Alfred Delirmek Üzere
- Mert Ali Aytaç
- 16 Eyl
- 46 dakikada okunur
Alfred Schwanken bağırdı.
Oğlu Paul yüzü kıpkırmızı olan babasını sakinleştirmek için bir hayli çaba sarf ediyordu. Alfred, o huysuz ihtiyar imajıyla birlikte çok da sinirli bir adamdı. Öfkesi saman alevi gibiydi belki ama öfkeli olduğu anlarda da karşısındakine ateş kesilmekten, bağırıp çağırmaktan geri durmazdı. O anlarda kendini dizginleyemez, karşısındakine hayatı zindan ederdi. Bağırıp çağırıp sakinleştikten sonra da tıpış tıpış “mahkûm” ettiği insanların yanına gidip af dilerdi. Alfred, zekasıyla insanı hayrete düşüren bir adamdı, kumral saçları artık neredeyse üstü karla örtülmüş bir belde gibi bembeyaz olmuştu. Bilirsiniz, altmışlarının ortalarında bir adamın dinç olması, genellikle tanrı tarafından o kişiye bahşedilmiş bir lütuf olarak görülür. Bırakın dinç olmayı Alfred öylesine zindeydi ki gününün çoğunu yalnız başına bir parkta oturup kitap okuyarak ya da tiyatroya giderek geçirirdi. Onun kişiliğine dair en ilginç noktaysa onun komedi oyunlarında bile somurtmasıydı. Otuz yaşındaki oğlu Paul dahi babasının güldüğünü hiç görmemişti, yalnızca bir keresinde tebessüm ettiğini hayal meyal anımsamaktadır.
İşte böyle bir adamdı Alfred, her yerde rastlayabileceğiniz ancak hiçbir yerde rastlayamayacağınız bir adamdı. O gün yine ılık bir temmuz günüydü. Doktora gitmekten imtina eden Alfred, sırt ve karın ağrısının hat safhaya ulaşması ve bunun üzerine oğlu Paul’un ısrarlarıyla söylene söylene hastanenin yolunu tutmak zorunda kaldı. Paul, karısı ve iki çocuğuyla bir aile babasıydı. Karısı Claudia ve Paul sık sık Alfred’e acır ve her temmuz ailecek Alfred’in yanında giderlerdi. Her yaz olduğu gibi 1983 yazında da onu ziyaret etmeyi ihmal etmediler. Ne kadar Alfred’e karşı bir sevgi besleseler de Alfred’in sık sık gösterdiği sinirli yüzü onları sık sık hayattan soğutuyordu. İki hafta Alfred’in yanında kalıp dönmeyi planlıyorlardı. Alfred Almanya’nın şehre çok yakın mesafesinde bir kasabada geniş ve diğer evlere göre nispeten modern ve yeni bir evde yaşıyordu. Kimi kimsesi olmadığından evin büyük olması ona çok bir şey sağlamıyordu. Zaten evine sığamıyordu, sabahtan akşama kadar sokaklarda volta atıyordu.
Çok sevdiği parkı “Gençlik ve Nefes” parkına o sabah yanına bir kitap alarak gitmişti ki sırt ve karın bölgesindeki ağrının şiddetlenmesiyle eve döndü. Oğlu Paul, babasını o halde görünce bir ton laf işitmeyi göze alarak babasını apar topar hastaneye götürdü. Şehrin en iyi hastanelerinden birine gittiler. Çok sıra beklemeden doktorun odasına girdiler. Alfred tüm beyefendiliğiyle kasketini çıkarır gibi yapıp başını hafifçe eğerek doktora selam verdi ve yerine oturdu. Oğlu da aynı şekilde babasının oturmasını bekledi ve babası oturduktan sonra yavaşça diğer koltuğa geçti.
Doktor bekletmeden lafa girdi: “Hoş geldiniz, hasta kimdi acaba?” Alfred ciddi bir tavırla “Buyurunuz benim.” dedi. Doktor, Alfred’e hasta yatağını işaret ederek uzanmasını istedi. Alfred uzandı. Doktor bazı kontroller yaptı, çeşitli notlar aldı ve en son Paul’a bir liste uzattı ve: “Babanız bu iki kan tahlilini yaptırsın, zaten bunların sonuçlarının çıkması pek uzun sürmez. İsterseniz sizi bekleme odamızda misafir edelim.” dedi. Paul memnuniyetini gülümseyip kafa sallayarak belli etti. Doktorla el sıkıştıktan sonra kan tahlillerini yaptırdılar, oradan da bekleme odasına geçtiler. Alfred eline bir gazete aldı ve piposunu tüttürmeye başladı. Paul ise radyo dinlemeyi tercih ediyordu. Üç buçuk saatin sonunda tekrardan muayene odasına çağrıldılar ve yerlerine oturdular.
Doktor sonuçları Alfred'e söylemeden önce uzun uzun tüm tetkik verilerini inceledi, bazı notlar aldı. Sanki olmamasını istediği bir şeyi bulmaya çalışır gibiydi, avuç içleri terlemeye başlamıştı. Halihazırda çok genç olduğu yüzünden anlaşılıyordu. Temiz yüzlü ve sevecen bakışlı olan doktorun yüzü her geçen dakika soluklaşıyor ve dudakları kuruyordu. Dudaklarını nemlendirmek ve kuruluğu önlemek için dilini bir bukalemun gibi sürekli çıkarıp duruyordu. Dayanamadı ve sakinleşmek için biraz su içti. Yutkunmaları öyle derindendi ki kapının önünde sıra bekleyen hastalar bile sesi işitebiliyorlardı. Doktorun boğazını düğümleyen bir şey vardı. Israrla söylemekten kaçındığı bir şey... Alfred ne kadar huysuz ve memnuniyetsiz bir adam olsa da çok zeki olduğu aşikardı, buna binaen gözlem ve yorumlama yeteneği de çok kuvvetliydi. Hal böyle olunca doktorun şüpheli tavırları Alfred'in gözünden kaçmadı ve Alfred açık kahve tonlarındaki gözlerini ve bir kartalın kanatlarını andıran çatık kaşlarını doktora doğrulttu.
Doktor Alfred'in baskısı altında iyice terlemeye başladı. Doktordan herhangi bir cevap gelmeyince Alfred: "Sonuç nedir?" dedi tok ve kibar sesiyle. "Ş-ş-şey e-ef-efendim yani ş-şey bilirsiniz ya hani..." demekle yetindi doktor. Kekeliyordu. Eli titremeye başladığından el yazısı gittikçe daha kötü bir hal alıyordu. O sırada Paul devreye girdi: "Buyurun efendim sizi dinliyoruz." dedi heyecanını bastırmaya çalışan bir ses tonuyla. Belli ki doktor toyluğundan olsa gerek hastalarına kötü haber vermeye alışık değildi. Derin derin nefes alarak açıklama yapma kararı aldı. Boğazını temizledi ve titreyen elindeki kalemi bırakıp ellerini kavuşturarak lafa girdi: "Pankreas kanseri pankreasta tümör oluşumuyla ortaya çıkar. İlk evrelerinde ciddi seyretmez, tedavisi de kolaydır fakat son evrelerinde tablo daha ciddi bir hal alabiliyor. Hastalığın mizacı çok sinsidir, son evrelere kadar pek renk vermediğinden sık doktora gitmeyen biriyseniz farkına varmanız hiç kolay olmayacaktır. Son evrelerde ağrı sırt ve karın bölgesine vurmaya başlar. Bu semptom bize tümörün karaciğere yayılmaya başladığını gösterir. Yani Alfred Bey, ne yazık ki pankreas kanseriniz son evreye ulaşmış ve yalnızca beş ay ömrünüz kaldı." diyerek cümlesini bitirdi ve o anda Alfred bağırmaya başladı. Korkudan doktorun elindeki kahve kupası düştü.
Alfred hakaretvari biçimde doktoru yermeye başladı: "Alın işte, alın size doktor(!). Ne güzel değil mi insanlara yanlış teşhis koymak. Doktorum diye gezen de siz değil misiniz? Anne babana yazık, doktor oğlum var diye geziniyorlardır etrafta. Sen aynı okulu bir daha oku, belli ki derslerini asmışsın! Burası oyun parkı değil, bir hastane ve pankreas kanseri teşhisi koymak tahterevalliye binmeye benzemez! Beş ay ömrüm kalmışmış(!), çabuk beni başka bir doktora sevk et yoksa seni sağlık bakanlığına şikâyet ederim!"
Doktora ağzına geldiğine çıkışan Alfred'in hakaretlerinin altında kalan doktor cılız bir sesle masanın altından başını çıkararak: "P-peki efendim, ç-çok özür dilerim." diyebildi. Paul ise yüzü kıpkırmızı olan babasını sakinleştirmeye çalışıyordu fakat yüzünde mimik dahi oynamıyordu. Babasının mizacını bir hayli kanıksamış olacak ki sanki dişini fırçalıyormuşçasına sıradan bir şeymiş gibi babasına “Tamam baba, başka doktora gideceğiz, kendini üzme." diyordu. Yüz ifadesi babasından bıktığının en net deliliydi.
Hızını alamayan Alfred bu sefer oğluna fırça atmaya başladı: "Beni layık gördüğün şu doktorlara bak. Senin gözün yok mu? Bir dahakine beni böyle bir doktora götürürsen külahları değişiriz ha, ona göre!" dedi kızgın ses tonuyla. Paul, Alfred'in koluna girdi ve kapı ağzına kadar babasına eşlik etti. Daha sonra Paul, muayene odasından çıkarlarken doktora bir özür mahiyetinde dudaklarını büzüştürüp başını ve gövdesini eğerek elini kaldırdı. Daha sonra muayenenden çıktılar. Alfred seri bir şekilde piposunu çıkardı, bir kibrit yardımıyla yaktı ve tüttürmeye başladı. Yavaş yavaş yüzü normale dönüyordu. Paul’a döndü ve sert bir ses tonuyla: “Hadi sen karını ve çocuklarını yalnız bırakma ben akşam gelirim.”
Paul ise kafa sallamakla yetindi ve babasının yanından ayrıldı. Alfred hemen Gençlik ve Nefes Parkı’na gitmek üzere yola koyuldu ve on beş dakika sonra parka vardı. Saat öğleden sonra üç sularıydı. Parktaki favori kahvehanesi olan Caeles’e girdi ve “Her zamankinden ver.” dedi ve çikolatalı kahvesini alıp dükkândan çıktı. Bir çınar ağacının altındaki banka oturdu, bir kolunu bankın arkasına attı, kahvesini hemen yanına koydu, bacak bacak üstüne attı ve piposunu tüttürmeye başladı. Piposu koyu kahve renkteydi ve boynu düzdü. Üzerinde ufak işlemeler vardı.
Alfred uzunca bir süre eline bir kahveyi bir pipoyu alarak devam etti ve en son kahve bitince hazla dudaklarının üstündeki çok kalın ve gür olmayan bıyıklarına bulaşmış kahveyi yaladı ve yalnızca piposunu tüttürmeye başladı. Rüzgârın etkisiyle bir o yana bir bu yana savrulan ağaçları izliyordu. O an ölümü düşündü. Doktorun beş ay ömrü kaldığını söylediği an bozulmuş bir plak gibi kulağında inliyordu. İçini bir korku mu sarmıştı? Hayır. Alfred sıra dışı bir biçimde ölecek olmasını hiç umursamıyordu. Eski bir asker hiç ölümden korkar mıydı? O an Alfred uzun uzun hülyalara dalmaya başladı, aklına askerlik anıları geliyordu. Paltosunun iç cebinden çıkardığı -onun haricinde kimsenin haberdar olmadığı- askerlik günlüğünden rastgele bir sayfa açıp okumaya karar verdi.
Mainz-16.09.1937
“Bu günlüğüme yazdığım ilk yazı ve yemin ederim bunu benden başka kimse okumayacak.
