Cennetten Düşen Melek
- Mert Ali Aytaç
- 16 Eyl
- 17 dakikada okunur
Arafta kaldım. Evet, şu an okuduğunuz bu yazı, arafta kalan birinin seyahatlerinden sadece birine ait. Biz arafta kalanlar, cehennemdekilerin aksine tüm manevi boyut ve alemlere seyahat edebiliriz. Cennettekiler de bu hakka sahiptir ama onlar genelde oranın tutku ve ruhani doyumuna kapılıp oradan çıkmazlar. Ben bunu ölmek üzere olan bir yazara fısıldadım. Şu an o yazarın ağızından okuyacaksanız tüm bunları. Şunu da söyleyeyim. Hani rüyanızda sevdiklerinizi, tanıdıklarınızı görürsünüz ya, tüm o gördüğünüz kişiler aslında arafta kalanlar, sadece sizin sevdiklerinizin kisvesine bürünüp sizi rüyalarınızda eğlendiriyorlar. Üstüne üstlük bundan da zevk alıyorlar. Bazıları bunu tanrının ilhamıyla yapıyor ve size bazı ipuçları veriyor, bazılarıysa muzipliğine yapıyor bunu. Bunu da bir düşünün derim, bu öyküleri kendimi anlatmak için yazmadığımdan nasıl arafta kaldığımdan bahsetmeyeceğim, sadece benim manevi alemlerde yaşadığım anıları okuyacaksınız. Size tek önerim bunları dikkatle okumanız olur.
Tanrı alemi yedi kat yaptı ve bu yedi katın üstünde, tüm bu mekân, boyut ve zamandan bağımsız şekilde evreni yönetmeye başladı. Başladı demek de yanlış olur, o hem ezeli hem ebedidir. Tanrı; yaratmayı, yarattığı alemin özüne yerleştirdi. Her şey onun aşkınlığına bağımlı olarak var oldu. Tanrı evreni yedi kat yaptı demiştik. İlk kata dört boyut yerleştirdi. Uzunluk, genişlik, derinlik ve zaman. Bu yüzden insanoğulları zamana bağımlı yaratıldılar. Sen nasıl yaratıldıysan zaman da öyle yaratıldı, zamanın nasıl var olduğunun sırrını bilmiyorsun sadece, kendinin nasıl yaratıldığını da bildiğini sanıyorsun. Tüm bu sanıları tanrı sana bağışladı ve senden doğaya bakmanı istedi. Sonra tanrı, altı boyut daha kattı ve alemi on boyutlu yaptı. Üst boyutlarda da birçok canlı var etti. Onlar sana etki edebilirken sen onlara etki edemezsin. İşte böyle var oldu insan, aşağıların en aşağısında; yücelerin en yücesinin rahmetiyle. Bunları anlattım çünkü cennet, cehennem ve arafın nerede olduğunu anlaman gerek. Bu üç yer de tanrı katındadır. Ruhlar ister bedene bürünüp burada sefa sürüp acı çeker, ister ruhlarıyla. Ruh olarak yaşayıp bedenin parmaklıklarından kurtulmak o kadar güzeldir ki çoğu fani bunu seçer.
Alemde bir yerlerde sürekli yeni ruhlar sınav olur ve sınavı biten ruhlar bu üç yerden birine giderler. Biz araftakiler azap çekmeyiz ama ödül nedir onu da bilmeyiz. Burası sadece karanlık ve soğuktur ne ısı vardır ne de ışık. Cennet ve cehennem kendi içinde azap veya mükafat bölümlerine ayrılır, bu bölümler boyutlardan aşkındır. Arafta ise tek bölüm vardır. Araftakiler yeniden sınava sokulacaklarını bilirler ve o zamana kadar burada beklerler ama araftaki ruhların çoğu bu beklemekten elbet sıkılır ve manevi alemleri gezerler. Ben de cenneti, cehennemi ve alemleri gezdim ama beni en çok anlatacağım hadise etkiledi.
