şırıngaya yerleştirdi. Daha sonra kendine morfini tek seferde enjekte etti. Hemen tüm delilleri ortadan kaldırmak için her şeyi çöp kutusuna attı. Bedeninin uyuştuğunu hissediyordu ve kendini zar zor yatağına attı. Yine kendini hülyalarının ortasında bulmuştu. Artık özgürdü. Hapishanenin dışındaydı. İstediğini yapabilirdi. Hemen aklına yengesini gömdüğü yerin yanındaki kulübeye gitmek geldi koşmaya başladı. Kulübeye vardığında yengesinin mezarının başında yine siyah maskeyi gördü. İrkildi ama bunun üzerine düşünebilecek kadar vakti yoktu. Kulübeye girdiğinde kulübede yaşayan ihtiyarla karşılaştı ve ihtiyarın yüzüne yumruk attı ve adam böylece yere serilmiş oldu. Adam “Almanlar evime tecavüz ediyor.” diye feryat etmeye başlayınca Alfred, adamın askerleri buraya çekmesinden korkup dışarıdan aldığı kürekle adamın kafasına defalarca kez vurdu. O vurdukça adamın kafasından akan kan Alfred’in üstüne artan miktarlarda sıçrıyordu. Alfred’in üstü başı kan olmuştu. “Ben katilim. Katilim ben!” diye bağırdı ve yerde diz çöküp ağlamaya başladı. Kanlı elleriyle gözyaşlarını sildi. Daha sonra adamın üstü temiz olduğundan kendi üstüyle adamınkini değiştirdi ve adamı yengesinin yanına gömdü. Daha sonra hava kararmaya yakın evin içine girdi ve adamın çekmecelerini karıştırmaya başladı. Tüm çekmecelere bakıp silah arıyordu ki en alt çekmecede adamın kimliğini buldu. Kimlikte Hermann Schwanken yazıyordu. Alfred sarsıldı ve sendeleyip yere düştü. Kafasını sandığa vurdu ve orada bayılıp kaldı. Bununla birlikte rüyasından uyandı ki başında hemşireler vardı. Alfred’in elleri ve kolları aşırı derecede titriyordu ve istemeden “Bana Caedes’ten kahve getirin, lütfen bana bir çikolatalı kahve.” diye sayıklıyordu. Daha sonra aldığı sakinleştirici iğnelerle az da olsa kendine geldi ve ayıldı. Temizlikçiler yatağın altındaki morfinleri bulmuşlardı ve hemşirelere durumu bildirmişlerdi. Doktorlar geldiler ve Alfred’i gözetim altındaki odaya sevk ettiler ve morfin tedavisini sonlandırma kararı aldılar. Alfred artık içinde birer hemşir ve hemşirenin bulunduğu bir odada gözetim altındaydı ve sürekli uyumaya çalışıyordu. Ve odaya getirildiğinde akşam olduğundan hemen uykuya daldı. Hülyasında kafası kanıyordu hemen kıyafetini çıkarıp başına sardı ve kanamayı durdurmaya çalıştı. Daha sonra kulübenin küçük penceresinden dışarı bakınca Alman askerlerinin onu aradığını gördü ve ne yapması gerektiğini düşündü. İntihar mı etmeliydi. Niçin etmemeliydi. Önünde engel var mıydı? İntihar neydi? Bir yenilginin kabullenilişi mi yoksa onurlu bir elveda mı? Tüm bunlar beynini kurcalıyordu, silahı aldı. Kafasına dayadı ve tam sıkacakken içeri bir Alman askeri daldı ve Alfred silahla askeri vurdu. Askerin yanına yattı ve ona sarılıp ağlamaya başladı. Tamamen dağılmıştı. Artık intihar bile önemsizdi. O lanetli bir adamdı. Alfred’i gören diğer Alman askerleri onu hem sürükleyerek infaz kurumuna götürdüler. İlk önce infaz kurumunun müdürü ona neden bunu yaptığını sordu. Alfred sustu. Bir daha sordu. Bir daha sustu ve en son müdür onun işkence odasına götürülmesini emretti. Alfred için son artık yaklaşıyordu. Tam işkence odasının kapısına geldiğinde rüyası bitti ve uyandı. Gözlerinden yaşlar akıyordu. Alfred’in dayanabilecek gücü kalmamıştı. Koluna bağlı serumları söküp attı. Kollarından kanlar gelmeye başladı. Hemşireler o sıra balkonda çay içiyorlardı ki sesle beraber Alfred’in yanına gittiler. Alfred kan kaybından çoktan bayılmıştı. Hemen sedyeyle Alfred’i acil bölümüne götürdüler ve oğlu Paul’a haber verdiler. Paul haberi aldığı sırada kumar masasındaydı ve el bitene kadar oradan ayrılmadı. Sonrasında çabucak çocukları ve karısını da alıp hastaneye gittiler ve Alfred için yürekleri ağızlarında beklemeye başladılar. Alfred beklenenin aksine hayata tutundu. Bir hafta gözetim altında tutuldu ve bu bir haftada Alfred’de bazı gariplikler gözlemlendi. Sürekli uyumaya çalışıyor veya babasıyla -kendi kendine- konuşuyordu. Daha sonra psikiyatri servisine nakledildi ve doktor Paul’a hiç iyi haberlerle dönmedi. Alfred’e odada beklemesini söyledi doktor ve çıkıp Paul’la konuşmaya başladı. “Babanız iyi değil Bay Schwanken. Babanız derealizasyon çerçevesinde günün neredeyse büyük çoğunluğunda psikozlar geçiriyor. Daha net söylemek gerekirse babanız gerçeklik algısını tamamen kaybetmiş durumda. Babanız şu an sizinle aynı dünyayı paylaşmıyor. Geçmişiyle bugünü birleştirdiği kafasındaki ortak bir dünyada yaşıyor. Hayali insanlar yaratıyor. Çevresindeki çeşitli imgeleri bağdaştırıyor ve… babanız artık akıl sağlığını kaybetmiş durumda. Delirmenin tam eşiğinde ve bu benim anladığım kadarıyla uzun bir süredir böyle. Babanız gerçek bir hayat yaşamıyor