Bugün günlerden pazartesi ve Mainz’de hava 73,5°F, havanın serinliği tenimi okşuyor. Bugün hayatımın en önemli kararlarından birini aldım, bu kararın arkasında geçmişin izleri var. Babam rüşvet suçuyla yargılanacağını anlayıp Amerika’ya kaçınca annem de mecburen onla gitti ve bana herhangi bir zarar dokunmasın diye beni amcamlara bıraktılar. Daha yalnızca altı yaşındaydım. Amcam Hans ve yengem Elena bana bakacakları için pek de mutlu olmadılar açıkçası. Amcam sert mizaçlı biriydi, onun güldüğünü görmek bir rüyadan ibaretti. Hala bile amcamın güldüğünü zihnimde tasavvur edemem, o sarkık yanakları ve gür siyah bıyıklarının gülünce nasıl bir hal alacağını hayal edemiyorum. Büyük ihtimalle amcama gülmek yakışmazdı o yüzden bunu dert etmeme de gerek yok. Yengem Elena ise tam bir koca karıydı, tek işi arkadaşlarına çay gününe gidip dedikodu yapmaktı. İşten yorgun dönen amcam bir kâse çorba istediğinde yengem onu bile amcama çok görür ve iki saat söylenirdi, işin en acınası kısmıysa amcamın iki saat laf işittikten sonra yine aç kalmasıydı. Kuzenim Marcus ise benden yalnızca iki yaş büyük. Ben onlara geldiğimde birinci sınıfa başlamak üzereydim, amcam beni Marcus’un ilkokuluna yazdırdı. Okul masrafları çoğalınca yengem amcama söylenmeye başladı. Sık sık kavga ettiklerini işitirdim. Yengem, sürekli amcama “Elin oğlunu evimize soktun, senin bir oğlun var ve oğlunun bir geleceği var. Sen sıradan bir fabrika işçisisin! Senin neyine yeğen bakmak… Tabii asıl doğru olanı ağabeyin yaptı, çalıp çırpıp parayı kazandı ve Amerika’ya kaçtı. Oğlunu da bakman için sana kakaladı! Biz de anca sürünelim!” diye saatlerce söylenirdi. Amcamsa haşin bir adam olmasına karşın bu tür konularda yengemle polemiğe girmezdi ve “Yapacak bir şey yok, Alfred bana abimin emaneti. Biraz kemer sıkacağız bundan sonra, dişimizden tırnağımızdan artıracağız. Onu yetimhaneye vermeye gönlüm elvermez.” diyerek lafını bitirdikten sonra tam yengem söze girecekken evden çıkıp giderdi. Yani mutlu bir evlilikleri yoktu. Bu durum ben ortaokula geçene kadar süregeldi.
Ortaokula geçeceğim sıralarda (herhalde on ya da on bir yaşındaydım) birçok kayıt masrafı çıktı. Tam o sıralarda amcamın çalıştığı cam fabrikasının iflası üzerine amcam işten çıkarıldı. Bu olayların üst üste gelmesinin ne doğuracağı açıktır. Tabii ki her zaman olduğu gibi yengem sürekli amcama karşı söylenmeye başlıyordu. Eskiden birkaç günde bir söylenirdi ama işten çıkarılma hadisesinin üstüne bunu her gün yapmaya başladı. Yengem; amcamın başında ördek avlayan bir avcı gibiydi, tek planı amcamın en ufak hatasında tüm hatalarını yüzüne vurmaktı, tüfeğiyse diliydi. Yengem söylenmek için o denli vakit kollardı ki hiçbir şey bulamıyorsa “Şu arkadaşıma kocası bu aleti almış, ona bu mücevherleri vermiş…” diyerek amcamın başını şişirirdi.
Bu tür olayların ucu bana dokunurdu en nihayetinde. İşin en kötü yanıysa tüm zararı benim görmemdi. Yengem amcama olan hırsını benden çıkarmak için genellikle beni açlıkla cezalandırırdı, bir parça ekmek vermesi onun “iyi” gününde olduğuna işaret ederdi. Ben de cılız bir çocuktum, bazen amcamla yengemin kavgasından kaçmak için Marcus’la ortak kullandığımız odaya çekilirdim. Marcus altın kalpli bir çocuktu. Yemek yerken gizlice ceplerine doldurduğu birkaç parça ekmeği tuvalete gitme bahanesiyle her akşam bana getirirdi. Onu uzun zamandır görmüyorum. Umarım iyidir. İyi insanlar var olmalılar.
Bu süreç ben lise çağına gelene kadar böyle gitti. Evde huzur yoktu, eksik bir şey yoktu ancak eksik bir şeyler vardı. Amcamsa bir sürü geçici işte çalıştı: sütçüde süt sattı, pazarcılık yaptı, marangozluk yaptı… Ama hiçbir işte dikiş tutturamadı çünkü alkol problemi vardı. Yengemin lafları her gün bir doz daha ağırlaşıyordu. Amcam artık bir gün evde iki gün otelde kalmaya başladı. Bir de alkol almaya başlayınca kazandığı tüm parayı harcamış oluyordu. Yengemde çalışacak kumaş da yoktu, yani eve para girmemeye başladı. Tombul bir Yahudi asilzadeden ne beklenirdi ki başka! Bir de çalışsa mıydı? Yaklaşık altı ay önce çok şiddetli bir kavga yaşandı, amcam yine eve alkollü gelmişti. Yengem daha amcam kapıdan girer girmez söylenmeye başladı. Amcam umursamadı, soğukkanlı bir adamdı. Mutfaktaki masaya geçti ve içkisini yudumlamaya devam etti. Yengemse bir tür parazitti, ömür yiyen türden. Amcamı aşağılayıp masayı yumruklamaya başladı. Amcam yine umursamadı, çok sakin bir adamdı. En son yengem babama küfürler savurmaya başlayınca amcam masadaki bıçağı kaptığı gibi yengemin üzerine yürüdü, yengemi duvara yapıştırıp bıçağı boğazına dayadı. Bunu yaparken o kadar soğukkanlıydı ki yüzünde herhangi bir kızgınlık veya endişe yoktu. Marcus koşup amcamın bacağına sarıldı. “Baba, onu bağışla! Elini kana bulama baba! Bağışla onu!” diyerek ağlamaya başladı. Marcus’un ağlaması amcamı çok etkilemiş olacak ki bıçağı duvara saplayıp evden gitti. Bir hafta kadar dönmedi. Sonradan öğrendik ki amcam sokaklarda yatıyormuş. O sıralar yengemin ağızını bıçak açmıyordu, hâlâ olayın şokunu üstünden atamamıştı belli ki. Sonra dili çözülmeye başladı ve amcama dediklerini bana demeye başladı. Üstüne gidip iş bulmamı istiyordu. Lisede ikinci sınıftım ve yaşıma güvenerek bavulumu toparlayıp çıktım. Tokalaştığım tek kişi Marcus’tu.
Bir süre sokaklarda yattım. Bir kahveci sağ olsun bir süre dükkanında yatmama izin verdi. Bu böyle sürüp giderken bir gün bir ilana rastladım. İlanda şöyle diyordu: Yüksek Alman ırkının yeni muhafızları olacak Hitler Gençliğini (Hitlerjugend) yurtlarımızda ağırlamak bizim için bir şereftir! Bu sözlerin altındaysa yurdun adresi vardı. İlk zamanlar bu ilanı pek önemsemedim, oysaki her yer bu ilanlarla doluydu. Bir gün sokakta aylak aylak dolaşıyordum, yol ağızına geldim ve tam meydana giden yokuştan inmek için keskin bir şekilde sola dönmüştüm ki biriyle burun buruna geldim. Üstünde bizim lisenin forması vardı. Yüzüne bakınca çocuğun üst sınıflardan Wilfried olduğuna kanaat getirdim. Heybetli bir çocuktu, yüz hatları keskin ve sertti. Vücudu bile disiplinli olmak için yaratılmıştı sanki. Selam verdim, o da selam verdi. Beni baştan aşağı bir süzdü. Halimden sokakta yattığım belliydi tabii. Tam arkamı dönmüş yürümeye devam edecekken “Bir dakika” dedi gür sesiyle. “Buyur” cevabını verdim. Beni bir daha komple süzdü ve bir hayret ifadesi olarak alt dudağını hafif dışarı çıkarıp kafasını yavaşça aşağı yukarı sallamaya başladı. Sonra belinde olan ellerini açıp söze girdi. “Sen parlak bir öğrenciydin değil mi? Sanırsam adın da Alfred’di. Alfred Sch- Sch-…” diyerek duraksadı ben de “Schwanken” diye tamamladım. Sanki uzun süredir aradığı bir şeyi bulmuşçasına “Doğru ya! Bu ismi nasıl unuturum! Lütfen kusuruma bakmayınız.” dedi. Bu bana konuşmanın biraz resmi bir hâl aldığı izlenimini verdi. Sonra söze devam etti. “Sen kimya kulübündeydin. Notların da çok iyiydi. Senden büyük olmamıza rağmen sınavdan önce bize konuları anlatırdın. Ne günlerdi!” dedi hafif tebessüm etti. Ben de hafiften tebessüm ettim. “Nasıl oldu da bu hâle geldin kardeşim? Beni lütfen yanlış anlama ama sokaklarda kalıyorsun anlaşılan. Lütfen beni can kulağıyla dinle. Sen çok parlak bir insansın. Aynı asırda bir gözümüzün önünden kayıp giden kuyruklu yıldızlar gibi. Bunu ciddi söylüyorum. Seni gördüğüm ilk andan beri uzaktan seni gururla ve imrenerek izledim. Tüm samimiyetimle söylüyorum ki seni bu şekilde görmek beni en derinimden yaraladı. Lütfen beni bir ağabeyin olarak gör ve teklifimi değerlendir. Biliyorsun ki Hitler Gençliği günümüzün en önemli derneği. Hatta buraya katılmak zorunlu hâle geldi bile denilebilir, o kadar yaygın ki katılmayan bulamazsın! Ben orada bazı yerel işlerden sorumluyum. Gel oraya taşın. Üç öğün yemek, sıcak bir yatak ve sosyal bir hayat. İnan sen bunları hak ediyorsun. Herhangi bir para ödemene de gerek yok. Ayrıca bana duydukları saygıdan sana da çok iyi muamele gösterirler. Sana senin adına yalvarıyorum kardeşim.” Bir durup düşündüm. Teklifi gayet cazipti ve söyledikleri doğruydu. Yere baktım bir süre sonra Wilfried’e dönüp “Ben politik işlere alet olmak istemem.” dedim, bana döndü ve “Tamam kardeşim, istersen katılma. Yeter ki içindeki cevherin bu bataklıkta kaybolmasına izin verme. Sen orada eylemlere katılmazsın, sadece amblem falan takarsın. O bile yeterli olur.” Sonra düşünmeye başladım. Şunu sordum kendime: kaybedebileceğim canımdan başka bir şey kaldı mı? Kabul ettim ve ertesi gün yurda yerleştim.
Wilfried beni oda arkadaşlarıma tanıttı -bundan önce temiz kıyafetler de ayarlamıştı- ve ufak bir sohbet ettik. O günü hiç unutamam. Werner ile o gün tanıştım. Odaya ilk girdiğimde direkt gözüme çarptı. Saçları inek yalamışçasına arkaya doğru atılmıştı ve üzerinden ışık yansıyordu. Saçları koyu sarıydı ve benden biraz daha kalıplıydı, normal denebilecek bir vücuda sahipti. Kulakları yaşıtlarından büyüktü ve kepçe gibiydi. Bu yüzden herkes ona “Midas” diye sesleniyordu. Gayet lider ruhlu ve atılgandı. Onu yurttaki herkes tanırdı. Evet o gerçekten “Midas” gibiydi, dokunduğu şey altın gibi güzelleşiyordu. Herkes onun işleri yürütme ve acil durumlarda dirayetini koruyabilme huyuna bayılırdı. Gerçekten bir kardeş edinmiştim. Çok konuşkan biri olmamama rağmen -pısırık da değildim- Werner beni birçok kişiyle tanıştırdı ve sosyal ortamlara soktu. O da biyolojiyle içli dışlıydı. Biz gece ranzalarımızda günün yorgunluğunu atarken o loş ışıkta Lamarck okurdu. Ne günlerdi!
İlkten onun bu yaptıklarını içten içe “aşırıya kaçmak” olarak nitelendiriyordum. Yanılmışım. Onla daha içli dışlı olduktan sonra bilgisi ve olgunluğu beni tesiri altına aldı ve beni kimya alanında ilerlemeye motive etti. Gece yan yana iki masada, tek mum ışığında çalışırdık. O kadar samimi olduk ki birbirimizin bütün anlarını ezberledik. Çok güzel günler geçirdik kadim dostumla. Geçen sene bir yetenek sınavı oldu. Kazananlar yüksek nitelikli Hitler okullarına gideceklerdi. Sınav gerçekten çok zordu, herkesin hayali bu sınavı kazanmaktı. İkimiz de sınava girdik. O kazandı bense ufak bir puan farkıyla okula girme şansını kaçırmıştım ta ki Wilfried işe el atana kadar. O zaman Wilfried eyalet sorumlusu olmuştu. Sahip olduğu yüksek mertebe onun için her kapıyı açan bir anahtar gibiydi, tabii kapının arkasında tanıdıkları varsa. Bana beslediği muhabbetten olsa gerek beni okula sokmayı başardı. Artık ne tür bir şey söyleyip bunu başardı o kısmını bilemeyeceğim. Hatta Werner ile beni Mainz’deki aynı okulda aynı sınıfa aldırdı. Ve bugün Mainz’deki ilk günüm.