Cehennemde bir şeytan doğdu. Bu şeytan başiblisin oğlu Geburgen Hait idi. Şeytanlar gariptir. Tanrıyı bilirler ve cennetten yararlanmamayı kabul ederler ama yine de ruhların çektiği azap onlara zevk verir. Ne kadar acınası! Tanrı onları insanları sınav etmek için yaratmıştır. Onlar ruh değildir, ruha benzer yaratıklardır. Bedene bürünmüşlerdir ve ödül veya ceza almazlar. Tanrı onları imtihan vesilesi kılmıştır. Bedenleri insana benzer, tenleri kırmızı renklidir, karın bölgelerinin içinde iki ayak daha vardır. Elleri ve ayakları perdelidir ve manevi bir uçma özüyle doludur. Altışar parmakları ve yüzlerinde çember şeklinde altı gözleri, bunların ortasında ağızları vardır. Çenelerinden iki tane boynuz uzanır. Burunları yoktur ve kulakları küçüktür. Bir de kuyrukları vardır. Ne kadar mahluku kötüye yöneltirlerse bu kuyruk o denli uzar. İşte Geburgen Hait da bu şeytanlardan biriydi. Tanrıya asi çıktı ve tanrı ona melek olmayı teklif etmesine rağmen yanaşmadı. Oysaki iyiliğe de hizmet edebilirdi. Ömrünün ortalarına yaklaştığında, evet şeytanlar da ölebilir, cenneti merak etti ve pişman oldu. Tanrıya babası aracılığıyla bunu iletti ve tüm şeytanlar tarafından dışlandı. Uzun bir süre tanrıdan cevap bekledi ve kızgın babası ona tanrının dediklerini anlattı. Babasının altı gözü birden seğiriyordu, belli ki çok sinirlenmişti. “Oğlum, iki seçeneğin var; ya bir uzvunu cehenneme bağışlarsın ve yumrun olur ya da yumrun olmaz ama sağlam bir melek olursun, gel babacığını dinle; senin için kötü olacak bir şeyi yapma.” Dedi ve altı gözünden birden yaşlar akmaya başladı. Cehennemde bir süre yağmurlar yağdı ve ateş daha çok harlandı. Hait vazgeçmemekte kararlıydı, “Hayır baba, ben tanrının yolunda feda olacağım.” Dedi ve düşünmeye başladı. Yumru melekler için çok önemliydi, hiç melek görmemişti ama bu yumru sayesinde meleklerin kademelendirildiğini ve önemli işler yaptıklarını biliyordu. Yumrusuz meleklerin cehennemden gelen şeytanlar olduğu anlaşılıyor ve dışlanıyordu, birkaç arkadaşına böyle olduğunu duymuştu annesinden. O bir uzvunu bağışlamayı seçti ama bir sorun vardı. Eğer yeterince değer vermediği bir uzvunu bağışlarsa tanrı onu reddedebilirdi ve bu sebeple uzuvsuz kaldığı için diğer şeytanlar tarafından da daha fazla dışlanırdı. Düşündü ve içinden insan olmayı geçirdi sadece. Böyle bir olasılığın olmadığını hatırlayınca bir hışımla azap çeken ruhlardan birinin yanına koştu.
Ruh, kapsülünün içinde çığlık atıyordu. Bir süre onu izledikten sonra “Sefil insan, iyi olmayı bile beceremedin!” Dedi ve kapsülün kapağını açıp düşündü: Kafasını sokmak istemedi, en iyisinin sol eli olduğunu düşündü ve sol elini aniden kapsüle soktu. Acıyla geri atıldı ve bir anda bayıldı. Gözünü açtığında çevresinde daha önce hiç görmediği türden ışıkların gözüne hücum ettiğini fark etti. Ayağa kalktı ve eline baktı endişeyle onun cehennemden geldiğini anlayacaklarını düşündü. Tam o sırada eski şeytan arkadaşını tanıdı, sırtında bir doğum lekesi vardı arkadaşının. Hemen yanına koştu ve “Saar!” diye bağırdı. Saar, döndü ve Hait’a baktı, onu tanımamıştı anlaşılan, şöyle dedi Saar “İşim var görmüyor musun, hem kimsin sen?” Hait önce Saar’a baktı ve Saar’ın dokuz gözü olduğunu fark edince afalladı, hemen yüzüne dokundu ve üç tane alt alta sıralanmış üçer gözü olduğunu fark etti. Ağzı çenesinin hemen üstündeydi ve kulakları çenesinden kafasının tepesindeki yumruya kadar varıyordu. Hemen kekeleyerek “Ben Hait,” demeye kalmadan Saar ona sarıldı ve “Nerelerdeydin kardeşim?” dedi samimi bir sevgiyle. Tam o sırada Hait’in dikkatini Saar’ın yumrusu çekti, açık kırmızıydı. Demek ki, diye düşündü, yumru kırmızılaştıkça mertebe artıyor. Babasından da baş meleğin yumrusunun siyah olduğunu duymuştu. En koyu kırmızı siyah olduğuna göre doğruydu! O an “Ben de yükseleceğim, atalarımın özüne sadık kalmayacağım!” dedi içinden ve o sırada sarılmayı bıraktılar. Hait hemen hatırladı ve Saar’ın yakasına yapıştı “Sol elimi görüyor musun!” diye bağırdı. Saar, “Ne var ki sol elinde?” dedi. O sırada sadece kendinin onun eksikliğini hissedeceğini anladı, aynı yalnız insanların yalnızlığını sadece kendilerinin hissetmesi gibi.
“Bir şey yok?” dedi kekeleyerek bir adım geriye attı. O sırada Saar’ın dikkatini Hait’ın göğsündeki mühür çekti. Saar, onu bir mürekkep lekesine benzetmişti. Hait’a “Doğum leken olduğunu bilmiyordum, baksana, ne kadar ortak yönümüz var.” Dedi ve eliyle lekeyi işaret etti. Hait ona bakınca mührü anladı. Mühürde çift boynuzlu bir gözün içinden yıldızlar damlıyordu sanki ama o da anlam veremedi. Şok olmuştu. “E-evet” dedi sadece. Ardından Saar, “Şimdi işim var, mükafat dağıtımı bitince cennetin en alt katında buluşalım, olur mu?” dedi. Hait sadece kafa sallamakla yetindi. O sırada arkasını döndüğünde başmelek ona bakıyordu. Siyah yumrusu göz alıcıydı, sanki pırlantalarla süslenmişti. Başmelek hemen söze girdi ve fısıltıyla “Cehennemden geldiğini biliyorum, merak etme, sen söylemediğin sürece bunu buradaki kimse bilmeyecek.” Dedi, o sırada Hait’ın kalbi ferahlamıştı. Derin bir nefes aldı. Melek, sözüne devam etti “İlk görevin Dünya’daki bir kızı bir kazadan kurtarmak, unutma, bu kız cehenneme gidecek, sakın ola onla iletişim kurmuyorsun, anlaştık mı?” Hait kafa salladı ve dünyaya gitmek üzere yola koyuldu. İlk görevi olmaıs sebebiyle çok heyecanlıydı, hata yapma korkusu beyninin bir kenarında öylece duruyordu. Alemlerin içinden geçerken huşuya kapıldı ve gülümseyerek galaksilerin içinden hızla geçti.