bayım, hatalarından sıyrılmak istediği imgesel bir dünyada hayatı ellerinden kayıyor ve çok üzülerek söylüyorum onu bir psikiyatri kliniğine kapatmak çözüm olmaz. Kendine zarar verme olasılığı pek yüksek. Naçizane tavsiyem onu tımarhane hücresine yatırmanız.” dedi. Paul ise gözünden akan birkaç damla yaşı sildi ve “Pekâlâ.” dedi. Artık yapılabilecek bir şey yoktu. Babasının son günlerini tımarhanede geçirmesini istemiyordu ama öbür türlü her şey daha kötü olacaktı. Alfred birkaç gün daha gözetimli odada tutuldu. Bu üç dört gün içinde ağızından tek bir kelime çıkmadı ve sadece beyaz bir duvara bakıp durdu. Daha sonra Alfred’e deli gömleği giydirdiler ve hücreye attılar. Sophia, Paul ve torunları hüngür hüngür ağlıyorlardı ama ellerinden en ufak bir şey gelmiyordu. Hemşireler Paul’a bir valiz içinde Alfred’in eşyalarını verdiler. Paul’un iki şey dikkatini çekti, daha önce hiç görmediği bir anı defteri ve siyah bir maske. Anı defterinin yazılı son sayfasını okudu. Sayfada tek bir cümle vardı: “İnsan, insana ancak insan olarak bakmayı öğrendiğinde gerçek anlamda insan olacak ve velilere meczup denmeyecek.” Alfred bundan bir hafta sonra hayatını kaybetti.
- Cennetten Düşen Melek
Arafta kaldım. Evet, şu an okuduğunuz bu yazı, arafta kalan birinin seyahatlerinden sadece birine ait. Biz arafta kalanlar, cehennemdekilerin aksine tüm manevi boyut ve alemlere seyahat edebiliriz. Cennettekiler de bu hakka sahiptir ama onlar genelde oranın tutku ve ruhani doyumuna kapılıp oradan çıkmazlar. Ben bunu ölmek üzere olan bir yazara fısıldadım. Şu an o yazarın ağızından okuyacaksanız tüm bunları. Şunu da söyleyeyim. Hani rüyanızda sevdiklerinizi, tanıdıklarınızı görürsünüz ya, tüm o gördüğünüz kişiler aslında arafta kalanlar, sadece sizin sevdiklerinizin kisvesine bürünüp sizi rüyalarınızda eğlendiriyorlar. Üstüne üstlük bundan da zevk alıyorlar. Bazıları bunu tanrının ilhamıyla yapıyor ve size bazı ipuçları veriyor, bazılarıysa muzipliğine yapıyor bunu. Bunu da bir düşünün derim, bu öyküleri kendimi anlatmak için yazmadığımdan nasıl arafta kaldığımdan bahsetmeyeceğim, sadece benim manevi alemlerde yaşadığım anıları okuyacaksınız. Size tek önerim bunları dikkatle okumanız olur. Tanrı alemi yedi kat yaptı ve bu yedi katın üstünde, tüm bu mekân, boyut ve zamandan bağımsız şekilde evreni yönetmeye başladı. Başladı demek de yanlış olur, o hem ezeli hem ebedidir. Tanrı; yaratmayı, yarattığı alemin özüne yerleştirdi. Her şey onun aşkınlığına bağımlı olarak var oldu. Tanrı evreni yedi kat yaptı demiştik. İlk kata dört boyut yerleştirdi. Uzunluk, genişlik, derinlik ve zaman. Bu yüzden insanoğulları zamana bağımlı yaratıldılar. Sen nasıl yaratıldıysan zaman da öyle yaratıldı, zamanın nasıl var olduğunun sırrını bilmiyorsun sadece, kendinin nasıl yaratıldığını da bildiğini sanıyorsun. Tüm bu sanıları tanrı sana bağışladı ve senden doğaya bakmanı istedi. Sonra tanrı, altı boyut daha kattı ve alemi on boyutlu yaptı. Üst boyutlarda da birçok canlı var etti. Onlar sana etki edebilirken sen onlara etki edemezsin. İşte böyle var oldu insan, aşağıların en aşağısında; yücelerin en yücesinin rahmetiyle. Bunları anlattım çünkü cennet, cehennem ve arafın nerede olduğunu anlaman gerek. Bu üç yer de tanrı katındadır. Ruhlar ister bedene bürünüp burada sefa sürüp acı çeker, ister ruhlarıyla. Ruh olarak yaşayıp bedenin parmaklıklarından kurtulmak o kadar güzeldir ki çoğu fani bunu seçer. Alemde bir yerlerde sürekli yeni ruhlar sınav olur ve sınavı biten ruhlar bu üç yerden birine giderler. Biz araftakiler azap çekmeyiz ama ödül nedir onu da bilmeyiz. Burası sadece karanlık ve soğuktur ne ısı vardır ne de ışık. Cennet ve cehennem kendi içinde azap veya mükafat bölümlerine ayrılır, bu bölümler boyutlardan aşkındır. Arafta ise tek bölüm vardır. Araftakiler yeniden sınava sokulacaklarını bilirler ve o zamana kadar burada beklerler ama araftaki ruhların çoğu bu beklemekten elbet sıkılır ve manevi alemleri gezerler. Ben de cenneti, cehennemi ve alemleri gezdim ama beni en çok anlatacağım hadise etkiledi. Cehennemde bir şeytan doğdu. Bu şeytan başiblisin oğlu Geburgen Hait idi. Şeytanlar gariptir. Tanrıyı bilirler ve cennetten yararlanmamayı kabul ederler ama yine de ruhların çektiği azap onlara zevk verir. Ne kadar acınası! Tanrı onları insanları sınav etmek için yaratmıştır. Onlar ruh değildir, ruha benzer yaratıklardır. Bedene bürünmüşlerdir ve ödül veya ceza almazlar. Tanrı onları imtihan vesilesi kılmıştır. Bedenleri insana benzer, tenleri kırmızı renklidir, karın bölgelerinin içinde iki ayak daha vardır. Elleri ve ayakları perdelidir ve manevi bir uçma özüyle doludur. Altışar parmakları ve yüzlerinde çember şeklinde altı