Her şey güzel, burası yurttan bile konforlu. Bir sürü hademe gelip gidiyor, tuvaletler yurttakilerin aksine tertemiz. Yemekhanedeki tabldotlarda bir o kadar kaliteli. Bence buradaki insanlar aklı başında insanlar -en azından öyle olduğunu umuyorum- ve Werner ile burası hakkında uzunca konuştuk. O ranzanın üst katında yatıyor bense altında yatıyorum. Her şey fevkalade. Özellikle de istediğin şeyi istediğin gibi yapmak. Bu çok önemli.
Peki önemli kararım ne? Şu nokta çok aşikâr ki büyük bir savaş kapıda. Bize genelde böyle bilgiler geliyor. Bunu dünyanın hâline bakarak anlamak da zor değil. Ve -maalesef-muhtemelen bu savaş tüfek ve süngülerin değil, biyolojik ve kimyasal silahların savaşı olacak. Yani binlerce insan -umarım binlerle sınırlı kalır- ben ve arkadaşlarım tarafından öldürülecek veyahut sakat bırakılacak. Kalemimiz kana bulanacak, bu kaçınılmaz gözüküyor. İşte önemli kararım bu. Aslında karar halihazırda başkalarınca verilmiş. Ne kadar savaşları sevmesem de vatanım için her şeyi yapmaya razıyım. Şerefim ve namusum üzerine yemin ederim ki olası bir savaşta yüce ari Alman ırkının çıkarlarını canım pahasına koruyacağım!”
Alfred günlüğünü derin bir iç çekmeyle hemen oturduğu yerin yanına koydu. Kafasını yukarı kaldırıp bir daha gökyüzüne baktı ve ölümü hatırladı. Keşke o günlere geri dönebilsem diye geçirdi içinden. Boş kahve bardağına baktı. Dibinde kalan son çikolata tortusunu içmek için son bir kez bardağı kafasına dikti. Piposunu yaktı ve günlüğünü sol avucuna alarak evine doğru yürümeye koyuldu.
Eve gelinceye dek kafası düşüncelerle dolup taşıyordu. Bir anlığına içindeki efkâr yoğunlaştı ve geçmişe olan özlemiyle yanıp tutuşmaya başladı. Tam evine giderken fikir değiştirdi ve sağa sapar sapmaz bir şarap dükkanında buldu kendini. Girer girmez dükkân sahibi adam neşeli ve coşkulu bir sesle “Merhabalar efendim!” diyerek karşıladı Alfred’i. Adam siyah ve hafif seyrek saçlıydı, giyimi bir hayli düzgündü -belli ki şarapçılık iyi para getiriyordu- ve yüzü hafif tombuldu. Sakalları yok denecek kadar azdı ve her halinden kırklarının ortalarına yaklaştığı belliydi. Lakin adamın bu dostane tavrı Alfred’i yumuşatmaya yetmedi. Yine hafif çatık, bir kısmı gözlerine düşecekmiş gibi duran kartal kaşlarını adama çevirip “He” deyip hafifçe kafasını salladı. Adam bunu kaba bulmuş olacak ki sahip olduğu tüm enerjisini yitirip koltuğuna geri oturdu. Alfred rafları dolaşmaya başladı. Şaraptan pek anlamadığı her rafın önünde dakikalarca durup düşünmesinden belli oluyordu. Zaten alkolden kendini bildi bileli nefret ediyordu, belki de bunun sebebi amcasıydı. Pahalı şarapların olduğu bir rafa yöneldi. Burada hem beyaz hem de kırmızı şarap vardı. Hiçbir fikri olmamasına rağmen bir süre düşündükten sonra kırmızı olanlardan birini aldı. Belki o an kırmızı şarapla arasında bir bağ hissetti ya da rengi hoşuna gitti. Apar topar şarabı alıp eve dönmek üzere yola koyuldu. Yaşlı olmasına rağmen hâlâ gayet dinçti.
Merdivenleri koşar adım çıktı ve eve hızla daldı. Karın bölgesinde bir ağrı hisetti ama bunu umursamadı bile. İki küçük kız torunu, Paul ve Paul’un eşi Sophia evin salonundaydılar. İki tatlı küçük kız çocuğu ellerinde oyuncak bebekleriyle bir o yana bir bu yana koşturuyorlardı. Yaşları 4-5 civarıydı ve pembe elbiseler giymişlerdi. Sophia ise tam bir Alman soylusu gibiydi. Duruşu her zaman asildi. Gayet atılgan ve sıcakkanlı bir kadındı ancak insanlarla üst perdeden konuşmayı da esirgemezdi. Giyim kuşamı da o denli düzgün, kıyafetleri tertemiz ve ütülüydü. Saçları hafif kumraldı ve yumuşacık görünüyorlardı. Her halinden öz bakımına ve aile hayatına özen gösterdiği belliydi. Sophia ve Paul’un yan yana oturduğu koltuğun önündeki ahşap sehpanın üzeri mendillerle doluydu. Sophia’nın gözleri şişmişti ve ağlamaktan yorgun düşmüş olacak ki başını Paul’un omzuna yaslamıştı. Paul ise gayet neşeli ve sıradan bir adamdı. Alfred’in oğlu olduğunu göz önünde bulundurduğumuzda gayet sıradandı. Otuzlarının ortalarını yaşayan Paul, babası gibi siyah bir saça ve hafif kalın ve yoğun bir kaş yapısına sahipti. Babasının aksine bıyık bırakmıyordu. O da uyuklar biçimde radyo dinliyordu ki Alfred’in hışımlı girişiyle irkildiler. Sophia hemen utanıp kayınbabasına etek selamı verdi ve başını eğdi. Yanakları kızarmıştı. İnce düşünceliydi ama özür dilemekten de imtina ederdi, kendince mükemmel olmaya çalışıyordu. Paul ise kanepeye uzattığı ayaklarını indirdi ve ellerini sehpanın üstüne doğru kavuşturdu. Dedeleri ilkten torunlarının yanaklarından öptü ve onlara sarılıp içeri gitmelerini söyledi. Alfred sallanan sandalyesine geçti, bir bardak soda koydu ve hafifçe sallanmaya başladı. Sandalyesi çok eskiydi ama hâlâ Alfred’in işini görüyordu. Üstünde cilalanmış ahşap işlemeler vardı. Kaliteli ve pahalı bir sandalye olduğu ortadaydı ama sanki üzerine çok insan oturmuştu ve bu onu yıpratmıştı. Aslında o yalnızca Alfred’in sandalyesiydi ama üzerine çok farklı insanlar oturmuştu. Alfred’in olmak istediği ama olamadığı insanlar.
Alfred söze asabiyetle girdi. Gelinine bakarak “Ne bu hâl?” dedi. Ses tonu hem azarlar gibiydi hem de işin aslını öğrenmek isteyen birinin sesiydi bu. Sophia ise o anın gerginliğiyle “Baba…” diyebildi titrek sesiyle. Elleriyle yüzünü kapatıp tekrar ağlamaya başladı. Paul ise onun sırtını sıvazlıyordu. Babasının beş ay ömrünün kalması pek de umurunda değildi açıkçası. Aklı kumar oynamak için tefeciden aldığı borç paranın teslim tarihinin yaklaştığındaydı. Sophia’yla da genelde bu yüzden tartışırlardı. Alfred olabildiğince soğuk kanlıydı. Sandalyesinde bir o yana bir bu yana sallanıyordu. Poşetse hâlâ elindeydi. Hışmı sebebiyle olacak ki poşeti mutfağa bırakmayı unutmuştu. Paul’un gözleri aniden poşete kitlendi. Dikkatle poşete bakarken poşete sığmayıp üstten gözüken mantar tıpayı fark edince donakaldı. Babasının elinde yalnızca bir kere şarap kadehi görmüştü -onu da hayal meyal hatırlıyordu- ve Paul aniden kalkıp babasının sandalyesinin karşısındaki tekli koltuğa oturdu. Çok bekletmeden “Poşette ne var baba?” dedi. Alfred poşeti hafifçe araladı ve soruyu anlamamışçasına “Şarap” dedi. Sophia hem şaşkındı hem de gözleri yeniden dolmuştu. Sophia’ya göre Alfred, darağacının dallarına tutunmayı yorulsa dahi bırakmamış bir adamdı. Hayata karşı hayata tutunan bir adam. Bu bile Sophia için Alfred’e saygı duyması için yeterli bir sebepti. Sophia o an olaydan tamamen kopmuştu ve Alfred hakkında düşünüyordu. O sırada Alfred’in “Size ne şarap içiyorsam!” diye bağırmasıyla irkildi. Paul sanki söylediklerinden pişman olmuştu, yüzündeki bıkkınlıksa gün yüzü gibi ortadaydı. Ortamdaki gerginliği düşürmek için tiz bir sesle “Baba, ben hastasın diye dedim, senin kötülüğünü istediğimden değil.” dedi. Paul ise “Bugüne kadar iyiliği hiçbir insandan bulmadım.” dedi asabiyetle ve şarap poşetini alıp odasına gitti. Paul ile Sophia ise Alfred hakkında konuşmaya başladılar. İkisi de onun bu aralar Alfred’de alışılmadık davranışlar sezinliyordu ve bu endişelenmek için yeterli bir sebepti.
Alfred daha rahat kıyafetler giydi ve çıkardığı kıyafetlerini özenle katlayıp dolabına kaldırdı. Ardından aceleci bir tavırla çalışma masasının koltuğuna oturdu. Masasının yanındaki ahşap komodinin üstünde antika bir pikap duruyordu. Onu bir antikacıdan almıştı Alfred. Çekmecesini açtı ve bir iple bağladığı plak koleksiyonunu çıkardı. Hangi şarkıyı dinleyeceğine bir türlü karar veremedi ama klasik müzik hayranlığı baskın gelmiş olacak ki üzerinde silik bir biçimde “Ballade No.1” yazan plağı pikabına yerleştirdi ve arkasına yaslandı. O sırada mutfaktan kadeh almayı unuttuğunu fark etti ve mutfağa gidip gitmemek arasında kaldı. İçinden gitmek gelmiyordu çünkü daha demin gelinine ve oğluna sert bir çıkış yapmıştı. Mahcuptu ama kendinde özür dileyecek cesareti bulamadı ve müziği dinlemeye devam etti. Poşetten şarap şişesini yavaşça çekti ve mantar tıpayı açmaya uğraştı. Ne yapsa olmuyordu. O sırada sert bir rüzgâr penceresinden içeri girdi ve aralık olan kapıyı sonuna kadar açtı. O sırada koridorda Paul belirdi. Ürkek adımlarla kapı eşiğine kadar yürüdü ve saygısını göstermek için açık olan kapıyı iki kere tıklattı. Nazik bir şekilde “İstersen ben açarım baba.” dedi, Alfred’in mahcubiyeti her saniye artıyordu. Alfred zarifçe şişeyi Paul’a uzattı ve Paul tek hamleyle şarap şişesini açtı. Kumarda kaybettiği günler şehir merkezindeki meyhanede şarap içmek onun için bir gelenekti, bu yüzden de artık şarap şişesi açmanın piri olagelmişti. Paul babasına şişeyi uzattı ve kapı eşiğine doğru yönelmişti ki Alfred, titrek ve zayıf bir sesle “Oğlum…” dedi. Paul vaziyeti halihazırda anlamıştı. Alfred’in her halinden özür dilemek istediği belliydi. Alfred cümlenin devamını getiremeyince Paul “Sorun yok baba.” dedi durgun bir ses tonuyla ve kapıyı yavaşça çekip balkona gitti. Alfred o an hüzne boğuldu. Mahcubiyeti dayanılmaz hâle geldi. Şarabından bir yudum aldı ve arkasına yaslanıp kendini müziğin büyülü kollarına bıraktı. Daha sonra gözlerini çalışma masasının karşı duvarında asılı olan Einstein portresine çevirdi. Bu portreyi Werner ona Mainz’deki okula geçtiklerinde hediye etmişti. Alfred ise beyaz kalemle -ve bozuk elyazısıyla- portrenin alt kısmına “Der einzige heilege Jude” yazmıştı. Bu portre beyninde bir kıvılcımı harekete geçirdi ve onu Maiz’deki günlerine götürdü. Şarabından bir yudum daha aldıktan sonra masasındaki pipoyu yaktı. Anı defterini çıkarttı ve son okuduğu sayfadan on ya da on beş sayfa ileriki sayfayı açtı. Son kez müziğin ahengine dalıp gözlerini kapadı. Kafasını tavana yöneltti. Onu gören biri tüpsüz dalış yapan bir dalgıcın suya girmeden önceki hareketleriyle Alfred’in hareketlerini kolaylıkla bağdaştırabilirdi. Tekrar yönünü kitaba çevirdi ve okuma gözlüğünü takıp anıların nehrinde sürüklenmeye başladı.