Hait Dünya’ya vardığında yıl 1761’di. Fransa diye bir yerin kuzeybatısındaki bir banliyöye gideceğini biliyordu sadece. Diğer dünya meleklerinden yardım aldı ve sonunda, sora sora da olsa, Audierne’i buldu. Hemen inişe geçti, içinde bir tedirginlik vardı. İnsanların onu gördüğünden şüphelenir gibi oluyordu. Kaza anına on Dünya dakikası kalmıştı. Hemen kazanın olacağı caddeye indi ve karşıdan gelen kızı gördü. Aynı başmeleğin ona tarif ettiği gibiydi. Kızıl saçları beline kadar uzanıyor ve mavi gözleri bir okyanusu andırıyordu. Cılız bir kızdı, yirmilerinde olduğu her halinden belliydi. Hait onu görünce büyülendi, ne de olsa erkek bir melekti. Tam kız ilk adımını yola attığında Hait hışımla fırladı ve onu son hızda gelen at arabasının önünden aldı. Beraber yere düştüler. Kız ne olduğunu anlamadı. Kafasındaki geniş, sedir şapka yere düşmüştü. Üzerindeki uzun mavi-beyaz elbiseyse oldukça kırışmıştı. Kız hemen ayağa kalktı ve dehşetle çevresine bakındı. Daha sonra banliyönün kıyısında ailesiyle yaşadığı köy evine doğru koşmaya başladı. Aslında Hait’ın görevi bitmişti, cennete dönebilirdi ama o da hızla kızın peşine takıldı.
Kız eve vardığında korkuyla kapı tokmağını vurmaya başladı. Tahta kapı çatırdayacaktı neredeyse. Hemen çıkan annesi “Marie, ne oldu!” diye şaşkınlık ve korkuyla kızına baktı. Marie “Anne…” diyebildi sadece, hıçkırıkla ağlıyordu. “Kızım!” dedi annesi, kızının kızıl saçlarını okşamaya başladı ve içeri aldı onu. Hait da onlarla içeri girdi. Annesi hemen koştu ve Marie’ye bir bardak su getirdi. Marie sakinleştikten sonra, “Anne, bana az kalsın ölen abim gibi at arabası çarpıyordu. Beni bir melek kurtarmış olmalı!” dedi. O sırada Hait dehşete düştü ve konuşmaları dinlemedi bile. Marie hava almak için dışarı çıktığında onun kulağına kendini kurtaranın bir melek olduğunu ve adının Hait olduğunu söyledi. Hait heyecanın verdiği hisle demişti bunu ancak Marie’nin bunu belleğine kazıyacağı aklına bile gelmemişti. Marie o sırada balıkçı olan babasının doldurduğu bir kova balığı eve götürüyordu. Bunları işitir işitmez yere düşürdü kovayı ve iskelede balık tutan babasının yanına koştu.
Hait kuralı çiğnemişti. Bunu istemeden yapmıştı belki ama kendinden ve meleklerden bir insana bahsetmişti. Bir anda yanına başmelek geldi ve hemen iniş yaptı, “Hait!” diye bağırdı başmelek. Hait o sırada her şeyin farkına vardı ve yere çöktü. Sağ eliyle yüzünü kapattı. Başmelek onu sol kolundan tutup kaldırdı ve sol elinin olmayışına bakıp onu küçümsedi. Yüzünü ekşitti ve “Kuralı çiğnedin!” diye bağırdı. Hait “Ö-özür dilerim.” Demekle yetindi ve Başmelek hemen onun lafını bölüp söze girdi: “Tanrı seni insan yapacak, üç gün, tek bir günah veya düşünce suçu işlemen halinde lanetlenmiş biri olarak doğacaksın.” Dedi. Bu Hait’ı oldukça korkuttu. Sadece şunu demekle yetindi: “Düşünce suçu da ne?” Başmelek cevapladı: “Aklından geçirip benimsediğin her kötü şey düşünce suçudur.” Dedi. Hait onu o sırada anlamadı ve aniden başmeleğin yumrusunu tutup sıkmasıyla bayıldı.