gözleri, bunların ortasında ağızları vardır. Çenelerinden iki tane boynuz uzanır. Burunları yoktur ve kulakları küçüktür. Bir de kuyrukları vardır. Ne kadar mahluku kötüye yöneltirlerse bu kuyruk o denli uzar. İşte Geburgen Hait da bu şeytanlardan biriydi. Tanrıya asi çıktı ve tanrı ona melek olmayı teklif etmesine rağmen yanaşmadı. Oysaki iyiliğe de hizmet edebilirdi. Ömrünün ortalarına yaklaştığında, evet şeytanlar da ölebilir, cenneti merak etti ve pişman oldu. Tanrıya babası aracılığıyla bunu iletti ve tüm şeytanlar tarafından dışlandı. Uzun bir süre tanrıdan cevap bekledi ve kızgın babası ona tanrının dediklerini anlattı. Babasının altı gözü birden seğiriyordu, belli ki çok sinirlenmişti. “Oğlum, iki seçeneğin var; ya bir uzvunu cehenneme bağışlarsın ve yumrun olur ya da yumrun olmaz ama sağlam bir melek olursun, gel babacığını dinle; senin için kötü olacak bir şeyi yapma.” Dedi ve altı gözünden birden yaşlar akmaya başladı. Cehennemde bir süre yağmurlar yağdı ve ateş daha çok harlandı. Hait vazgeçmemekte kararlıydı, “Hayır baba, ben tanrının yolunda feda olacağım.” Dedi ve düşünmeye başladı. Yumru melekler için çok önemliydi, hiç melek görmemişti ama bu yumru sayesinde meleklerin kademelendirildiğini ve önemli işler yaptıklarını biliyordu. Yumrusuz meleklerin cehennemden gelen şeytanlar olduğu anlaşılıyor ve dışlanıyordu, birkaç arkadaşına böyle olduğunu duymuştu annesinden. O bir uzvunu bağışlamayı seçti ama bir sorun vardı. Eğer yeterince değer vermediği bir uzvunu bağışlarsa tanrı onu reddedebilirdi ve bu sebeple uzuvsuz kaldığı için diğer şeytanlar tarafından da daha fazla dışlanırdı. Düşündü ve içinden insan olmayı geçirdi sadece. Böyle bir olasılığın olmadığını hatırlayınca bir hışımla azap çeken ruhlardan birinin yanına koştu. Ruh, kapsülünün içinde çığlık atıyordu. Bir süre onu izledikten sonra “Sefil insan, iyi olmayı bile beceremedin!” Dedi ve kapsülün kapağını açıp düşündü: Kafasını sokmak istemedi, en iyisinin sol eli olduğunu düşündü ve sol elini aniden kapsüle soktu. Acıyla geri atıldı ve bir anda bayıldı. Gözünü açtığında çevresinde daha önce hiç görmediği türden ışıkların gözüne hücum ettiğini fark etti. Ayağa kalktı ve eline baktı endişeyle onun cehennemden geldiğini anlayacaklarını düşündü. Tam o sırada eski şeytan arkadaşını tanıdı, sırtında bir doğum lekesi vardı arkadaşının. Hemen yanına koştu ve “Saar!” diye bağırdı. Saar, döndü ve Hait’a baktı, onu tanımamıştı anlaşılan, şöyle dedi Saar “İşim var görmüyor musun, hem kimsin sen?” Hait önce Saar’a baktı ve Saar’ın dokuz gözü olduğunu fark edince afalladı, hemen yüzüne dokundu ve üç tane alt alta sıralanmış üçer gözü olduğunu fark etti. Ağzı çenesinin hemen üstündeydi ve kulakları çenesinden kafasının tepesindeki yumruya kadar varıyordu. Hemen kekeleyerek “Ben Hait,” demeye kalmadan Saar ona sarıldı ve “Nerelerdeydin kardeşim?” dedi samimi bir sevgiyle. Tam o sırada Hait’in dikkatini Saar’ın yumrusu çekti, açık kırmızıydı. Demek ki, diye düşündü, yumru kırmızılaştıkça mertebe artıyor. Babasından da baş meleğin yumrusunun siyah olduğunu duymuştu. En koyu kırmızı siyah olduğuna göre doğruydu! O an “Ben de yükseleceğim, atalarımın özüne sadık kalmayacağım!” dedi içinden ve o sırada sarılmayı bıraktılar. Hait hemen hatırladı ve Saar’ın yakasına yapıştı “Sol elimi görüyor musun!” diye bağırdı. Saar, “Ne var ki sol elinde?” dedi. O sırada sadece kendinin onun eksikliğini hissedeceğini anladı, aynı yalnız insanların yalnızlığını sadece kendilerinin hissetmesi gibi. “Bir şey yok?” dedi kekeleyerek bir adım geriye attı. O sırada Saar’ın dikkatini Hait’ın göğsündeki mühür çekti. Saar, onu bir mürekkep lekesine benzetmişti. Hait’a “Doğum leken olduğunu bilmiyordum, baksana, ne kadar ortak yönümüz var.” Dedi ve eliyle lekeyi işaret etti. Hait ona bakınca mührü anladı. Mühürde çift boynuzlu bir gözün içinden yıldızlar damlıyordu sanki ama o da anlam veremedi. Şok olmuştu. “E-evet” dedi sadece. Ardından Saar, “Şimdi işim var, mükafat dağıtımı bitince cennetin en alt katında buluşalım, olur mu?” dedi. Hait sadece kafa sallamakla yetindi. O sırada arkasını döndüğünde başmelek ona bakıyordu. Siyah yumrusu göz alıcıydı, sanki pırlantalarla süslenmişti. Başmelek hemen söze girdi ve fısıltıyla “Cehennemden geldiğini biliyorum, merak etme, sen söylemediğin sürece bunu buradaki kimse bilmeyecek.” Dedi, o sırada Hait’ın kalbi ferahlamıştı. Derin bir nefes aldı. Melek, sözüne devam etti “İlk görevin Dünya’daki bir kızı bir kazadan kurtarmak, unutma, bu kız cehenneme gidecek, sakın ola onla iletişim kurmuyorsun, anlaştık mı?” Hait kafa salladı ve dünyaya gitmek üzere yola koyuldu. İlk görevi olmaıs sebebiyle çok heyecanlıydı, hata