Mainz-24.05.1938
Biliyorum, bir süredir seni boşladım günlük (ya da ağlama duvarı) ama artık içimdekileri dökebilirim. Umarım gelecekteki ben olacakları kesinkes biliyordur da benim şu an ki tereddüdüme ve belirsizlik duyguma tebessümle karşılık verir. Mainz’de bir dönemin sonuna geldik, notlarımsa epey iyi, daha iyisi kimyayla olan bağımın günbegün artması. Hayatımı kimya tutkusu üzerine kurmuş vaziyetteyim, artık kimya benim Atlas’ım. Hayatım anlamsız saat tik takları bütünü. Ölmek ya da ölmemek yalnızca hiçlikten ibaret. Bu hiçlik bataklığında bana el uzatan tek şey kimya tutkum, ama hâlâ vücudumun yarısı bataklıkta. Yakında boğulacağım. Neden mi bu düşüncelere kapıldım? Nedeni basit: savaş. Çok açık ki bir veyahut iki yıl içinde bir savaş patlak verecek, bunu görememek için kör olmak lazım. Ve bu savaş tüfeklerin değil, protonların savaşı olacak ve biz de en güçlü askerler olacağız. Ari ırkını korumaya gönlümü verdim, ülkemizde bilimi geliştirmek ve daha iyi bir gelecek inşa edebilmek için gecemi gündüzüme katıyorum ama artık işler dayanılmaz bir raddeye geldi. Her şey Wilfried’in -artık eyalet teşkilatındaki en güçlü kişi- bana kimyasal silahlar geliştirmem üzerine yazdığı bir mektupla başladı. Mektubun sonunda aynen şu ifade vardı: “Savaş yakındır sevgili kardeşim, bütün aşağı ırkları yok edip Yüce Ari Irkı yüceltmek vesilesiyle yardımına ihtiyacımız var. Bugün bize sırtını dönme; ihanet, bedellerin en ağrıyla kol koladır. Bizim için kardeşim, bu savaş sizin savaşınız.”
Geçenlerde yurdun bahçesinde Werner ile dolaşıyorduk, buraya geldiğimden beri “aşağı ırk” kavramı kafamı kurcalıyordu. En son dayanamadım ve Werner’e böyle bir şey olup olmadığını sordum. İlkten bana bakıp sırıtmakla yetindi. Herhalde sorumu anlamadı diye düşündüm ve tekrar ettim. Bana aynen şöyle dedi: “Saçmalık. Biyolojik olarak böyle bir şey yok. İnsanlar, insanları “insan” olarak görene kadar bunu anlayamayacaklar.” Ardından konu değişti ve keyifli yürüyüşümüzü sürdürdük. Werner bunu diyene kadar üstün ırk doktrinine sıkı sıkıya bağlıydım ama şimdi bu bağlantı zayıfladı. Hâlâ bu doktrini izliyorum ancak eskisi kadar tesirini hissetmiyorum. Aslına bakılırsa hiçbir şey hissetmiyorum. Sanki tüm insani duygularımdan arınmışçasına. Mutlu olmadığım gibi mutsuz da değilim. Sadece hiçlik okyanusunda bir kaptanım ve gemim su alıyor.
Bilmiyorum. Yemin olsun ki çok kararsızım. Werner’in söylemi bende bir fitili ateşledi ve milliyetçi duygularım ağır yara aldı. Eğer insanlar arasında bir üstünlük-aşağılık ilişkisi yoksa ben neden ülkemdeki insanlar için diğerlerini öldüreyim? Neden savaşayım? Ben sokaktan geçen ülkemin “üst insanlarını” tanımıyorum bile, tanımadıklarım için savaşmalı mıyım? Ya da çok iyi bir aşağı ırk insanı çok kötü bir üstün ırk insanının yaşamının devamı için öldürülmeli mi? İşte tüm bu sorular beynimi yedi yirmi dört meşgul ediyor ve ben bu labirentten çıkamıyorum. Ne zaman bunları düşünsem kafamda “hain” sesleri yankılanıyor. Ne zaman bu tür düşüncelerim paranoyaklaşmaya başlasa ya yanaklarımı tokatlayıp “sus!” diye bağırıyorum ya da kimya çalışıyorum. İyi olmadığımın farkında olacak kadar iyiyim.
Duvarı göz yaşlarımla çürüdü galiba, öyleyse başımdan geçen bir şeyi anlatayım. Yaklaşık iki ay önce her hafta olduğu gibi yurttan izin alarak gezmeye gittik. İzin günümüzü en iyi şekilde değerlendirmek için Mainz’de renk renk çiçekler, sokak satıcıları, tarih kokan binalar ve sokak sanatçılarıyla dolu olan meşhur çarşıya gittik. Dört kişiydik; Werner, ben, Johann ve Niko. Niko ve Johann sınıfta ancak selamlaşma düzeyinde haşır neşir olduğumuz çocuklardı ancak beraber gezmek konusunda ısrar etiklerinde Werner ve ben onları kıramadık. Her şey güzel ve eğlenceliydi, zaman durgun bir sudan ziyade sürekli akan ve çağlayan bir dere gibi geliyordu. Zaman böyledir işte, çağlayan bir dere misali hırçındır; onunla birçok şey akıp gider ancak ses hâlâ kulaklarımızda çınlamaya devam eder. Konuya dönecek olursak ellerimizde tarihi fırından aldığımız sıcacık reçelli çöreklerle yürüyorduk. Werner bir yandan piposunu tüttürüp düşünceli düşünceli önüne bakıyordu. Johann iri yarı ve boylu poslu bir çocuktu, kalın ve altın sarısı düz kaşları, kısa ve geriye taranmış jöleli saçlarıyla öne çıkan biriydi. Mavi gözleri ve çatık kaşları her an ani bir duruma hazırmışçasına bir radar misali çevreyi tarıyordu. Niko’ysa Johann’a göre çok daha pısırık ve ufak tefek biriydi. Kalın yuvarlak gözlükleri ve siyah ince kaşları özgüven eksikliğinin bedensel bir dışavurumu gibiydi. Belli ki Niko, Johann’ın güdümünde eziliyordu, ona bağımlıymışçasına yaşıyordu ve Johann ona her çıkıştığında kafa sallamakla yetiniyordu. Bu durum yürüyüşümüz boyunca devam etti. En son ana caddedeki sapağa geldik ve Werner bana “Sağ mı sol mu?” diye sordu, kararsız kaldım ve bir yandan da bu kararsızlığın içine onları çekmek istemediğimden çabucak “Sağ!” dedim ve çarşının sağ bölümündeki dondurmacıya gitmeye karar verdik. Bir süre daha yürüdük ve bir kemancıyla karşılaştık. Sokakta keman çalıp verilen üç beş kuruşa tamah edip başını eğiyordu. Adam gençti ve Yahudi olduğu her halinden belliydi, uzun ve tokalarla örülmüş saçı yine upuzun olan sakalından ayırt edilemeyecek biçimdeydi. Uzaktan bakıldığında bir siyah kıl yumağı içinden iki çift göz kemana tutkuyla bakıyor gibi görünüyordu. Ben de ona cebimdeki gümüş bozukluklardan birini vermeye kalkıştım ve soluma döndüğüm anda Johann’ın sinirli ve çatılmış yüz ifadesiyle karşılaştım, yüzü adeta bir mahkeme duvarına benziyordu. Aniden elime vurdu ve bozukluklar çevreye saçıldı. Ben lafa girmeye kalmadan adama “Ne arıyorsun burada?” diye sordu bağırarak, ses tonu hayli sertti. Adam yavaşça başını kaldırıp “Müzik yapıyorum.” dedi, herhalde Johann’ın kılığından korkmuştu çünkü üzerinde askeri talim üniforması vardı, Johann ise ona tepeden bakacak kadar yakınına geldi ve “Demek müzik yapıyorsun…” dedi ve Yahudi’yi saçlarından çekmeye başladı, adam Johann’ın ayaklarına kapanıp elinde olmayan bir şey yüzünden özür dileyip af dileniyordu. Ne ironik ama! Olayları ayırmaya çalışıyordum ki ben tam araya girecekken Johann, tekmesini kemancının kafasına doğru sert bir şekilde savurdu ve kemancının sol gözüne var gücüyle vurdu. Kemancının gözünden kan gelmeye başladı, ürkünç denecek kadar kan akıyordu ve kan tüm kemana bulaşmıştı. Hatta kaldırım taşlarının araları bile kıpkırmızı olmuştu. O sırada ben Johann’ın kollarına girip onu uzaklaştırmaya çalıştım ki bana yüzünü dönüp “Peki ya sen, hain!” dedi ve içimde şeytani bir his uyandı. Yaşadıklarım ve duyduklarım paranoyalarımla birleşince beynimi ele geçirmiş olsa gerek anlık bir hareketle arka cebimde taşıdığım çakıyı çıkarıp Johann’ın karnına sapladım. Werner ve Niko o sırada Yahudi’ye bakıyorlardı ancak Johann’ın çığlığıyla hemen yön değiştirdiler ve beni uzaklaştırdılar. Tam o sırada içimdeki bir hissi bastırmış gibi hissettim, bir yangını söndürmüş gibi.
Sonrasında ellerime bulaşan Yahudi’nin ve Johann’ın karışmış kanına bakıp bayılmışım. Son hatırladığım şey buydu. Sonrasında gözümü yurt yatağında açtım, herkes meraklı şekilde bana bakıyordu, etrafımda bir halka oluşturmuşlardı ve aralarında fısıldaşıyorlardı. Hemen yurdun idari ve adli yönünden sorumlu kısa boylu, tıknaz ve sert yüzlü müdür yardımcısı “Odayı boşaltın!” diye bağırarak içeriye hızla girdi. Donakaldım. Karşıma geçti yavaş adımlarla ve bana “Sen!” dedi, “Arkadaşına yaptığın iğrenç hareketin cezasını çekeceksin, seni adli mercilere sevk edeceğiz. Bu okul serseriler için değil!” dedi ve yüzüme tiksintiyle baktıktan sonra kapıyı vurup çıktı. O gün hissettiğim en garip şey hissizlikti. Her şey bir rüyaymışçasına hiçbir şeyi umursamadım ve vicdan azabı da çekmedim. Bir iki günüm böyle geçtikten sonra iki polis memuru beni yurttan almaya geldiler. Werner de benle gelmek istedi ama izin vermediler. Ellerime ters kelepçe taktılar ve beni yerel karakola götürdüler. Sorgu odasına alındım. Bir tane şişman ve pos bıyıklı polis karşımdaki sandalyeye oturdu. Kapıdaysa olanları pek umursamayıp karnını doyuran bir polis vardı. Uzun bir sessizliğin sonunda polis boğazını temizleyip “Neden yaptın?” diye sordu sert bir tonla. Ne diyeceğime karar veremedim ve “Bilmiyorum, şeytana uydum herhalde.” dedim. Polis onla alay ettiğimi sanıyordu oysaki olayın bende oluşturduğu hissizlik bana bunu söyletiyordu. Yeniden söze girdi: “Madem öyle şeytanın bacağını kıralım! Bu kadar prestijli bir okulda okuyan bir kimya öğrencisi nasıl olur da böyle bir suç işler aklım almıyor! Dünyanın çivisi çıkmış artık! Cezan adam yaralamaya teşebbüs suçundan bir yıldan üç yıla kadar hapis olacak biliyorsun değil mi?” dedi, bu sözlerin altında ezilip sessiz kaldım. Polis yine devam etti -o sırada onun yüzüne utançtan bakamıyordum- “Tanrına şükranını sun çünkü bıçaklama yalnızca arkadaşının derisini sıyırmış, organlarına gelmemiş.” demesiyle derin bir nefes aldım. En azından “katil” değildim. Ben yine sessiz kalınca polis sohbeti sürdürmedi ve bana bir kağıt uzatıp “Şurayı imzala.” dedi. Ben de imzalayıp karakolu terk etmeye yeltendim ki yanlışlıkla yemek yiyen memura çarpıp yemeğini yere düşürdüm. “Affedersiniz.” Dedim kısık sesle, adamsa bana şaşkın bir ifadeyle bakmakla yetindi.