Gözünü açtığında çevresinde genç yaşlı bir sürü insan toplanmıştı. Gözlerini ona dikmiş bakıyorlardı. Kimisi ayaklarını havaya kaldırıyor kimisiyse ona bir tas içinde su uzatıyordu. Soluna baktığında olmayan elini ve deriden yapılmış, içinde kıyafetler bulunan çantayı gördü. Yerinden doğruldu ve oturur vaziyete geçti. Meraklı ve pos bıyıklı, otuzlarında ince suratlı bir adam gözlerini kırpıştırarak Hait’ın dibine girdi ve elindeki kitabı kenara bırakıp “Senin adın nedir yolcu?” diye sordu. Hait, sağ eliyle başını okşayıp “Hait” dedi ve o sırada dehşete düştü. Evet, o bir insan olmuştu. Hemen ayağa kalktı ve deniz kıyısına koştu. Koca bir güruh da kuyruk misali peşinden geldi. Sudaki yansımasına bakınca Hait, yuvarlak suratlı, kaba sakallı, dalgalı ve uzun saçlı ve görece yakışıklı bir adam gördü. Vücudu da fena değildi. Aklında bir tek Marie vardı o sırada bu yüzden bunları düşünmesi normaldi. Beyaz olan derisinin “insan rengi” olduğunu görmeyi garipsemişti. Meraklı adam Hait’ı dürttü ve “Ben bunca yıldır kitap okurum, hiç Hait diye bir isim duymadım, neredensin?” dedi. Hait hem adamın merakına sinirlenmişti hem de vereceği cevabı düşünüyordu. Bildiği halihazırda iki ülke vardı: Fransa ve Avusturya. O da Fransa dememek için keskin bir sesle “Avusturya” cevabını verdi. Kimileri şaşırmıştı. İlk defa bir Avusturyalı görüyorlardı. Hait utanarak ahaliye dönüp “Bana evini açabilecek temiz kalpli biri var mı?” dedi. O sırada Marie’nin annesi öne çıktı ve “Bizim evde kalabilirsin yolcu.” Dedi. Hait içten içe karnındaki kelebeklerle boğuşuyordu, bunu dışa yansıtmadı. Ufak bir tebessümle “Harikasınız, size minnetimden başka bir şeyi sunmuyorum.” Dedi. Heyecanını bastırıyordu. Hait çantasını aldı ve eve doğru yola koyuldular.
Eve geldiklerinde Hait kendini yatağa zor attı. Kalktığında yemek hazırdı ve Marie’nin annesi Charlotte onu yemeğe çağırıyordu. Yemeğe oturduklarında tek konu Hait idi. İlkten evin reisi, kaba sakalı ve saçı ağarmış, mavi gözlü, görece dağınık saçlı ve neşeli bir adam olan Anton söze girdi: “Söyle bakalım delikanlı, hangi rüzgâr attı seni bizim fakirhaneye?” Hait önce bir üstünü düzeltti, ardından boğazını temizledi ve “Avusturya’da bir süre öğretmenlik yaptım, aslına bakarsanız buraya tatil için geldim.” Dedi, yalan söylemişti. Bunun bir düşünce suçu olup olmadığını düşündü o an ve tedirgin oldu ama başka ne diyebilirdi ki? Sakinliğini korudu ve o sırada tüm bunlar aklından bir kayan yıldız gibi geçerken Charlotte söze girdi: “Hayret! ilk defa bizim banliyöye tatil için geleni gördüm.” Hait, bir şey diyemedi bilmiyorum dercesine yüzünde ufak bir tebessümle ellerini dudaklarını büzerek kafasının iki yanına götürdü. Masadaki herkes Marie dahil gülmeye başlamıştı. Belli ki şimdiden Hait’a bayağı ısınmışlardı. Sonra evin direği Anton merakla sordu Hait’a “Sol eline ne oldu? Ne zaman kaybettin? Merakımı maruz gör lütfen.” Hait söze girdi “Öğretmen olmadan önce hamallık yapıyordum, o zamandan kalma” dedi. Hait’ın içi rahattı, yalanlarını kötü niyetle söylemediğini biliyordu. Sonra Marie söze girdi: “Kaç yaşındaydınız acaba?” Hait cevapladı: “27 yaşındayım” Marie heyecanını gizleyemiyordu. Ellerini heyecanla bacaklarının üstüne koydu ve gülümsedi. Vücudunu o kadar küçültmüştü ki neredeyse masanın önünde kaybolacaktı. Hait heyecanını belli etmemeye çalıştı. Karnındaki kelebekler yalpalayarak bir oraya bir buraya çarpıveriyordu. Sonra yemeklerini bitirdiler ve Hait “Müsaadenizle dışarı çıkabilir miyim efendim?” dedi. “Tabii” dedi Anton ve Hait herkese tek tek reverans verip oradan ayrıldı.