yapma korkusu beyninin bir kenarında öylece duruyordu. Alemlerin içinden geçerken huşuya kapıldı ve gülümseyerek galaksilerin içinden hızla geçti. Hait Dünya’ya vardığında yıl 1761’di. Fransa diye bir yerin kuzeybatısındaki bir banliyöye gideceğini biliyordu sadece. Diğer dünya meleklerinden yardım aldı ve sonunda, sora sora da olsa, Audierne’i buldu. Hemen inişe geçti, içinde bir tedirginlik vardı. İnsanların onu gördüğünden şüphelenir gibi oluyordu. Kaza anına on Dünya dakikası kalmıştı. Hemen kazanın olacağı caddeye indi ve karşıdan gelen kızı gördü. Aynı başmeleğin ona tarif ettiği gibiydi. Kızıl saçları beline kadar uzanıyor ve mavi gözleri bir okyanusu andırıyordu. Cılız bir kızdı, yirmilerinde olduğu her halinden belliydi. Hait onu görünce büyülendi, ne de olsa erkek bir melekti. Tam kız ilk adımını yola attığında Hait hışımla fırladı ve onu son hızda gelen at arabasının önünden aldı. Beraber yere düştüler. Kız ne olduğunu anlamadı. Kafasındaki geniş, sedir şapka yere düşmüştü. Üzerindeki uzun mavi-beyaz elbiseyse oldukça kırışmıştı. Kız hemen ayağa kalktı ve dehşetle çevresine bakındı. Daha sonra banliyönün kıyısında ailesiyle yaşadığı köy evine doğru koşmaya başladı. Aslında Hait’ın görevi bitmişti, cennete dönebilirdi ama o da hızla kızın peşine takıldı. Kız eve vardığında korkuyla kapı tokmağını vurmaya başladı. Tahta kapı çatırdayacaktı neredeyse. Hemen çıkan annesi “Marie, ne oldu!” diye şaşkınlık ve korkuyla kızına baktı. Marie “Anne…” diyebildi sadece, hıçkırıkla ağlıyordu. “Kızım!” dedi annesi, kızının kızıl saçlarını okşamaya başladı ve içeri aldı onu. Hait da onlarla içeri girdi. Annesi hemen koştu ve Marie’ye bir bardak su getirdi. Marie sakinleştikten sonra, “Anne, bana az kalsın ölen abim gibi at arabası çarpıyordu. Beni bir melek kurtarmış olmalı!” dedi. O sırada Hait dehşete düştü ve konuşmaları dinlemedi bile. Marie hava almak için dışarı çıktığında onun kulağına kendini kurtaranın bir melek olduğunu ve adının Hait olduğunu söyledi. Hait heyecanın verdiği hisle demişti bunu ancak Marie’nin bunu belleğine kazıyacağı aklına bile gelmemişti. Marie o sırada balıkçı olan babasının doldurduğu bir kova balığı eve götürüyordu. Bunları işitir işitmez yere düşürdü kovayı ve iskelede balık tutan babasının yanına koştu. Hait kuralı çiğnemişti. Bunu istemeden yapmıştı belki ama kendinden ve meleklerden bir insana bahsetmişti. Bir anda yanına başmelek geldi ve hemen iniş yaptı, “Hait!” diye bağırdı başmelek. Hait o sırada her şeyin farkına vardı ve yere çöktü. Sağ eliyle yüzünü kapattı. Başmelek onu sol kolundan tutup kaldırdı ve sol elinin olmayışına bakıp onu küçümsedi. Yüzünü ekşitti ve “Kuralı çiğnedin!” diye bağırdı. Hait “Ö-özür dilerim.” Demekle yetindi ve Başmelek hemen onun lafını bölüp söze girdi: “Tanrı seni insan yapacak, üç gün, tek bir günah veya düşünce suçu işlemen halinde lanetlenmiş biri olarak doğacaksın.” Dedi. Bu Hait’ı oldukça korkuttu. Sadece şunu demekle yetindi: “Düşünce suçu da ne?” Başmelek cevapladı: “Aklından geçirip benimsediğin her kötü şey düşünce suçudur.” Dedi. Hait onu o sırada anlamadı ve aniden başmeleğin yumrusunu tutup sıkmasıyla bayıldı. Gözünü açtığında çevresinde genç yaşlı bir sürü insan toplanmıştı. Gözlerini ona dikmiş bakıyorlardı. Kimisi ayaklarını havaya kaldırıyor kimisiyse ona bir tas içinde su uzatıyordu. Soluna baktığında olmayan elini ve deriden yapılmış, içinde kıyafetler bulunan çantayı gördü. Yerinden doğruldu ve oturur vaziyete geçti. Meraklı ve pos bıyıklı, otuzlarında ince suratlı bir adam gözlerini kırpıştırarak Hait’ın dibine girdi ve elindeki kitabı kenara bırakıp “Senin adın nedir yolcu?” diye sordu. Hait, sağ eliyle başını okşayıp “Hait” dedi ve o sırada dehşete düştü. Evet, o bir insan olmuştu. Hemen ayağa kalktı ve deniz kıyısına koştu. Koca bir güruh da kuyruk misali peşinden geldi. Sudaki yansımasına bakınca Hait, yuvarlak suratlı, kaba sakallı, dalgalı ve uzun saçlı ve görece yakışıklı bir adam gördü. Vücudu da fena değildi. Aklında bir tek Marie vardı o sırada bu yüzden bunları düşünmesi normaldi. Beyaz olan derisinin “insan rengi” olduğunu görmeyi garipsemişti. Meraklı adam Hait’ı dürttü ve “Ben bunca yıldır kitap okurum, hiç Hait diye bir isim duymadım, neredensin?” dedi. Hait hem adamın merakına sinirlenmişti hem de vereceği cevabı düşünüyordu. Bildiği halihazırda iki ülke vardı: Fransa ve Avusturya. O da Fransa dememek için keskin bir sesle “Avusturya” cevabını verdi. Kimileri şaşırmıştı. İlk defa bir Avusturyalı görüyorlardı. Hait utanarak ahaliye dönüp “Bana evini açabilecek temiz kalpli biri var mı?” dedi. O sırada Marie’nin annesi öne çıktı ve “Bizim evde kalabilirsin yolcu.” Dedi. Hait içten