Olayın ciddiyetini karakoldan çıkınca anladım ki bu hayli geç demekti. Ne yapacağımı düşündüm uzun uzun, bir ağacın altında oturmuş bekliyordum. Arkamda duracak birileri yoktu hatta kimse yoktu. Bir yandan baharın çiçek kokuları burnuma geliyor, yel tenimi okşuyordu. Kafama elma düşmesine kalmadan aklıma Wilfried’i bulmak geldi çünkü beni kurtarabilecek tek kişi oydu. Bu işe beni sokan oysa yine o beni çıkaracaktı. Koşar adım parti il binasına yürüdüm. Yarım saate kalmadan il binasına vardım. Bina gayet görkemliydi ve her yer “Ülkenin kaderini elimize alıyoruz.” yazan afişler vardı. Hemen içeri girdim ve danışmaya Wilfried’in odasının yerini sordum. Danışmadaki kafası kuş yuvasını andıran kel ihtiyar bana durmadan sorular sorup beni yavaşlattı. En sonunda Mainz yurt kartımı gösterme fikri aklıma geldi -Tanrıya şükür- ve en sonunda huysuz ihtiyarı ikna ettim. Merdiven basamaklarını üçer beşer çıktım ve kendimi Wilfried’in odasının önünde buldum. Kapıyı bir kez tıklattım ancak kimse kapıyı açmadı. Sonra iki kere daha tıklattım ve içeriden adım sesleri geldi ve Wilfried kapıyı açtı. İlkten beni kucaklamaya yeltendi ancak yüzümdeki yorgunluğun ve endişenin karışımı olan ifademi görünce ellerini indirdi ve beni içeri alıp bir kelime dahi etmeden bir bardak su verdi. Hemen koltuğuna oturdu ve “Ne bu halin kardeşim?” dedi. Ben de “Galiba hapse gireceğim.” dedim. O an Wilfried’in beti benzi attı, neredeyse sandalyesinden düşüyordu. O kadar eli ayağına dolaştı ki benim bardağımdan biraz su içti ve bardağı yerine koydu ve titreyen elini masanın üstüne koyarak “Nasıl?” dedi ve şaşkın gözleriyle beni süzdü. Ben de “Johann bir Yahudi’ye saldırdı ben de adamı öldürmeye yeltendiğinde cebimdeki çakıyı Johann’a sapladım. Şu an hastanede.” dedim. Hemen kent hastanesini aradı ve oradaki danışmana Johann adlı hastanın durumunu sordu ve kadın bir hafta içinde taburcu edeceklerini söyledi. Derin bir oh çektim. Sonra Wilfried hemen bir amir tanıdığını aradı ve dosyayı kapatmalarını rica etti. O an Wilfried gözümde devleşti ve bana kökleri her yeri kuşatan bir meşeyi andırdı. Dosya bu şekilde kapanmış oldu. Sonra Wilfried ile gündelik hayattan konuştuk. Bana bir savaşın kapıda olduğunu söyledi. İçeriden aldığı “çok sağlam” bilgilere göre bir ya da iki yıl içinde Polonya kuşatılabilirmiş. Bilmiyorum ama savaşı istemiyorum. Tam vedalaşmıştık ve odadan ayrılıyordum ki bana “Hainlik…” dedi, “affedilmez.” Şapkamla selam verdim ve yurda doğru yürümeye koyuldum. Yolda gelirken Wilfried’in yaptığımı “hainlik” olarak gördüğünü ve bana sitem ettiğini anladım. Sonra yurda geldim ve meraklı gözlerin tahakkümünde uyudum. Hissettiğim tek duygu duygusuzluktu.
Alfred kitabı yavaşça masaya bıraktı ve şarabın etkisiyle kendini yatağa zor atıp sızdı. Hayatında çektiği en tatlı uykuymuşçasına yüzünde bir tebessüm ifadesi belirmişti. En tatlı uyku bir kabusa dönüşecekti. Alfred bir “kâbus” gördü.
Kabusunda yol ayrımındaydı Alfred. Daha ilk anından rüyada olduğunu anlamıştı, her şey biraz bulanık bir nebze farklıydı. Hemen sağına dönüp baktı, sağında Johann duruyordu ve Werner ile nereye gideceklerini uzun uzadıya tartışıyorlardı, o sırada ikisi de Alfred'e döndü ve ona fikrini sordular. Alfred o an yaşanacakları hatırlamıştı, Alfred geleceği hatırlamıştı. Tam o sırada ani bir hamleyle “Sola gidelim!” diye bağırdı. Sesi dehşetliydi. Bu tavır Werner’e garip gelmişti belli ki. Biraz yürüdükten sonra başka bir seyyar dondurmacı buldular. Görünüşe bakılırsa dondurmacı yeni bir çırak almıştı, çırağın arkası dönüktü ve iri yarı, boylu poslu bir adamdı. Saçları uzundu ve beline doğru sarkıyordu. Saçı tokalarla örülmüştü ve kafasında bir fötr şapka duruyordu tam o sırada Johann “Bakar mısınız? Ben bir top çilekli bir top çikolatalı dondurma almak istiyorum.” dedi. Adam seri bir şekilde arkasını döndüğünde Yahudi olduğu her halinden belliydi, sakalları yine tokalarla örülmüştü ve upuzundu gözünde dikdörtgen çerçeveli siyah bir gözlük vardı ve mavi gözleri gözlüğün ardından ışıldıyordu. Burnu hafif büyüktü ve bir kartalı andırıyordu. Tam o sırada Johann avını kapana kıstırmış bir aslan edasıyla “Sen burada ne arıyorsun!” dedi ve adamın üstüne yürüdü. Adam “Görüyorsun ya dondurma satıyorum.” dedi mülayim bir tavırla. Bunu der demez Johann adamın yakasına yapıştı ve o an Alfred’in beyninde şimşekler çakmaya başladı. Rüyadaydı ve rüyada olduğunun farkındaydı. Tüm bunlar bir çeşit kabustan ibaretti. Ancak yine de içinden bir şey ona harekete geçmesini fısıldadı. Bir şeyler yapmalıydı, öncelikle kendini kurtarmalıydı; yine cani birisi olmak istemiyordu ya da hain. Alfred düşündü başını ağrılar giriyordu ve şakaklarının ağrıdığını hissetti, sanki her şey gerçek gibiydi daha sonrasında karnına bir ağrı saplandı. Ağrının etkisiyle öne doğru hafifçe eğildi ve Johann'a baktı -Johann o sırada adama hakaretler savuruyordu- bunu yapamazdı, Johann tam adamı yerde tekmelemeye koyulmuştu ki işleri çığırından çıkararak öfkesi tüm benliğini kırbaçlayan bir insan görünümüne bürünüp seyyar dondurma arabasına bir tekme savurdu ve arabanın yere düşmesiyle tüm kaldırım cam parçacıklarıyla doldu. Alfred dayanamadı, içinden bir şey kopmuştu sanki, her şey o an daha parlak gözüktü, her şey daha farklı ve daha sıcaktı. Damarlarındaki kanının sesini dinledi ve akışı hissetti. Johann adamın kafasını kırık camlara sürtüyordu ve adamın yüzü parçalanmaya başlamıştı. Alfred yere baktı ki gördüğü şey arası kanla dolmuş kaldırım taşlarıydı. Sanki kaderi bir çeşit fil tuzağıydı, bazen beyaza bürünüp ona armağanlar sunuyor, böyle anlardaysa siyahlara bezenip denizlere petrol karıştırıyordu. Bu bir çeşit kaçınılmaz tuzaktı. Alfred dönüp dolaşıp aynı yere geldi, cebinden çakıyı çıkarıp Johann’a sapladı ve o an bir çığlıkla uykusundan uyandı.
Karnında hâlâ bir ağrı hissediyordu. Acı, rüyanın ötesinde bir şeydi. Yataktan düşmüştü Alfred, yere serilmiş biçimde uyandı. Düştüğünde çıkardığı sesten olsa gerek oğlu Paul odaya destursuz girdi ve bu Alfred’i bir hayli kızdırdı. “Densiz!” diye yüklendi Paul’a. Paul yine hayal kırıklığını uğramış şekilde iç çekti ve yavaşça kapıyı kapatmaya yeltendi ki Alfred “Dur,” dedi ve devam etti, “oğlum ben galiba” dedi ve duraksadı, konuşmakta zorlanıyordu. Hatasını kabullenmek herkese ağır geldiği gibi Alfred’e de ağır geldi ve kısık sesle “iyi değilim oğlum.” diyerek başladığı cümlesini tamamladı.
Paul bunun üzerine endişeli bir tavırla babasına yaklaştı ve yere çöktü. Babasına elini uzatıp “Hadi baba, doktora gidelim.” dedi. Oradan hemen çiçekçiye uğradılar ve Alfred bir buket çiçek yaptırdı. Paul buna anlam veremedi ama çok da üstüne düşmek istemedi. Daha sonra babasına sordu: “Hangi hastaneye gideceğiz baba?”, Alfred bekletmeden cevapladı “Önceki gittiğimiz hastaneye.” dedi keskin bir tonla. Alfred için her şey biraz daha belirgin bir hal almıştı. Sonra otobüse binip hastanenin önünde indiler ve doğru önceki doktorun odasının yolunu tuttular.
Alfred kapıyı üç kere tıklattıktan sonra içeri girdi ve şapkasını çıkarıp selam verdi. Ardından yavaşça buketi doktora doğru uzattı. Doktor ilkten ürkse de Alfred yüzündeki masumiyeti görmüş olacak ki memnuniyetle buketi aldı ve ağır bir ses tonuyla “Teşekkür ederim.” dedi. Daha sonra Alfred yavaşça muayene yatağına geçti. O sıra ortamı bir sessizlik bürümüştü. Doktor Alfred’i iyice inceledi ve -daha dün yaptırmalarına rağmen- çeşitli tahliller istedi. Tahlillerin gelmesi önceki kadar uzun sürmedi. Bir saatliğine Alfred ve Paul bekleme odasında beklediler. Alfred bu süre boyunca piposunu tüttürüp anı defterini karıştırdı. Daha sonra hemşire ikiliye seslendi ve odaya tekrardan giriş yaptılar.
Sonuçları gördüğünde doktorun yüzünde bir evham ifadesi belirdi ve boğazını temizleyip söze girdi “Maalesef bayım kanser 4. evreye ulaşmış ve karaciğerinize sıçramış. Üzülerek söylemeliyim ki ömrünüz pek de uzun değil. Ve size olabildiğince fazla süre tanımak adına sizi hastanemizin yatılı bölümüne almamız gerekiyor. Bunu onaylıyor musunuz?” dedi, bu sefer önceki kadar acemi değildi ve çok doğru bir ton yakalamıştı. Paul genç doktorun dediklerini duyduktan sonra üfleyip püflemeye başladı. Başını ellerinin arasına alıp saçlarını karıştırmaya başladı, bir yandan da sağ bacağını sallıyordu. Alfred ise gayet sakindi, olan biten her şeyin gayet farkındaydı ve hiç şaşırmamıştı. Sert bir tonla “Pekâlâ.” dedi ve ardından “Bu süreç ne zaman başlayacak?” diye ekledi. Doktorsa “Yarın efendim.” diye karşılık verdi. Alfred, ölümün karşısında bir şövalye edasıyla dikiliyordu. Ancak artık kılıçlar çekilmişti ve Alfred’in tek düşmanı olmayacaktı.
Daha sonra ortam yine sessizliğe büründü ve ikili süzülürcesine odadan ayrıldılar. Bu bir gün belki de Alfred’in özgürce dış dünyada geçirdiği son gün olacaktı ancak bu onu pek umursamadı ve eve gelmelerinden itibaren yine günlüğünü didik didik etti ve oğlundan Caeles’ten bir kahve getirmesini istedi. En son yorgun düştü ve elinde günlüğüyle yatağında uyuyakaldı.
Ertesi sabah her şey oldukça olağandı. Alfred evde ilk uyanandı ve erkenden kendini sokağa atıp Gençlik ve Nefes Parkı’na gitti. Bir kahve alıp piposunu tüttürmeye başladı ve günlüğü okuyarak hülyalara daldı.
Berlin-21.08.1939
Bugün IG Farben fabrikasında ilk günüm. Söylediğim üzere bir hafta önce iş başvurusunda bulundum ve özgeçmişimden etkilenmiş olacaklar ki beni memnuniyetle kabul edip as yönetici sınıfına atadılar. İleride daha da yükseleceğime eminim ancak bu bile benim için şimdiden büyük bir onur ve armağan. Burada çeşitli polimerler ve boya üretiminden sorumlu departmandayım. Fabrika oldukça büyük ve çok sayıda departman var. Burada asıl hammaddemiz HCN ya da bilinen adıyla hidrojen siyanür. Bence bu siyanür türü Tanrı’nın bize olan bir armağanı, bu siyanür türünü güzel elmanın, tatlı kayısının ve daha birçok enfes meyvenin çekirdeğiyle bazen istemeden tüketiyoruz. Bu madde sıvı formundayken uçucu ve çok alınırsa ölüme yol açabilir, ne var ki Tanrı her şeyi ölçüyle yaratmış. Bu maddeden birçok tür polimer ve plastik üretiyoruz ve günümüzde bu iki madde birçok ürünün hammaddesi haline gelmeye başladı bile. Bu sebepten iş pozisyonumu önemli olarak addediyorum.
Her neyse, iş heyecanımı biraz içimde tutup olan bitenden bahsedeyim. Savaş artık çıktı çıkacak ve birtakım arkadaşlarımdan aldığım bilgilere göre ilk hedef Polonya olacakmış. Ne zaman başlar? Bilmiyorum ancak başlamaması en büyük temennim. Ne zaman savaşı düşünsem Wilfried’in sözleri aklıma geliyor ve kafamda iki söz yankılanıyor: “Bu savaş sizin savaşınız.” Ve “Hain…”. İkisinden de nefret ediyorum. Savaştan da nefret ediyorum. Ve bu gidişle yaşamaktan da nefret edeceğim. Bu takıntılı sözcükler yaşamımı sekteye uğratırken tek yapabildiğim deli gömleğiyle olan biteni seyredebilmek.