Hait dışarı çıktığında güneş batmıştı ama kızıllığı mıh gibi duruyordu ufukta. Deniz kenarına gitti Hait ve birden bir ayak sesi işitti. Arkasından gelen o meraklı pos bıyıklı adamdı. Elinde de bir şişe kırmızı şarap vardı. İlk önce başını eğerek selam verdi ve “Müsaitseniz sizi tanımak isterim” dedi. Hait “Tabii buyurun” dedi. Adam oturdu ve “Merhaba ben André, siz de Heit olmalısınız” dedi. Hait, “Hait” diye düzeltti ve tebessüm etti. “İsterseniz şarap ikram edeyim” dedi André, “İçer misiniz?” diye de ekledi. Hait “İçerim, vücudumda dolaşanın kanımdan daha kırmızı olmasını isterim.” dedi ve André tebessüm ederek iki kadeh şarap doldurdu. Tokuşturdular kadehleri ve içmeye başladılar. André “Ben bir filozofum, babam da buranın dükü. Bazen bana ‘Aylak’ diyerek kızıyor. Buradaki insanlarda da aynı düşünce hâkim. Belki sen beni anlarsın, öğretmen olduğunuzu söylediniz sonuçta.” dedi. Hait ise “Para kazanmak önemli ama ruhunu kazanmak daha önemli. Ruhu hiçbir şey fethedemez, başka bir ruh ve felsefe hariç. Ben de severim felsefeyi. Kalbimi rahatlatır, ruhumu ferahlatır. Devam et derim ben. Bırakma sakın ola ruhuna tırmandığın halatları ve en tepede ışığın kapısını açacak o anahtarı” André’nin yüzüne bir tebessüm oturdu, ‘ilk defa benim gibi birisini buldum’ diye geçirdi içinden. André tanrıya inanmıyordu, bir de onu sorayım dedi ve “Tanrıya inanır mısın? İnan bana burada çok dışlandım inanmadığım için.” dedi. Hait bir yudum daha aldı ve söze girdi: “Tanrıya inanmamak benim şu an önümüzdeki güzel denize inanmamdan daha da gülünç. Evrenin sırlarının arasında kaybolmaya başladığında karışık kafa onu reddeder ama o sırları anlamamak üzere birleştiğiniz zaman anlayacaksınız tanrının senden ve benden daha gerçek ve hatta gerçekten öte olduğunu…” André biraz düşündü ve dedi ki “Peki ya Epikür’ün kötülük problemine ne dersin? Neden tanrı kötülüğü yarattı ki? Güzel bir yer değil burası…” Hait bekletmeden söze girdi “Tanrıyı anlamaya çalışma, onu anlatabilseydim ben tanrı, anlayabilseydin sen de tanrı olurdun. Biz aciz mahluklarız. Bunca yıldızın arasında onun en değerli armağanıyız. Bize bizi verdiğinde anlayacaksın onun kötülük taşımadığını ve iyilikten bile öte ve aşkın olduğunu. Ama o zaman anladığını sandığını fark edeceksin ve huşuyla bu denizin önünde huşuya kapılacaksın” André’nin gözleri doldu ve şaraptan bir yudum daha aldı. Sonra dedi ki “Tanrı beni affeder mi? Sana soruyorum Hait, cinnet geçirip babasını dövmüş birini affeder mi? İnsanların bile sevmediği birini sever mi tanrı? Ya da kendinden nefret eden birine merhamet gösterir mi?” Hait duraksadı ve kadehini yeniledi. O an dört gözle bekliyordu André onun cevabını. Hait bir süre duraksadı.
Hait dedi ki “Hiç âşık oldun mu?” André şaşkınlık içerisindeydi. Bir soruyla özellikle de böyle bir soruyla karşılaşmayı ummamıştı. Dedi ki “Evet, bir keresinde âşık olmuştum” Hait dedi ki “Âşık olan gözlerine mim çeker, lal eder kendini ve en sonunda kulaklarını keser. Duymaz, görmez ve konuşmaz. Benliğini bırakır karanlığın izinde ve ışığa açar bütün ruhunu. Bir urganla yaşar boynunda. Böyle biri affeder sevdiceğinin her yaptığını. Tanrı da ne laldir ne kördür ne de sağırdır. O tüm ışığın sahibi ve ruhunuzu aydınlatandır. O kadar yücedir ki bize aşkından nimetler verir, hem de her an. İşte bu yüzden tanrıya karşı olan umudunu kestiğinde acı kendine. Çünkü o seni terk etmedi, sana darılmadı da” André birden ayağa kalktı ve kumlardan oluşan kısa ve sarp yokuşu hızla indi. Ayağındakileri çıkardı ve beline kadar denize girdi, ellerini açtı göğe ve bağırdı “Tanrım, beni benden ayırma ve seni de benden. Beni cennetini en güzel köşesine koy!” O sırada Hait şaraptan yudumlarken düşünüyordu ‘Herkesin içinde bir yerde tanrı inancı, kimisi kendiyle olan bağını kestiğinde bulamıyor onu karanlıkta ancak bir ziya dahi aydınlattığında kalbinin her köşesini tanrının nurundan, anlıyor o zaman hayatı ve hayatın özündekini, sonuçta anladığını sanmak bile bazı şeyleri anlamak değil midir?’ diye düşündü ve geri dönerken gülümsedi André’ye. André “Sana minnettarım, şimdi babamın yanına gitmeliyim. Onun rızasını almadan gidemem bu diyardan!” dedi ve bir hışımla fırladı. Şarabı dahi bırakmıştı. O akşam Hait daha fazla içmedi. Kadehini bitirip şarap şişesinin André’nin oturduğu yere koydu ve eve gitti.
Kapıyı hafifçe tıklattı, çok narin bir şekilde ileri geri götürdü ellerini. Charlotte hemen koştu kapıya ve açtı. “Umarım rahatsız etmemişimdir.” dedi Hait güler bir yüzle. “Olur mu öyle şey? Gel içeri ama dikkat et çünkü Anton uyuyor. Biraz gergin olur uyandırılınca.” dedi Charlotte ve yavaş adımlarla içeri girdi Hait. Sonra alkolün verdiği rahatlamayla salondaki sofada uykuya daldı.