içe karnındaki kelebeklerle boğuşuyordu, bunu dışa yansıtmadı. Ufak bir tebessümle “Harikasınız, size minnetimden başka bir şeyi sunmuyorum.” Dedi. Heyecanını bastırıyordu. Hait çantasını aldı ve eve doğru yola koyuldular. Eve geldiklerinde Hait kendini yatağa zor attı. Kalktığında yemek hazırdı ve Marie’nin annesi Charlotte onu yemeğe çağırıyordu. Yemeğe oturduklarında tek konu Hait idi. İlkten evin reisi, kaba sakalı ve saçı ağarmış, mavi gözlü, görece dağınık saçlı ve neşeli bir adam olan Anton söze girdi: “Söyle bakalım delikanlı, hangi rüzgâr attı seni bizim fakirhaneye?” Hait önce bir üstünü düzeltti, ardından boğazını temizledi ve “Avusturya’da bir süre öğretmenlik yaptım, aslına bakarsanız buraya tatil için geldim.” Dedi, yalan söylemişti. Bunun bir düşünce suçu olup olmadığını düşündü o an ve tedirgin oldu ama başka ne diyebilirdi ki? Sakinliğini korudu ve o sırada tüm bunlar aklından bir kayan yıldız gibi geçerken Charlotte söze girdi: “Hayret! ilk defa bizim banliyöye tatil için geleni gördüm.” Hait, bir şey diyemedi bilmiyorum dercesine yüzünde ufak bir tebessümle ellerini dudaklarını büzerek kafasının iki yanına götürdü. Masadaki herkes Marie dahil gülmeye başlamıştı. Belli ki şimdiden Hait’a bayağı ısınmışlardı. Sonra evin direği Anton merakla sordu Hait’a “Sol eline ne oldu? Ne zaman kaybettin? Merakımı maruz gör lütfen.” Hait söze girdi “Öğretmen olmadan önce hamallık yapıyordum, o zamandan kalma” dedi. Hait’ın içi rahattı, yalanlarını kötü niyetle söylemediğini biliyordu. Sonra Marie söze girdi: “Kaç yaşındaydınız acaba?” Hait cevapladı: “27 yaşındayım” Marie heyecanını gizleyemiyordu. Ellerini heyecanla bacaklarının üstüne koydu ve gülümsedi. Vücudunu o kadar küçültmüştü ki neredeyse masanın önünde kaybolacaktı. Hait heyecanını belli etmemeye çalıştı. Karnındaki kelebekler yalpalayarak bir oraya bir buraya çarpıveriyordu. Sonra yemeklerini bitirdiler ve Hait “Müsaadenizle dışarı çıkabilir miyim efendim?” dedi. “Tabii” dedi Anton ve Hait herkese tek tek reverans verip oradan ayrıldı. Hait dışarı çıktığında güneş batmıştı ama kızıllığı mıh gibi duruyordu ufukta. Deniz kenarına gitti Hait ve birden bir ayak sesi işitti. Arkasından gelen o meraklı pos bıyıklı adamdı. Elinde de bir şişe kırmızı şarap vardı. İlk önce başını eğerek selam verdi ve “Müsaitseniz sizi tanımak isterim” dedi. Hait “Tabii buyurun” dedi. Adam oturdu ve “Merhaba ben André, siz de Heit olmalısınız” dedi. Hait, “Hait” diye düzeltti ve tebessüm etti. “İsterseniz şarap ikram edeyim” dedi André, “İçer misiniz?” diye de ekledi. Hait “İçerim, vücudumda dolaşanın kanımdan daha kırmızı olmasını isterim.” dedi ve André tebessüm ederek iki kadeh şarap doldurdu. Tokuşturdular kadehleri ve içmeye başladılar. André “Ben bir filozofum, babam da buranın dükü. Bazen bana ‘Aylak’ diyerek kızıyor. Buradaki insanlarda da aynı düşünce hâkim. Belki sen beni anlarsın, öğretmen olduğunuzu söylediniz sonuçta.” dedi. Hait ise “Para kazanmak önemli ama ruhunu kazanmak daha önemli. Ruhu hiçbir şey fethedemez, başka bir ruh ve felsefe hariç. Ben de severim felsefeyi. Kalbimi rahatlatır, ruhumu ferahlatır. Devam et derim ben. Bırakma sakın ola ruhuna tırmandığın halatları ve en tepede ışığın kapısını açacak o anahtarı” André’nin yüzüne bir tebessüm oturdu, ‘ilk defa benim gibi birisini buldum’ diye geçirdi içinden. André tanrıya inanmıyordu, bir de onu sorayım dedi ve “Tanrıya inanır mısın? İnan bana burada çok dışlandım inanmadığım için.” dedi. Hait bir yudum daha aldı ve söze girdi: “Tanrıya inanmamak benim şu an önümüzdeki güzel denize inanmamdan daha da gülünç. Evrenin sırlarının arasında kaybolmaya başladığında karışık kafa onu reddeder ama o sırları anlamamak üzere birleştiğiniz zaman anlayacaksınız tanrının senden ve benden daha gerçek ve hatta gerçekten öte olduğunu…” André biraz düşündü ve dedi ki “Peki ya Epikür’ün kötülük problemine ne dersin? Neden tanrı kötülüğü yarattı ki? Güzel bir yer değil burası…” Hait bekletmeden söze girdi “Tanrıyı anlamaya çalışma, onu anlatabilseydim ben tanrı, anlayabilseydin sen de tanrı olurdun. Biz aciz mahluklarız. Bunca yıldızın arasında onun en değerli armağanıyız. Bize bizi verdiğinde anlayacaksın onun kötülük taşımadığını ve iyilikten bile öte ve aşkın olduğunu. Ama o zaman anladığını sandığını fark edeceksin ve huşuyla bu denizin önünde huşuya kapılacaksın” André’nin gözleri doldu ve şaraptan bir yudum daha aldı. Sonra dedi ki “Tanrı beni affeder mi? Sana soruyorum Hait, cinnet geçirip babasını dövmüş birini affeder mi? İnsanların bile sevmediği birini sever mi tanrı? Ya da kendinden nefret eden birine merhamet gösterir mi?” Hait duraksadı ve kadehini yeniledi. O an dört gözle