Bir de başımdan geçen bir olayı anlatayım. Berlin sokaklarını pek bilmediğimden dolaşmaya çıktım. Dolaşırken bir Yahudi’ye rastladım. Adam köpeklerini gezdiriyordu ve sürekli ayrılmaya çalışanlara tekme atıp hepsini hizaya sokmaya çalışıyordu. Bunu görünce içimde bir his uyandı. Bu ne bilmiyorum. Adına kimisi “vicdan” diyor kimisi “süperego” ancak tek bildiğim bazı insanlarda bu mekanizmanın yeterince gelişmediği. O sırada yine takıntım tuttu ve yumruklarımla dişlerimi sıkmaya başladım. Kafamda yine “hain” sesi yankılanıyordu ve her şey o malum olayda olduğu gibi -anmak istemiyorum- daha parlak göründü ve içimi soğutmanın tek yolu o adamı dövmekti. Adam tombulcaydı ve üstünde bir gömlek, altındaysa şık bir pantolon vardı. Yüzü bir domuzu andırıyordu, sanki kalbi yüzüne yansımıştı. O an aşağı ırkın olabileceği kafama yattı ve hem vicdanımı hem takıntımı dizginlemem için bir şey yapmam gerekiyordu.
Hemen harekete geçtim ve adama yavaş yavaş yaklaştım. “Beyefendi bakar mısınız?” dedim sert bir tonla. Bana bakıp şüpheci bir tavırla kafa salladı ve ne istediğimi söyledi. Ben de “O köpeklere öyle davranmayın. Yazıktır.” dedim. Adam kaşlarını çattı ve bana bakıp “Kendi köpeğime nasıl davranacağımı senden mi öğreneceğim! Git başımdan!” diye bağırdı ve o sırada tabiri caizse kan beynime sıçradı ve adamın tam yanağına bir yumruk attım ve adam yere serildi. Daha sonra köpeklerin tasmalarını çözüp onları serbest bıraktım.
İlginç olansa hiç suçluluk hissetmememdi. Tek hissettiğim o anın soğukluğuydu ve onu da hızlıca atlatıp yoluma devam ettim. Sanki her şey git gide daha anlamsız daha sentetik bir hal alıyordu ve ben ne yaptığımı bilmiyordum. Hala bilmiyorum.
Alfred kafasını anı defterinden kaldırdı ve kahvesinin soğuduğunu fark etti. O an her şey tiksindirici gelmişti ve daha da okuyası gelmedi. Kahveyi bir ağacın köküne döktü ve “İkimiz de kökümüzü bu kızıl topraktan alıyoruz, aynı kızıl toprak bana şükrü sana da cömertliği verdi.” dedi ve devam etti. Sokakları hızlı hızlı geçti. Oysaki hiç acelesi yoktu ama o gençliğinden beri kanı kaynayan biriydi ve hala yaşlı bir delikanlıydı. Eve vardı ve anahtarıyla kapısını açtı ki karşısında iki torununu gördü. Hemen çömelip onları yanaklarından öptü ve saçlarını okşadı. Gelini içeride kahvaltı hazırlıyordu, bu oraya gelen kaşık ve bıçak seslerinden anlaşılıyordu. Alfred mutfağa girdiğinde Paul’u sigarasını tüttürürken gördü. Paul hiç istifini bozmadan “Hoş geldin baba.” dedi. O sırada Sophia’nın arkası dönüktü ve hemen arkasını dönüp Alfred’in boynuna atladı ama elleri ıslak olduğundan tam olarak sarılmanın hazzını yaşayamadı.
Alfred bekletmeden söze girdi: “Oğlum, yemekten sonra benim hastaneye yatış işini halledelim.” O sırada Sophia yaşadığı şok sebebiyle elindeki yemek tabağını yere düşürdü ve her yer cam oldu. Bu Alfred’e bir çağrışım yaptı ama pek önemsemedi. Sophia hemen “Ne diyorsun baba? Ne yatışı? Ne hastanesi?” dedi meraklı bakışlarla. Kırılan tabak hiç umurunda değildi o an. Alfred yönünü Sophia’ya çevirdi ve “Kızım, durumum ağır mecburen hastaneye yatacağım, üzülme kendi isteğimle.” dedi sakin bir ses tonuyla. Sophia’nın gözleri dolmuştu ve eliyle ağızını kapatmıştı. Daha sonra Paul ve Alfred Sophia’yı sakinleştirdiler ve ardından güzel bir ziyafet çektiler.
Alfred odasına gitti ve bavulunu hazırladı. Tüm özel eşyalarını kocaman bavuluna tıkıştırdı ve artık gitmek için her şey hazırdı. Hemen baba oğul bir taksiye atlayıp hastaneye gittiler. İlk önce danışman onların kayıtlarını sorguladı ve daha sonrasında yatış odasının numarasını verdi. Alfred odayı gayet beğendi. Odasının kapısı küçük bir bahçeye açılıyordu ve bu yönden diğer hastalardan şanslıydı. Odası gayet minimizeydi ve her şey Alfred’e yetecek düzeyde vardı. Her sabah hemşire kahvaltı getirecek ve öğlen doktor kontrolü yapılacaktı. Akşamlarıysa ortak salonda yemek yeniyordu.
Alfred ilk gününde Karl adlı bir ihtiyarla tanıştı -gerçi aynı yaştalardı- ve Karl uzun boylu iri yapılı ve kaba bembeyaz sakallı biriydi. Sanki kanında Viking kanı akıyordu. O denli soğuktu. Karısını yıllar önce kaybetmiş ve sağlık sorunları sebebiyle buraya yerleşmişti. Alfred ile Karl konuşmaya başladılar ve Karl bir amatör filozof olduğundan sohbet hızlı ilerledi. İkili birbirlerini iyice tanıdılar ve akşam yemeğinde de beraberdiler. Akşam yemeğindeki leziz yemeklere iyi bir ziyafet çektiler ve çay içmek için bahçedeki masaya oturdular. Alfred arkasına yaslanmış ve hafif hafif havayı soluyordu. Karl ise ciddi bir şekilde Alfred’e dönüktü ve soğuk yüzünde sıcak ama hafif bir gülümseme vardı. Karl söze girdi:
Karl: Ey kadim insan, tanrıya inanır mısın?
Alfred: Bilirim dostum, bilirim. İnanmaktan öte bir şey.
Karl: Ben inanmam. Ya da bilmem. Belki de bilmek istemem.
Alfred: Ben de bilmek istemedim ama bu kaçınılmaz son dost.
Karl: Söyle bana kadim insan, bir şey iyi olduğu için mi tanrı onu emreder yoksa o şey tanrı emrettiği için mi iyidir?
Alfred: Tanrı ve iyilik çift başlı gibidir dost. İkisinin de özü birbirine bağlıdır. Ona tek baş isnat edemezsin. Tanrı’nın özünde iyilik, iyiliğin özünde tanrı vardır. Aynı benim özümde şu yüce toprağın, yüce toprağın özünde de ben olduğum gibi. Ama en nihayetinde ne ben toprağım ne de toprak ben. Toprak yalnızca benim içeriğim.
Karl: Ey kadim insan söyle bana, şair misin? Şairsen bana bunun nedenini lütfet, daha önce hiç şair arkadaşım olmamıştı.
Alfred: Şair hayat karşısında meczuplaşansa evet, ben şairim. Hayat insanı şair, şair de hayatı şiir yapar dost.
Karl: Söyle bana ey kadim şair: Tanrı neden kötülüğe izin verir?
Alfred: İyi ve kötü ikiz kardeşlerdir dost. Dış görünüşleri aynıdır lakin içleri apayrı. Kötü kardeş olmayınca diğerleri iyi kardeşin kıymetini bilmez ve iyi kardeş olmayınca kötü kardeş kıymete biner. Tanrıysa hep iyi kardeşin yanındadır.
Karl: Ey kadim şair, beni merakımdan ötürü bağışla ama benden sana son bir soru: Tanrı aklen çelişik ve mantıksız bir şeyi, mesela dört kenarlı bir üçgen gibi, yaratabilir mi, eğer yaratamazsa güçsüz müdür?
Alfred: Ey dost, tanrı ile mantık bir meyveyle çekirdeği gibidir. Tanrı mantık meyvesinin çekirdeğidir. Ve çekirdek olmaksızın meyve olmaz, meyve varsa çekirdek vardır. Ama bu çekirdek öyle ilahi öyle yücedir ki onu ne sen anlarsın ne de aciz ben. Biz sadece aramızda bazı laflar geveleriz, onu gördüklerimizle anlamaya çalışırız ama nafile. Tanrı bizi korusun.
Karl sandalyesinden kalktı ve ağlayarak Alfred’e doğru koştu ve Alfred’in boynuna atladı. Sonra yere diz çöktü ve ellerini göğe açıp var gücüyle bağırdı “Tanrım, sen bu kadim şaire iyilik ihsan et.” dedi ve Alfred’in gözünden gizlemeye çalışsa dahi birkaç damla yaş süzüldü.
Gecenin kalan kısmında ikili yaşadıkları üzerine konuştular ve en son konuşmaktan yorulmuş olacaklar ki odalarına yatmaya gittiler. Alfred yatağına uzandı ve yatmadan önce birkaç sayfa günlüğünden okudu. En son bir sayfa daha okuyup okumamak konusunda kararsız kaldı ama okumaya karar verdi.
Auschwitz-09.05.1940
Auschwitz kampına tayin oldum. Eylül ayında Polonya kuşatmasının başlamasından bu yana dokuz ay geçti ve çok şey değişti. İlk önce cephe arkasında kimyager olarak çalışmaya başlamadım ve savaşı uzaktan izledim ta ki bir ya da iki hafta öncesine kadar.
Wilfried'den bir mektup aldım ve mektubun içeriğini az çok tahmin ettim. "Sevgili kardeşim, sahne sizin." diye bitiyordu mektup ve beni Auschwitz kampına davet ediyordu. Bu teklifi reddetsem dahi önünde sonunda kamplarda görev alacağımı biliyordum o yüzden zorluk çıkarmadan teklifi kabul ettim. Bugün Auschwitz'deki üçüncü günüm ve bu üç gün boyunca yaşadıklarımı anlatacağım.
İlk gün gayet normaldi. Tanışmayla ve çevreyi tanımakla geçti. Burada Mario adlı bir arkadaşım oldu. O da -benim gibi bir kimyager olmasa da- bir fizikçi ve nükleer silahlarla ilgili bölümde çalışıyormuş. Anlattığına göre babası bir Yahudi’ymiş ve babasının ona karşı olan tavrı çok acımasızmış ve bu yüzden genç yaşta Nazi partisine katılmış ve o dönemler fizikle ilgilenmeye başlamış ve benden bir hafta kadar önce buraya gelmiş. Özünde iyi birine benziyor ancak bu insanoğlu tam bir bahis. Ne kadar çok değer verirsen ya o kadar kazanıyorsun ya da o kadar kaybediyorsun. O yüzden pek de güvenemedim. Onun haricinde içimi sızlatan olaylar yaşadım. Kampın ikinci günü kapıda nöbet tutuyordum bir yandan da okuyordum ki kampa bir bölük Yahudi getirildi. Kimisi gelmemek için direnip kendilerini yerlere atıyorlardı üstelik yerler de çamurluydu.
Aralarında bir tanesi de vardı ki en çok o dikkatimi çekti. Hafif kır saçlı mavi gözlü bir adamdı ve yüz hatları hafif tombulcaydı. Gözleri kanlanmıştı belli ki günlerdir uyumuyordu. SS subayları onu yerde sürüklüyorlardı ve o da "Tüm ailemi katlettiniz katiller. Bari beni bırakın. İşkence etmeyin." diye feryat ediyordu. Ailesi gözleri önünde öldürülen bir insan hâlâ yaşama sıkı sıkıya bağlıydı. O an büyük ustanın suç ve ceza kitabında Raskolnikov'un nehir kıyısına gitmesi aklıma geldi. Raskolnikov kürek cezası çekip hayatının mahvolmasına karşın neden o nehrin kıyısında intihar etmemişti? Bana bu durum bunu gerçekte deneyimleyene kadar çok garip gelmişti ama bugün görüyorum ki insan hayata sıkı sıkıya bağlı ve onu sonsuzmuşçasına yaşıyor. İşte bu ihtiyar Yahudi'nin yaşamak istemesini kendime yalnızca böyle açıklayabildim.
Peki ben? Ben olsam intihar eder miydim? Muhtemelen evet ama şu an yaşıyor olmam bile bu cevapla pek uyumlu değil sanırım.