Sabah sekiz olmuştu. Hemen sofradan kalktı Hait ve etrafı topladı. Ardından odadan Marie’nin çıktığını gördü. Tüm güzellikler ve günün ışığı yüzüne vurmuş gibiydi. Beyaz teni gün ışığını yansıtmak için yaratılmıştı. Hait “Günaydın!” dedi tebessüm ederek Marie’ ye. Marie tiz sesi ve tüm utangaçlığıyla “Size de günaydınlar.” dedi. Sonra Anton geldi gerinerek ve Hait’a dönerek “Rahat uyuyabildin mi bari?” dedi. Hait evet dercesine kafa salladı. Sonra Charlotte mutfaktan yemekleri getirdi ve güzelce yediler. En son Anton “Ben bugün son balıkları tutayım da kent pazarına gideyim.” dedi. Sonra balık tutmak için kıyıya doğru elinde kovayla ve oltayla yürümeye başladı. Hait da ona hissettirmeden onunla kıyıya kadar peşinden geldi ve yavaş ve rahat bir tonlamayla “Efendim, size yardım edebilir miyim acaba?” Anton “Tabii gel otur, öğrenirsin belki bir şeyler!” dedi tebessümle. Hait “Tabii ki efendim, sizin gibi bir ustadan bir şeyler kapmamak mümkün mü?” dedi. Anton dedi ki “Tamam bırak iltifatı da yanıma otur. Ben balık tutarken insanlarla ve denizle dertleşmeyi severim.” dedi. Hait oturdu. Anton söze girdi “Marie’ye üzülüyorum Hait. Onu bu halde görmek istemiyorum. Yakındaki kasabalarda bir arkadaşım var ve bana Marie’nin hayat kadını olarak kasabalarda gezdiğini söyledi. Bize sevgilisinin ona yardım ettiğini söylüyor ama gerçeği bilmek... O yattığın sofayı da o aldı, yoksa nerede bizde o kadar para... Bunu kimseye anlatamıyorum kasabadan, burada her şey çok hızlı yayılır. Ama sen samimi bir çocuksun; okumuşsun, öğrenmişsin. Belki bana yardımcı olur-” Anton’un boğazı düğümlendi. Hait onun sırtını sıvazladı ve eğilip Anton’un dolan gözlerine baktı. Hait birden dedi ki “Efendim, şu balıklarda ahlak var mıdır?” Anton şaşırdı ve içinden ona kızıp bağırmak geldi ama hislerini şaşkınlığıyla dizginleyip “Yok onlarda, hepsi sadece çiftleşir ve ölürler.” dedi. Hait dedi ki “Biz insanlar onurumuz için yaşarız. Tanrının mahşerinde başımız dik yürümek için. Ama şunu unutmayın, Tanrı kötülükten uzak tutmak istemeseydi bizi neden bizim kıyafet giymemizi isterdi ki? Marie iffetli bir kız çünkü eğer bedenini satmakla iffetsiz olunsaydı, en büyük namussuz balıklar olurdu. Üstelik onlar bunu parasız yapıyor. Ama diyorsunuz değil mi ‘Onların aklı yok ki’ doğru ancak bizim bedenimizin de aklı yok. Ama ruhumuz o kadar derin ve bilinçli ki... Ruhunu satsaydı kızınız zengin bir adama, o zaman size sabır dilerdim ama kızınız ruhunu satmamış, bedenini satmış. Ve tüm bu kötülükler olmasaydı Tanrı inanın onu cezalandırmazdı. Çünkü zevk almıyor bu işten, eğer ki zevk alıyor olsaydı o zaman da ruhunu satmış olacaktı. Şimdi bakın şu engin denize, şu deniz anlar mı ne dediğimizden? Kusurlarımızdan ve günahlarımızdan... Bir gün bedenimiz ona karıştığında Tanrı bizim ruhumuza bakacak ve o gün inanın bana Marie’den çok Marie’ye ahlak taslayanlar yanacak sonsuz ateşte. Her işimize ruhumuzu katarız ve ruhun katılmadığı işlerde günah yoktur. Mecburen yapmış Marie bunları. Belli ki zevk de almamış bundan. Onu yargılamayın rica ediyorum. Kendinizi de üzmeyin. Sadece bu dünyada üzülün, ruhunu satanlara. Şeytandan emir alanlara. Onlar için dua edin tanrıya, Marie için değil.” Anton’un gözleri çeşme misali açılmıştı. Ses çıkmasın diye ağzını kapatarak ağlıyordu. Hıçkırıkları derindendi. Sonra yaşlı bedenini toparladı ve “Haklısın, onu dövecektim bu gece. Ama sen doğruyu söyledin Hait. Günahlarımızdan dönmek daha önemli ve ruhumuza sahip çıkmak. Seni izleyeceğim genç adam ve Marie’yi bu bataktan kurtarmak için daha fazla balık tutacağım!” Hait hafif bir gülümsemeyle “Üzülmeyin efendim, hayat üzülmek adına çok kısa.” dedi ve ayağa kalktı. “Ben artık gideyim, André ile konuşmam lazım” dedi. Anton gözünden yaşlar boşalırken “Dikkatli ol, o biraz çatlaktır. Delirtmesin seni de!” dedi ve kıkırdadı. Hait ekledi “Efendim, bu dünyada akıllı kalabilen ruhsuzdur ve deliren ruhuna mutlaka kavuşmuştur. Sağlıcakla kalın.” dedi ve oradan ayrıldı.