bekliyordu André onun cevabını. Hait bir süre duraksadı. Hait dedi ki “Hiç âşık oldun mu?” André şaşkınlık içerisindeydi. Bir soruyla özellikle de böyle bir soruyla karşılaşmayı ummamıştı. Dedi ki “Evet, bir keresinde âşık olmuştum” Hait dedi ki “Âşık olan gözlerine mim çeker, lal eder kendini ve en sonunda kulaklarını keser. Duymaz, görmez ve konuşmaz. Benliğini bırakır karanlığın izinde ve ışığa açar bütün ruhunu. Bir urganla yaşar boynunda. Böyle biri affeder sevdiceğinin her yaptığını. Tanrı da ne laldir ne kördür ne de sağırdır. O tüm ışığın sahibi ve ruhunuzu aydınlatandır. O kadar yücedir ki bize aşkından nimetler verir, hem de her an. İşte bu yüzden tanrıya karşı olan umudunu kestiğinde acı kendine. Çünkü o seni terk etmedi, sana darılmadı da” André birden ayağa kalktı ve kumlardan oluşan kısa ve sarp yokuşu hızla indi. Ayağındakileri çıkardı ve beline kadar denize girdi, ellerini açtı göğe ve bağırdı “Tanrım, beni benden ayırma ve seni de benden. Beni cennetini en güzel köşesine koy!” O sırada Hait şaraptan yudumlarken düşünüyordu ‘Herkesin içinde bir yerde tanrı inancı, kimisi kendiyle olan bağını kestiğinde bulamıyor onu karanlıkta ancak bir ziya dahi aydınlattığında kalbinin her köşesini tanrının nurundan, anlıyor o zaman hayatı ve hayatın özündekini, sonuçta anladığını sanmak bile bazı şeyleri anlamak değil midir?’ diye düşündü ve geri dönerken gülümsedi André’ye. André “Sana minnettarım, şimdi babamın yanına gitmeliyim. Onun rızasını almadan gidemem bu diyardan!” dedi ve bir hışımla fırladı. Şarabı dahi bırakmıştı. O akşam Hait daha fazla içmedi. Kadehini bitirip şarap şişesinin André’nin oturduğu yere koydu ve eve gitti. Kapıyı hafifçe tıklattı, çok narin bir şekilde ileri geri götürdü ellerini. Charlotte hemen koştu kapıya ve açtı. “Umarım rahatsız etmemişimdir.” dedi Hait güler bir yüzle. “Olur mu öyle şey? Gel içeri ama dikkat et çünkü Anton uyuyor. Biraz gergin olur uyandırılınca.” dedi Charlotte ve yavaş adımlarla içeri girdi Hait. Sonra alkolün verdiği rahatlamayla salondaki sofada uykuya daldı. Sabah sekiz olmuştu. Hemen sofradan kalktı Hait ve etrafı topladı. Ardından odadan Marie’nin çıktığını gördü. Tüm güzellikler ve günün ışığı yüzüne vurmuş gibiydi. Beyaz teni gün ışığını yansıtmak için yaratılmıştı. Hait “Günaydın!” dedi tebessüm ederek Marie’ ye. Marie tiz sesi ve tüm utangaçlığıyla “Size de günaydınlar.” dedi. Sonra Anton geldi gerinerek ve Hait’a dönerek “Rahat uyuyabildin mi bari?” dedi. Hait evet dercesine kafa salladı. Sonra Charlotte mutfaktan yemekleri getirdi ve güzelce yediler. En son Anton “Ben bugün son balıkları tutayım da kent pazarına gideyim.” dedi. Sonra balık tutmak için kıyıya doğru elinde kovayla ve oltayla yürümeye başladı. Hait da ona hissettirmeden onunla kıyıya kadar peşinden geldi ve yavaş ve rahat bir tonlamayla “Efendim, size yardım edebilir miyim acaba?” Anton “Tabii gel otur, öğrenirsin belki bir şeyler!” dedi tebessümle. Hait “Tabii ki efendim, sizin gibi bir ustadan bir şeyler kapmamak mümkün mü?” dedi. Anton dedi ki “Tamam bırak iltifatı da yanıma otur. Ben balık tutarken insanlarla ve denizle dertleşmeyi severim.” dedi. Hait oturdu. Anton söze girdi “Marie’ye üzülüyorum Hait. Onu bu halde görmek istemiyorum. Yakındaki kasabalarda bir arkadaşım var ve bana Marie’nin hayat kadını olarak kasabalarda gezdiğini söyledi. Bize sevgilisinin ona yardım ettiğini söylüyor ama gerçeği bilmek... O yattığın sofayı da o aldı, yoksa nerede bizde o kadar para... Bunu kimseye anlatamıyorum kasabadan, burada her şey çok hızlı yayılır. Ama sen samimi bir çocuksun; okumuşsun, öğrenmişsin. Belki bana yardımcı olur-” Anton’un boğazı düğümlendi. Hait onun sırtını sıvazladı ve eğilip Anton’un dolan gözlerine baktı. Hait birden dedi ki “Efendim, şu balıklarda ahlak var mıdır?” Anton şaşırdı ve içinden ona kızıp bağırmak geldi ama hislerini şaşkınlığıyla dizginleyip “Yok onlarda, hepsi sadece çiftleşir ve ölürler.” dedi. Hait dedi ki “Biz insanlar onurumuz için yaşarız. Tanrının mahşerinde başımız dik yürümek için. Ama şunu unutmayın, Tanrı kötülükten uzak tutmak istemeseydi bizi neden bizim kıyafet giymemizi isterdi ki? Marie iffetli bir kız çünkü eğer bedenini satmakla iffetsiz olunsaydı, en büyük namussuz balıklar olurdu. Üstelik onlar bunu parasız yapıyor. Ama diyorsunuz değil mi ‘Onların aklı yok ki’ doğru ancak bizim bedenimizin de aklı yok. Ama ruhumuz o kadar derin ve bilinçli ki... Ruhunu satsaydı kızınız zengin bir adama, o zaman size sabır dilerdim ama kızınız ruhunu satmamış, bedenini satmış. Ve tüm bu kötülükler olmasaydı Tanrı inanın onu cezalandırmazdı. Çünkü zevk almıyor bu işten, eğer ki zevk alıyor olsaydı o zaman da ruhunu