Bir de kapolardan bahsedeyim. Kapolar bize iyi görünüp kardeşlerini arkadan vuran ayakçılar. Genelde getir götür işlerini onlara yüklüyoruz. Ama kapo olmanın psikolojisi bana oldum olası garip gelmiştir. Kimi kapolar akrabalarına bile acımasızca vurup hakaret eder. Peki kapo olmanın hiç mi iyi yanı yok. Elbette var. Bizim yemeklerimizden kalan artıkları genelde onlara veriyoruz. Bilemiyorum ama tek bildiğim aşağılık bir şey olduğu.
İşte böyle. Buraya yeni bir kamp kurulacakmış söylenenlere göre. Ne zaman kurulur bilmiyorum ama tek bildiğim şu an olmasa da ileride insan öldürme suçuna bizim de alet olacağımız.
Alfred bu sayfayı bitirir bitirmez yatağında sızdı ve ertesi sabah uyanıp gündelik işlerini yaptı. Bütün vaktini anı defterini okuyarak geçiriyordu ve bu bir iki hafta boyunca böylece sürüp gitti. Her şey gayet olağandı. Doktorlar onu muayenelerini düzenli olarak yapıyor ve çeşitli notlar alıp farklı tedavi yöntemleri deniyorlardı ancak onlar da Alfred’in pek fazla vakti kalmadığını biliyorlardı. Yine bir gün yine Karl ile bahçede oturuyorlardı, aşk üzerine konuşmaya başladılar. Karl söze girdi.
-Karl: Ey kadim dost, söylesene peki aşk nedir?
-Alfred: Sevdiğin kadının kollarında saatlerce yatabilmektir Karl.
-Karl: Sevgi nedir öyleyse?
-Alfred: Sevgi susuz bir ağaca verilen suyun ta kendisidir. Ağaç susuz yaşayamaz. Ve sevgi içinde saygıyı da barındırır. Saygının en yoğunlaşmış ve en yüce halidir sevgi.
-Karl: Peki sen hiç âşık oldun mu kadim dostum?
-Alfred: Bir kere. Sadece bir kere oldum. Çocuğumun annesine.
-Karl: Ey kadim şair, merakımı bağışlarsanız, nasıl biriydi?
-Alfred: Bir Yahudi’ydi. Altın sarısı saçları ve okyanus gibi gözleri vardı. Korkusuz bir kaptanmışcasına hep o gözlere bakar dururdum. Boğulmak benim için şerefti ve saçları rüzgârda dalgalandığında düşen bir telinin yüzüme çarpması benim için bir tür armağandı.
-Karl: Korkusuz kaptansınız demek (gülümseyerek), peki ne oldu şimdi nerede kendisi?
-Alfred: İkimiz boşandıktan bir sene sonra kaybettim kendisini.
-Karl: Bağışlayın, tanrı rahmetiyle muamele etsin.
Alfred yerinden kalktı ve Karl’ın elini sıkıp odasına geri döndü. Bu sefer anı defterini okumak yerine ona birkaç cümle yazdı ve yemeğini yemek üzere büyük salona indi. Geri döndüğünde tek isteği anı defterinden birkaç sayfa daha okumaktı ve öyle de yaptı. Bir elinde vişne suyu diğer elinde defteri yatağına uzandı ve okumaya başladı.
Auschwitz-27.02.1941
İyi değilim. Uzun bir süredir hayatımın anlamı ellerimin arasından kum taneleriymişçesine kayıp gidiyor. Ve çok önemli iki şey yaşandı bir de önemsiz -önemsizden mecbur bahsediyorum- ilk olarak beni en çok yaralayan olaydan başlayayım.
Normalde çıkmamama rağmen kamp yürüyüşüne çıktım ve zulüm altındakileri izledim. Yavaş yavaş bakına bakına yürüyordum ki aralarından biri gözüme ilişti, hemen orada durup adama yaklaştım. Marcus’a benziyordu. Hemen kulağına “Marcus sen misin?” diye fısıldadım. Başını sallayabilmekle yetindi. Belli ki açlık ve ağır şartlar altında -günde bir somun ekmek- günde 10 saat çalışmak onu en derinden sarsmıştı. Dünkü semizlemiş iri yarı çocukla bu çocuk farklılardı sanki. Marcus’a dayanması gerektiğini ve ona yardım edeceğimi söyledim. Bir akşam yemeğinde ceplerime birkaç parça ekmek doldurup Mario’ya afiyet olsun deyip kendimi dışarı attım. Meğerse kapolardan biri benden şüphelenip peşime takılmış. Tabii ben bunu karanlıkta fark edemedim. Marcus’un yanına gittim ve ona ekmekleri verdim ki o an karanlıkta bana bakan birinin telaşla benden kaçtığını gördüm, bu kapoydu. Peşinden koştuysam da yetişemedim ve tıkandığım için zorlukla soluyabiliyordum. Daha sonra yatakhaneye döndüm. Anlaşılan kapo Mario’nun arkadaşıymış ve Mario’da yaptığımı üst mercilere iletmiş. Ayrıca yüzüme karşı ertesi gece “Hain!” diye bağırdı ve aramızda ufak bir arbede yaşandı. Özetle tüm bu yaşananlardan sonra Auschwitz Hapishanesi’nde bir hafta disiplin cezası aldım. İşte bu yaşadığım ilk kayda değer -keşke değmeseydi- olaydı.
Biraz hapishane ortamını anlatayım. Toplam altı koğuş vardı. Bu koğuşlarda Yahudi haklarını savunan Alman (üstün ırk!) protestocular yer alıyordu. Bunlardan birine girdim. Girdiğim koğuşta bir meczup duruyordu ve bana “Dur ey seçilmiş kul, geleceğinde kötü şeyler var.” Dedi. Ben de “Geçmişim de pek iyi sayılmaz.” Dedim ve tüm koğuş kıkırdadı. Bu falcıya ilginç bir şekilde bir veli ya da ermiş gözüyle bakıyorlardı ancak ayı zamanda ona “meczup” diye sesleniyordu. Belki de üçüncü bir gözün bedeliydi bu. Bir hafta boyunca onunla birçok sohbetimiz oldu. Birisini aklıma çivi gibi çaktım. Unutmamak için buraya diyalog şeklinde yazıyorum.
Meczup Veli: Kafan karışık galiba oğul, unutma karışık kafa tanrının bir lütfudur. Tüm parlak fikirler karışık kafalarda filizlenir, büyür ve meyvelerini verir. Seni bu hale sokan filiz hangi türden?
Ben: Ben tanrıya inancımı yitiriyorum sanırım. Tanrı bana niye böyle bir kaderi takdim etti? Neden! Yetim büyüdüm, sokaklarda yattım, cezalar aldım, insanları yaraladım veya darp ettim ve şimdi de hapisteyim. Neden ha! Ben de Yahudiler gibi suçsuzum, ben böyle doğmayı istemedim. Tanrı benim sesimi duymuyor mu ey veli?
Meczup Veli: Duyuyor evlat. O, en sessizin sesini işiten ve en zordakine doğru yollar açandır. Aynen Virgilius’un dediği gibi “Et quaqumque viam dederit fortuna sequamur”. Yani evlat, insan kaderin açtığı yolun yolcusudur. Ona isyan edip yola burun kıvırmak yalnızca korkakların harcıdır ve biz cesur yolcular ancak bu yolu sağlam adımlarla geçeriz. Unutma evlat, tanrıya isyan en büyük günahlardandır. Ona karşı gelmek bir daha aklının ucundan geçmesin! Şunu unutma Tanrı sana bu kaderi armağan etti. Bundan daha kötü bir kaderin de olabilirdi.
Ben: Nerede o kader, onu da yaşayayım!
Meczup Veli: Bir gün tanrı sana isteklerinin karşılığını mutlak surette verir ancak sen bundan memnun olur musun bilemem oğul. İsyan etme oğul, carpe diem!
Dedi ve bir kahkaha kopardı. Bu beni biraz korkuttu açıkçası. Onun gerçekten de bir meczup olduğunu düşündüm ve onu umursamadım ancak şimdi biraz da olsa haklılık payı olduğunu söyleyebilirim. İşte bu yaşadığım enteresan hadise ikinci önemli detaydı benim için.
Gelelim sonuncuya. Bir haftalık cezam bittikten sonra yine kamp gezintisine çıkmıştım. Her şey havanın soğuk olması haricinde güzeldi ta ki cesetleri görene kadar. Ceset yakma odasının kapısında üst üste yığılmış cesetler gördüm ve yüzümde bir tiksinti ifadesi belirdi. Tam o sırada cesetlerden biri gözüme çarptı. Bu yengem Elena’nın cesediydi. Yerde şişman bedeni öylece yatıyordu. Bana yaptıkları aklıma geldi. Üstüne basmak istedim ta ki içimden bir dürtü beni durdurana kadar. Sonra ne yapmam gerektiğini düşündüm. En azından kampta külleri oraya buraya saçılmasın diye onu sırtladım ve kampın dışındaki ormanlık bir alana götürdüm. Hemen yakınlardaki bir kulübeden bir kürek ödünç aldım ve yengemi gömdüm daha sonra mezarının üstüne birkaç çiçek ektim. Daha sonra düşündüm, eğer bir tanrı yoksa ve beni ödüllendirmeyecekse veya cezalandırmayacaksa ben bunu neden yaptım? Bana kötülük yapan bir insana neden iyilikle muamele edeyim. Bir tanrı yoksa eğer birbirleriyle sosyal ilişkiler kuran atom yığınlarından başka bir şey değiliz. O yüzden kendimiz ne istiyorsak onu yapmak en iyisi ama ben hala tanrıya olan inancımı yitirmedim ve kendimle gurur duyuyorum. İyi ki o koca karının üstüne basıp geçmedim. İyi ki ben benim ve kaderim de kaderim. Bazen isyan etsem de bu hayata hala umut dolu gözlerle bakabiliyorum. İşte benim tek maharetim bu.
Alfred kafasını defterinden kaldırdı ve derin derin iç çekti. Daha sonra eliyle elindeki vişne suyu bardağının dibini şöyle bir salladı ve kalan tortuyu bir kerede içti. Daha sonra ana salonda bugüne özel büyük bir kutlama olduğunu hatırladı ve takım elbiselerini giyip salona indi. Salon bir hayli kalabalıktı ve uzun taşlı avizeler tüm salonu loş ama tatlı bir ışıkla aydınlatıyordu. Alfred çevresine bakındı, tıka basa dolu olan bir salonda tanıdık birini görmek hayli zordu ancak keskin gözleriyle Karl’ı çabucak seçebildi. Hemen Karl’ın yanına oturdu ve biraz düşündükten sonra bir kadeh beyaz şarap rica etti. Her şey mükemmel göründü Alfred’e. Bir yanda koro Beethoven’in dokuzuncu senfonisini çalıyor diğer yanda herkes içkilerini yudumluyordu. Daha sonra müzik değişti ve vals müziği çalmaya başladı. Sunucu adam -biraz tıknaz ve keldi- “Tüm çiftlerimizi sahneye davet ediyoruz.” diye bağırdı ki gecenin tüm saklı kalmış coşkusu bu anonsla ortaya çıkacaktı.
Alfred hiç istifini bozmadı ve aynı şekilde sandalyesinde oturmaya devam etti ki yanına bir kadın gelene kadar. Yanına gelen kadının saçları bembeyaz ve gözleri yeşildi ve yaşlı olmasına rağmen o kadar göstermiyordu. Kadın, Alfred’e dans teklifinde bulundu. Alfred kararsız kaldı, bir süre düşündü ve Karl’ın “Hadi korkusuz kaptan hadi!” söylemleri üzerine teklifi kabul etti ve ikili kuğu misali dans etti. Daha sonrasında Alfred odasına çıktı ve beyaz şarabın etkisinden olsa gerek yatağa kendini zor attı, ardından sızıp kaldı.
Bir ay kadar bir müddet olağan geçti. Alfred anı defterinden başını kaldırmıyor ve sadece ona odaklı yaşıyordu. Sağlık durumuysa günden güne kötüye gidiyordu ve bu sebepten mütevellit doktorlar anestezi barındıran tedavi yöntemleri için kolları sıvamışlardı. Bazen günde bir, bazense iki kez Alfred’e morfin verip uyutuyorlar ve bu süreçte çeşitli acı veren işlemler uyguluyorlardı. İşte bir ay bu sıradan döngü içinde sürüp gitti.