Tam yolun köşesinden döndü ve André ile karşılaştı. André ona “Hait! Babam senle tanışmak istiyor. Çabuk benimle gel!” dedi heyecanla. Hait ise “Kalp kalbe karşıymış, ben de seni görmek istiyordum. Haydi gidelim o zaman.” dedi ve köşke kadar yürüdüler. Köşk banliyönün biraz dışındaydı ve ağaçlık bir alanın içindeydi. Pahalı bir ahşaptan yapılmıştı. Bahçede renk renk çiçekler vardı. Hait, André ile kapıyı tıklattı ve kapı açılınca eşikte dük belirdi. Şişman, sakalsız ve kel bir adam vardı karşısında Hait’ın. Hait gülümseyerek “Merhabalar!” dedi. Dük kasıntı bir tonlamayla “Buyurun sizi yukarı karın terasında misafir etmek isterim.” dedi. André ve Hait yukarıya çıktılar. Dük ise elinde bir şerbetle yanlarına geldi. Balkondaki iskemlelere oturdular ve konuşmaya başladılar. Dük söze girdi “Seni dün görmedim ama bütün ahali senden bahsediyor. Yolcu falan dediler senin hakkında. Öğretmenmişsin Avusturya’da. Anlat bakalım senin hikayeni senden dinleyelim.” dedi. Hait “Efendim ben Avusturya da bir süre hamallık yaptım ardından okuyup öğretmen oldum. Ailemiz Avusturya’nın sayılı ailelerindendi ancak ben babamın işini devralmak istemedim ve öğretmenlik yaptım, şu an buradayım. Tatil için buraya geldim” “Kaç yaşındasın ve elin neden böyle?” dedi dük. Kaba buldu Hait bunu, istemsiz bir cevap verdi “Hamalken oldu. Detayları çok hatırlamıyorum, o an kan kaybından bayılmışım. Yaşım yirmi yedi. Daha bu ay bitti.” Dük kafa sallayıp devam etti “Dün oğlumla konuşmuşsun. Bana her şeyi anlattı. Senden tek bir ricam var. Burada kalıp oğluma arkadaşlık etmen. Bütün masraflarını karşılayacağım ama yeter ki burada kal.” Hait tebessüm ederek “Efendim bir süre daha buradayım. Ama sonrasını ben de bilmiyorum.” Dük “Anlıyorum, ailen ya da karın var mı?” dedi. Hait “Ailem Avusturya’da, babamı geçen ay kaybettim. Annem de büyük kız kardeşimle yaşıyor. Eşim yok. Yalnızım.” dedi.
Hait o an dehşete düştü, bacakları titriyordu. Yalanlarına inanmaya başlamıştı. ‘Düşünce suçu mu işliyorum acaba?’ diye düşündü. Sonra kendini toparladı. O sırada André ilk defa söze girdi “Hait’ın tek dostu tanrıdır baba. Beni dün gece onun kulu yaptı. Olan borcumu ödemeye kalkma çünkü o paha biçilmez birisi.” dedi. Dük “Onu anlıyorum, zeki biri olduğu çok belli, kasabamızı şereflendirdi.” dedi Hait ise “Teveccühünüz efendim, ama inanın ben sadece faniyim. Beni yükseklerde görmeyiniz.” dedi. Dük onun bu mütevazı tavrından hoşnut olmuştu ve omuzuna vurdu. Sonra dedi ki André’ye “Baksana, hiç senin gibi mi? Burnu Kaf dağında değil en azından!” dedi. André ise “Ben eski ben değilim baba. Size layık bir evlat olacağım bundan sonra.” dedi. Güneş artık batmak üzereydi. Hait “Ben müsaadenizi isteyeyim. Bay Anton ve Bayan Charlotte beni yemeğe beklerler. Teşekkür ederim şerbet güzeldi.” dedi. Dük “Selam söyle, Anton’un da bana borcu falan yok artık ona bildir. O seni evine alarak bana en büyük iyiliği yaptı. Bunları anlat ona.” dedi. Hait “Bağış üstüne!” dedi ve André ile sarıldıktan sonra oradan ayrıldı.
Eve vardığında Güneş batmıştı. Ay artık yüzünü gösteriyordu. Yemeğe oturdular, Anton kentten dönmüştü. O kadar huzurluydu ki yüzü Anton’un. Sanki tüm bu keder ve gafleti arkasında bırakmış gibiydi. Herkes gününü anlattı masada. Sonra Hait günün yorgunluğu yola hemen sofaya uzandı ve uyuya kaldı.