satmış olacaktı. Şimdi bakın şu engin denize, şu deniz anlar mı ne dediğimizden? Kusurlarımızdan ve günahlarımızdan... Bir gün bedenimiz ona karıştığında Tanrı bizim ruhumuza bakacak ve o gün inanın bana Marie’den çok Marie’ye ahlak taslayanlar yanacak sonsuz ateşte. Her işimize ruhumuzu katarız ve ruhun katılmadığı işlerde günah yoktur. Mecburen yapmış Marie bunları. Belli ki zevk de almamış bundan. Onu yargılamayın rica ediyorum. Kendinizi de üzmeyin. Sadece bu dünyada üzülün, ruhunu satanlara. Şeytandan emir alanlara. Onlar için dua edin tanrıya, Marie için değil.” Anton’un gözleri çeşme misali açılmıştı. Ses çıkmasın diye ağzını kapatarak ağlıyordu. Hıçkırıkları derindendi. Sonra yaşlı bedenini toparladı ve “Haklısın, onu dövecektim bu gece. Ama sen doğruyu söyledin Hait. Günahlarımızdan dönmek daha önemli ve ruhumuza sahip çıkmak. Seni izleyeceğim genç adam ve Marie’yi bu bataktan kurtarmak için daha fazla balık tutacağım!” Hait hafif bir gülümsemeyle “Üzülmeyin efendim, hayat üzülmek adına çok kısa.” dedi ve ayağa kalktı. “Ben artık gideyim, André ile konuşmam lazım” dedi. Anton gözünden yaşlar boşalırken “Dikkatli ol, o biraz çatlaktır. Delirtmesin seni de!” dedi ve kıkırdadı. Hait ekledi “Efendim, bu dünyada akıllı kalabilen ruhsuzdur ve deliren ruhuna mutlaka kavuşmuştur. Sağlıcakla kalın.” dedi ve oradan ayrıldı. Tam yolun köşesinden döndü ve André ile karşılaştı. André ona “Hait! Babam senle tanışmak istiyor. Çabuk benimle gel!” dedi heyecanla. Hait ise “Kalp kalbe karşıymış, ben de seni görmek istiyordum. Haydi gidelim o zaman.” dedi ve köşke kadar yürüdüler. Köşk banliyönün biraz dışındaydı ve ağaçlık bir alanın içindeydi. Pahalı bir ahşaptan yapılmıştı. Bahçede renk renk çiçekler vardı. Hait, André ile kapıyı tıklattı ve kapı açılınca eşikte dük belirdi. Şişman, sakalsız ve kel bir adam vardı karşısında Hait’ın. Hait gülümseyerek “Merhabalar!” dedi. Dük kasıntı bir tonlamayla “Buyurun sizi yukarı karın terasında misafir etmek isterim.” dedi. André ve Hait yukarıya çıktılar. Dük ise elinde bir şerbetle yanlarına geldi. Balkondaki iskemlelere oturdular ve konuşmaya başladılar. Dük söze girdi “Seni dün görmedim ama bütün ahali senden bahsediyor. Yolcu falan dediler senin hakkında. Öğretmenmişsin Avusturya’da. Anlat bakalım senin hikayeni senden dinleyelim.” dedi. Hait “Efendim ben Avusturya da bir süre hamallık yaptım ardından okuyup öğretmen oldum. Ailemiz Avusturya’nın sayılı ailelerindendi ancak ben babamın işini devralmak istemedim ve öğretmenlik yaptım, şu an buradayım. Tatil için buraya geldim” “Kaç yaşındasın ve elin neden böyle?” dedi dük. Kaba buldu Hait bunu, istemsiz bir cevap verdi “Hamalken oldu. Detayları çok hatırlamıyorum, o an kan kaybından bayılmışım. Yaşım yirmi yedi. Daha bu ay bitti.” Dük kafa sallayıp devam etti “Dün oğlumla konuşmuşsun. Bana her şeyi anlattı. Senden tek bir ricam var. Burada kalıp oğluma arkadaşlık etmen. Bütün masraflarını karşılayacağım ama yeter ki burada kal.” Hait tebessüm ederek “Efendim bir süre daha buradayım. Ama sonrasını ben de bilmiyorum.” Dük “Anlıyorum, ailen ya da karın var mı?” dedi. Hait “Ailem Avusturya’da, babamı geçen ay kaybettim. Annem de büyük kız kardeşimle yaşıyor. Eşim yok. Yalnızım.” dedi. Hait o an dehşete düştü, bacakları titriyordu. Yalanlarına inanmaya başlamıştı. ‘Düşünce suçu mu işliyorum acaba?’ diye düşündü. Sonra kendini toparladı. O sırada André ilk defa söze girdi “Hait’ın tek dostu tanrıdır baba. Beni dün gece onun kulu yaptı. Olan borcumu ödemeye kalkma çünkü o paha biçilmez birisi.” dedi. Dük “Onu anlıyorum, zeki biri olduğu çok belli, kasabamızı şereflendirdi.” dedi Hait ise “Teveccühünüz efendim, ama inanın ben sadece faniyim. Beni yükseklerde görmeyiniz.” dedi. Dük onun bu mütevazı tavrından hoşnut olmuştu ve omuzuna vurdu. Sonra dedi ki André’ye “Baksana, hiç senin gibi mi? Burnu Kaf dağında değil en azından!” dedi. André ise “Ben eski ben değilim baba. Size layık bir evlat olacağım bundan sonra.” dedi. Güneş artık batmak üzereydi. Hait “Ben müsaadenizi isteyeyim. Bay Anton ve Bayan Charlotte beni yemeğe beklerler. Teşekkür ederim şerbet güzeldi.” dedi. Dük “Selam söyle, Anton’un da bana borcu falan yok artık ona bildir. O seni evine alarak bana en büyük iyiliği yaptı. Bunları anlat ona.” dedi. Hait “Bağış üstüne!” dedi ve André ile sarıldıktan sonra oradan ayrıldı. Eve vardığında Güneş batmıştı. Ay artık yüzünü gösteriyordu. Yemeğe oturdular, Anton kentten dönmüştü. O kadar huzurluydu ki yüzü Anton’un. Sanki tüm bu keder ve gafleti arkasında bırakmış gibiydi. Herkes gününü anlattı masada. Sonra Hait günün yorgunluğu yola hemen sofaya uzandı ve uyuya kaldı. Hait sabah heyecanla uyandı. Bugün sınavının son günüydü. Sadece dikkatli olmak istiyordu. Charlotte’un leziz kahvaltısının kokuları geliyordu. Herkes belli ki mutfaktaydı. Hemen mutfağa gitti Hait ve yemeğini yedi. Sonra Marie’ye “Biraz konuşabilir miyiz?” dedi. Marie utangaçça kafa salladı. Yanakları kızarmıştı adeta. Sonra ikisi evden çıktılar. Çayıra doğru yürüyorlardı. Tam çayırın olduğu sokağa girdiklerinde karşıdan bir kervanın geldiğini gördüler. Kervandaki yüzüne kir ve pas bulaşmış, saçı sakalı karışmış ve kirli, orta yaşlı, gözleri kurbağaları andıran ve üstü yırtık pırtık bir kervancıydı. Adam Marie’yi görünce aniden durdu ve kervandan indi. Sonra Marie’ye yaklaştı. O yaklaştıkça Marie geriye gidiyordu. Belli ki korkmuştu. Hait hala durumu anlamaya çalışıyordu adam bir süre sonra durdu ve elini tokat atmak üzere kaldırıp Marie’nin üstüne yürüdü. Sadece şunu dedi “Artık uğramıyorsun bize. Beğenmedim mi yoksa beni? Bak babanı tanıyorum. Seni yakarım! Ya benimle ilişkiye girersin ya da sonun kötü olur!” Hait adamın önüne atladı “Sen kimsin!” dedi. Kervancı “ Sana ne bundan! Hem parasıyla değil mi? Sana ne o zaman!” dedi. Hait, “O benim sevgilim sakın ola onunla böyle konuşma!” dedi. Kervancı dişlerini göstererek ve çenesini sıkarak “Sen nasıl erkeksin ha? Utanmıyor musun sevgilin başka kasabalarda sürtüyor! Bana adamlık öğretemez-” dedi ve Hait o sırada adamın yüze bir yumruk attı. Dişlerinden biri kırılmıştı ve ağzı kanıyordu. Sonra Hait adamın kafasını tekmelemeye başladı. O sırada kendini kaybetmişti. Umurunda değildi lanet veya bir başka şey. Sadece ‘Bu parazit yaşamayı hak etmiyor’ diyordu içinden. Marie onu uzaklaştırmak için önüne atladı. Hait’ı o halde gördükçe hem kendinden utanıyor hem de korkuyordu. Adam artık bayılmıştı ve her yeri kanlar içinde kalmıştı. Hait’ın o an gözleri parıldadı. Marie’ye “Bekle de onu kervanına koyayım, aşağılık adam!” dedi. Aklında bambaşka bir şey vardı. Gözleri nefretle parıldıyordu. Onu tam kervana yerleştirdiğinde cebinden bıçağını çıkardı ve adamın kalbine doğru bir hamle yapmaya kalkmışken Marie onu tüm gücüyle kenara çekti. Hait o an nefretini unuttu ve Marie’ye baktı. Yere düşmüştü ve zayıf bedeni titriyordu. Aklına abisinin bu şekilde öldürüldüğü gelmişti, anne babası konuşurken duymuştu bunu ama ona hep bir kervan kazasından bahsedilmişti. Hait bıçağı fırlattı ve Marie’yi kucağına aldı. Onu çayırdaki bir ağacın dibine götürdü ve yavaşça bıraktı. Sakinleşmesi için ona su vermeliydi ama yanında su yoktu. Hemen kervana doğru koştu ve oradan bir su alıp Marie’ye içirdi. Marie’nin sinirleri gevşemişti, zor duruyordu. Daha sonrasında bayıldı. Hait onu düzgünce kaldırdı ve yanına oturup Marie’nin başını kendi omzuna koydu. Bir süre sonra Marie uyandı. Halinden iyi olduğu belliydi ama hala şoku atlatamamıştı. Hait ona “Özür dilerim, sadece o adamın sana böyle demesini kaldıramadım.” O sırada Marie’nin gözleri doldu ve Hait’a alçak bir sesle “Adamın dediği her şey doğru, ben bir hayat kadınıyım. Niye kurtardın beni! Neden, neden, neden... Yaşamayı hak etmiyorum ben! Bedenimi satıyorum! Bıraksaydın da öldürseydi beni! Çünkü yaşamak cehennemden bile ağır geliyor artık...” dedi. Hait ona sarıldı ve onun kokusunu ciğerlerine çekti. Bir yandan da Marie’nin başını okşuyordu. “Bak Marie, tek kelime daha etme sakın. Sadece beni dinle. Sen onurlu ve iffetli bir kızsın ve seni hayatım boyunca koruyacağıma yemin ederim. Sadece beni dinle. Bu hayatın tek bir anlamı var: aşk. Aşk ruhu arttırmaktır ve en büyük günah ruhunu satmaktır. Şeytana, insanlara veya başkalarına... Sen bunu yapmayacaksın, biliyorum. Ve hep beraber yaşayacağız. Sen ve ben, her şeyin karşısında... Sonsuzluk denizinde yıkanacağız ve cennetin meyvelerini tadacağız. Şu an aklından ne geçtiği biliyorum, evet seni cennette bekliyor olacağım.” dedi o sırada Hait göğe yükseldi. Bedeninden ışıklar çıkıyordu ve kolları göğe doğru açılmıştı. Marie her şeyi unutup dehşetle ona baktı. Korkmuştu, o sırada bayıldı. Daha sonrasına Hait ellerini başının üstünde birleştirdi ve titremeye başladı. Birden bir ışık patlamasıyla devasa bir göze dönüştü. Işık saçan bir göze. Kafasından iki tane boynuz uzandı göğe doğru ve o Marie’nin bedenini izlerken gözünden yıldızlar akmaya başladı. Gündüz vakti bütün göğü yıldızlar donatmıştı. Bütün kasaba ahalisi evlerinden çıkmış ve “Kıyamet kopuyor!” diye çığlık çığlığa koşuşturuyorlardı. Kimileri kiliseye sığınmıştı, kimileri ise papazın evine. O sırada Hait birden yok oldu. Cennette uyandığında başında siyah bir yumru vardı. Evet, bugün hala Audierne’de yıldızlar çok belirgin ve fazladır. Kim bilir? Belki oraya gittiğinizde gönül gözüyle gündüzleri bile yıldızları izleyebilirsiniz.