Hait sabah heyecanla uyandı. Bugün sınavının son günüydü. Sadece dikkatli olmak istiyordu. Charlotte’un leziz kahvaltısının kokuları geliyordu. Herkes belli ki mutfaktaydı. Hemen mutfağa gitti Hait ve yemeğini yedi. Sonra Marie’ye “Biraz konuşabilir miyiz?” dedi. Marie utangaçça kafa salladı. Yanakları kızarmıştı adeta. Sonra ikisi evden çıktılar. Çayıra doğru yürüyorlardı. Tam çayırın olduğu sokağa girdiklerinde karşıdan bir kervanın geldiğini gördüler. Kervandaki yüzüne kir ve pas bulaşmış, saçı sakalı karışmış ve kirli, orta yaşlı, gözleri kurbağaları andıran ve üstü yırtık pırtık bir kervancıydı. Adam Marie’yi görünce aniden durdu ve kervandan indi. Sonra Marie’ye yaklaştı. O yaklaştıkça Marie geriye gidiyordu. Belli ki korkmuştu. Hait hala durumu anlamaya çalışıyordu adam bir süre sonra durdu ve elini tokat atmak üzere kaldırıp Marie’nin üstüne yürüdü. Sadece şunu dedi “Artık uğramıyorsun bize. Beğenmedim mi yoksa beni? Bak babanı tanıyorum. Seni yakarım! Ya benimle ilişkiye girersin ya da sonun kötü olur!” Hait adamın önüne atladı “Sen kimsin!” dedi. Kervancı “ Sana ne bundan! Hem parasıyla değil mi? Sana ne o zaman!” dedi. Hait, “O benim sevgilim sakın ola onunla böyle konuşma!” dedi. Kervancı dişlerini göstererek ve çenesini sıkarak “Sen nasıl erkeksin ha? Utanmıyor musun sevgilin başka kasabalarda sürtüyor! Bana adamlık öğretemez-” dedi ve Hait o sırada adamın yüze bir yumruk attı. Dişlerinden biri kırılmıştı ve ağzı kanıyordu. Sonra Hait adamın kafasını tekmelemeye başladı. O sırada kendini kaybetmişti. Umurunda değildi lanet veya bir başka şey. Sadece ‘Bu parazit yaşamayı hak etmiyor’ diyordu içinden. Marie onu uzaklaştırmak için önüne atladı. Hait’ı o halde gördükçe hem kendinden utanıyor hem de korkuyordu. Adam artık bayılmıştı ve her yeri kanlar içinde kalmıştı. Hait’ın o an gözleri parıldadı. Marie’ye “Bekle de onu kervanına koyayım, aşağılık adam!” dedi. Aklında bambaşka bir şey vardı. Gözleri nefretle parıldıyordu. Onu tam kervana yerleştirdiğinde cebinden bıçağını çıkardı ve adamın kalbine doğru bir hamle yapmaya kalkmışken Marie onu tüm gücüyle kenara çekti. Hait o an nefretini unuttu ve Marie’ye baktı. Yere düşmüştü ve zayıf bedeni titriyordu. Aklına abisinin bu şekilde öldürüldüğü gelmişti, anne babası konuşurken duymuştu bunu ama ona hep bir kervan kazasından bahsedilmişti. Hait bıçağı fırlattı ve Marie’yi kucağına aldı. Onu çayırdaki bir ağacın dibine götürdü ve yavaşça bıraktı. Sakinleşmesi için ona su vermeliydi ama yanında su yoktu. Hemen kervana doğru koştu ve oradan bir su alıp Marie’ye içirdi. Marie’nin sinirleri gevşemişti, zor duruyordu. Daha sonrasında bayıldı.
Hait onu düzgünce kaldırdı ve yanına oturup Marie’nin başını kendi omzuna koydu. Bir süre sonra Marie uyandı. Halinden iyi olduğu belliydi ama hala şoku atlatamamıştı. Hait ona “Özür dilerim, sadece o adamın sana böyle demesini kaldıramadım.” O sırada Marie’nin gözleri doldu ve Hait’a alçak bir sesle “Adamın dediği her şey doğru, ben bir hayat kadınıyım. Niye kurtardın beni! Neden, neden, neden... Yaşamayı hak etmiyorum ben! Bedenimi satıyorum! Bıraksaydın da öldürseydi beni! Çünkü yaşamak cehennemden bile ağır geliyor artık...” dedi. Hait ona sarıldı ve onun kokusunu ciğerlerine çekti. Bir yandan da Marie’nin başını okşuyordu. “Bak Marie, tek kelime daha etme sakın. Sadece beni dinle. Sen onurlu ve iffetli bir kızsın ve seni hayatım boyunca koruyacağıma yemin ederim. Sadece beni dinle. Bu hayatın tek bir anlamı var: aşk. Aşk ruhu arttırmaktır ve en büyük günah ruhunu satmaktır. Şeytana, insanlara veya başkalarına... Sen bunu yapmayacaksın, biliyorum. Ve hep beraber yaşayacağız. Sen ve ben, her şeyin karşısında... Sonsuzluk denizinde yıkanacağız ve cennetin meyvelerini tadacağız. Şu an aklından ne geçtiği biliyorum, evet seni cennette bekliyor olacağım.” dedi o sırada Hait göğe yükseldi. Bedeninden ışıklar çıkıyordu ve kolları göğe doğru açılmıştı. Marie her şeyi unutup dehşetle ona baktı. Korkmuştu, o sırada bayıldı. Daha sonrasına Hait ellerini başının üstünde birleştirdi ve titremeye başladı. Birden bir ışık patlamasıyla devasa bir göze dönüştü. Işık saçan bir göze. Kafasından iki tane boynuz uzandı göğe doğru ve o Marie’nin bedenini izlerken gözünden yıldızlar akmaya başladı. Gündüz vakti bütün göğü yıldızlar donatmıştı. Bütün kasaba ahalisi evlerinden çıkmış ve “Kıyamet kopuyor!” diye çığlık çığlığa koşuşturuyorlardı. Kimileri kiliseye sığınmıştı, kimileri ise papazın evine. O sırada Hait birden yok oldu. Cennette uyandığında başında siyah bir yumru vardı.
Evet, bugün hala Audierne’de yıldızlar çok belirgin ve fazladır. Kim bilir? Belki oraya gittiğinizde gönül gözüyle gündüzleri bile yıldızları izleyebilirsiniz.
Yorumlar