Alfred için vakit daralıyordu. Belli ki üç aydan fazla ömrü kalmamıştı ve kendisi de bunun farkındaydı. Alfred yine normal bir güne uyandı. Kuşlar cıvıldıyor ve Karl oda arkadaşıyla felsefe tartışıyordu. Alfred yatağından kalktı. Bir güzel gerindi ve üstünü değiştirip hava almak için bahçeye çıktı. Havanın temiz ve zarif özünü bedenin her köşesinde hissetti ve kahvaltı salonuna varmak üzere katları çıkmaya başladı. Kahvaltısını etti ve bahçeye geri geldi. Menekşe kokuları burnunda dans ederken anı defterinden bir sayfa daha okumak istedi. Defterini açtı ki kaldığı sayfanın üzerinde kan olduğunu gördü. Bunun kendi kanı olduğunu pek tabii biliyordu. Nedeniyse Alfred için hayatının dönüm noktasıydı. Alfred sayfayı görünce içinden tiksinti ve korkunun bir ifadesi olan bir titreme geldi ve tüm vücudunu sardı. Daha sonra derin bir nefes alıp sayfayı okumaya başladı.
Auschwitz-06.06.1942
Ben eli kanlı bir katilim.
Bu bir intihar notu. Benden sonra gelenler okuyup ıslah olsun diye. Gerçi bu insanoğlu düşünen hayvan değil, iflah olamayan hayvan. Aynı benim gibi. Olanları anlatıp bu sayfayı bitirdikten sonra bileklerimi kesip bu hayata gözlerimi yumacağım.
Auschwitz’de daha yeni bir IG Farben fabrikası açıldı ve tabii ki ben de orada kaydım bulunduğundan orada çalışmaya başladım. Yaptığımız şey basitti. Hidrojen siyanürü odalara yollamak. Ben genelde kondüktör kokpitinde görev yapıyorum. Buradaki görevim zehirli Zyklon B (Hidrojen sülfür) gazının hangi odaya gideceğine karar vermek. Şimdi de bu gazı taşıyan boruların çalışma mantığını anlatayım. Toplamda dört kondüktör odası ve bu odalardan kontrol edilen ikişer oda yani toplam sekiz oda var. Bense iki odadan sorumluyum. Gaz ilk başta tek bir borudan geliyor sonra boru iki uca ayrılıyor ve bir uç bir odaya diğer uçsa diğer odaya gaz veriyor. İşte tam bu tek borunun ayrım noktasında iki kapakçık var. Biri bir odaya gaz gitmesini engelliyor diğeriyse öbür odaya. Biz bunu genelde temizlikçi kapolar cesetleri almaya geldiğinde kapıyoruz ancak bir sorun var. Kapaklar aynı anda bir teknik aksaklıktan ötürü kapanamıyor. Bu yüzden de kapolar önce bir odayı daha sonra biz diğer odanın kapakçığını kapattığımızda diğer odanın içini temizliyorlar. Dolayısıyla aynı anda en fazla bir kapakçık kapalı olabiliyor ve diğeri açık oluyor.
Yine normal bir gündü bugün. Ben yine kondüktör odasında kahvemi yudumlarken iki tane müfettiş profesör odayı incelemeye geldi. Diğer odadaysa bir grup Yahudi vardı ancak öldürülüp öldürülmeyecekleri belli değildi. Çünkü bazen yeni gelenler gaz odalarına alınsa da azat edilip işçi olarak çalıştırılabiliyor. Ben kahvemi içerken dirseğim kazara gaz verme butonuna çarpmış. Ben bunu hemen fark ettim çünkü uyarı olarak bir zil sesi duydum. Daha sonra hemen gazı durdurma düğmesine bastım ki o telaşla çok hızlı vurunca düğme içine göçtü ve çalışmadı. İşte o an önümde iki seçenek vardı. Gazı iki odadan birine verecektim. Kararsızdım. Aklımın içi karmakarışıktı. İki profesörü mü öldürecektim yoksa bir avuç Yahudi’yi mi ya da her ikisini de mi? Düşünecek pek zamanım olmadığından sayıları yaklaşık onu bulan Yahudileri öldürmeyi tercih ettim ve hepsi oracıkta öldüler. Belki -eğer ben o hatayı yapmasaydım- aralarından bazıları bugün yaşıyor olabilirdi. Ben bir katilim, lanetlenmiş bir katil.
Bugün benim bu aşağılık dünyadaki son günüm. Tanrı’ya inanıyorsam neden intihar ediyorum? Bence bana bu kaderi takdim eden tanrı beni intihar ettiğim için cezalandırmaz. Öyle umuyorum. Hoşça kal dünya, hoşça kal güneş ve günışığı. Son kez sana bakıyorum güneş ve senin tatlı günışığına. O günışığı tenimi okşuyor. Baştan çıkarıyor beni ancak artık sonsuzluğa karışmanın zamanı geldi. Bu kadar acıya sebep olan kişi bensem ben artık yaşamamalıyım. O profesörler şimdi beni kutluyorlar ama ben övgü veya takdir meraklısı değilim. Ben bir katilim ve sana bir katil olarak veda ediyorum acıların yuvası, elveda.
Alfred başını defterinden kaldırdı. Gözünden birkaç damla yaş akmıştı ve şöyle dedi kendi kendine "Keşke, keşke bir şansım daha olsaydı ve keşke..." duraksadı. Daha sonra zamanın su gibi akıp gittiğini ve vaktin öğlene geldiğini fark etti. İçeri girdi ve biraz su içti sonra yine "Keşke..." deyip iç çekti. Daha sonra kapısının tıklatıldığını işitti ve kapıya yöneldi. Gelen Karl'dı. Karl hemen söze girdi. "Ey kadim dost senle konuşabilir miyim?" dedi, Alfred şaşırmıştı. Aslında canı pek de konuşmak istemiyordu ama el mahkûm "Tabii." cevabını verdi. Bahçeye geçtiler ve oturdular. Alfred kendisine ve Karl'a birer fincan çay doldurdu ve Karl, Alfred yerine geçer geçmez söze girdi.
-Karl: Ey kadim dost, son bir maruzatım olacaktı. Söylesene bana ihanet veya hainlik nedir?
-Alfred: (irkilmiş şekilde) Kabulü olmayan günahtır.
-Karl: Peki sen hiç ihanet ettin mi?
-Alfred: Maalesef bundan kırk sene önce. Ama bundan çok pişmanım.
-Karl: Özel değilse kadim dostum, benle paylaşır mısın? İhanetin nasıl bir şey olduğunu anlamak için yanıp tutuşuyorum.
-Alfred: Emin değilim ama artık iş işten geçti. Öyleyse anlatmamanın pek de bir alemi yok.
-Karl: Peki öyleyse söz sizin.
-Alfred: Bundan kırk sene önce Nürnberg Mahkemeleri oldu biliyorsundur. Bir gün evime savaş bittikten sonra bir kâğıt geldi ve kâğıtta beni Nazi yurtlarına sokan ve beni koruyup kollayan bir ağabeyimin lehinde veya aleyhinde ifade vermem istendi. Bense onu başıma bütün gelenlerin müsebbibi olmakla suçladı ve aleyhinde konuştum. Benim ifademle hapse girdi.
-Karl: Anlıyorum lakin bu tam olarak ihanet değil. Zaten bütün bu işleri o senin başına açmış değil mi?
-Alfred: Kimse tanrının sözünün üstüne bir söz daha kondurmaz ve biz sadece bu kader yolunun yolcularıyız.
-Karl: Söylesene bana, kader nedir ey dost?
-Alfred: Kader, tanrının önümüze çizdiği yoldur. Hepimiz ister istemez o yolu takip ederiz ancak yol boyunca ne yapacağımızı seçen yine bizlerizdir.
-Karl: Peki kader hep iyi midir yoksa kötü müdür?
-Alfred: İkisi de değil. Bu yol bazen bir sahil kenarından geçer ve günışığı senin tenini okşar. Bazense de en sarp yokuşları çıkmayı zorunlu kılar, seni zemheri kışların ortasından geçirir ama en nihayetinde tüm koşullara karşı önlemini almak senin inisiyatifindedir.
-Karl: Ey dost, beni yine düşünce yağmuruna tuttun. Sağ ol her şey için.
dedi ve Karl bahçeyi terk etti. Alfred ise akşam yemeği vaktinin yaklaşmaya başladığını fark edince üstünü giyindi ve tam odasından çıkarken "Bir şans daha, tek bir şans..." dedi ve yumruklarını sıktı. Tek istediği katil olmamaktı ama nafile. Olan çoktan olmuştu ve olmuşsa yapılacak tek bir şey bile yoktu. Akşam yemeğinde Alfred güzel bir ziyafet çekti ve odasına düşünceli bir şekilde geri döndü. Tam anı defterinden bir sayfa daha okumaya yeltenecekti ki yorgunluktan olduğu yerde uyuya kaldı ve bütün gece rüyasında “tek bir şans” diye sayıkladı. Ve aynı gece Alfred’in duası kabul oldu. Alfred rüyasında kondüktör odasındaydı.
O karar anındaydı Alfred. Her şey biraz daha bulanıktı ama bir hayli gerçekçiydi. Alfred yaşanacakları bildiğinden endişeyle düşünmeye başladı ve bu sefer suçsuz insanları öldürmek yerine Yahudiler’ in katlini isteyen ve bunu çalışanlara mecbur kılan IG Farben profesörlerini öldürmeye karar verdi ancak vicdanı hala rahat değildi ama yapacak bir şeyi yoktu. Yahudilerin gaz odasının kapakçığını kapattı ve tüm Zyklon B gazını profesörlerin odasına verdi. Profesörler oracıkta can verdiler. Alfred’in içi az da olsa soğumuştu ve içinden “Rüya nasıl olsa, birazdan uyanacağım, ben katil değilim!” diye sevinçle geçirdi ta ki iki güvenlik görevlisi arkadan gelip Alfred’i yere serene kadar. Güvenlik görevlileri Alfred’i sürükleyerek hapishaneye götürdüler ve ona yol boyunca “Hain!” diye hitap ettiler. Alfred hiçbir şeyi rüya olduğu için umursamıyordu ama hiçbir şey bu kadar basit olmayacaktı. Tam güvenlik görevlileri Alfred’i hapishane müdürünün odasının kapısına getirmişlerdi ki Alfred uykusundan sıçradı.
Tüm vücudu yıkanmışçasına ter içinde kalmıştı ve Alfred derin bir oh çekti. Daha sonra bağırarak “Sana şükürler olsun tanrım, ben katil değilim!” dedi. Sesi arştan duyulacak kadar yüksekti. Daha sonra gündelik işlerini halletti. İkindi vakti odasına doktor geldi ve yine anestezi uygulayacaklarını söyledi. Doktor garip görünüşlü ve sert yüz hatlı, yakışıklı bir esmerdi. Melez olduğu rahatlıkla söylenebilirdi. Alfred yatağa uzandı ve doktor damarına morfini vermeye başladı. Alfred’in gözleri kapanmak üzereydi.
Alfred yine rüya görüyordu ancak. Ancak… İnanamıyordu. Önceki rüyası devam ediyordu ve hapishane müdürünün kapısındaydı! Alfred o an her şeyin gerçek olduğunu -tabii buna gerçek denilirse- o an kavradı ve bir şeyler yapması gerektiğini hissetti. Güvenlik görevlileri kapıyı tıklattılar ve müdürün “Gir!” demesiyle fevri şekilde içeri daldılar. Hemen bir tanesi konuşmaya başladı “Efendim, bu adam hain. İki IG profesörünün ölümüne sebebiyet verdi efendim. Gözlerimizle gördük!” dedi ve Alfred’i bir güzel silkeledi. Alfred konuşamıyordu ki müdür ona “Konuş!” diye bağırana kadar. Alfred, Wilfried’in arkadaşı olduğunu ve teknik bir aksaklığın buna sebebiyet verdiğini söyledi. Müdür hemen Wilfried’in aranmasını emretti ve Alfred’i nezarethaneye gönderdiler. Alfred kara kara düşünüyordu ancak bu labirentten çıkış yolu yok gibiydi, eğer Wilfried onu kurtaramazsa uzun bir süre burada esaret altında kalacaktı. Alfred, Wilfried’i bekleyemezdi çünkü o da rüyada olabilirdi ve Alfred’i ona ihanet ettiği için hapse daha da uzun bir süre için attırabilirdi. Alfred bu riski göze alamadı ve kaçma yolları aradı. Düşünmekten şakaklarına ağrılar giriyordu ki aklına gardiyanın anahtarını bir şekilde ele geçirmek geldi. İki gardiyan briç oynuyorlardı. Alfred’in aklınaysa parlak bir fikir geldi. “Beyler!” diye seslendi Alfred. “Gelin beraber oynayalım. Ben demir parmaklıkların ardından da oynarım sorun yok. Canım çok sıkıldı.” dedi. İki gardiyan aralarında fısıldaşmaya başladılar ve en sonunda teklifi kabul ettiler. Gardiyanlar Alfred’e bir bardak da kahve koydu. Oyun gayet güzel dönüyordu ki Alfred oyunun yarısında karnının çok ağrıdığını söyledi ve yere eğildi. Gardiyanlar o kadar umursamadı. Alfred, yere eğilmişken gardiyanlardan birinin anahtarını yavaşça aldı ve sonra kalkıp oyuna devam etti. İnandırıcı olsun siye arada bir yine eğilip kalkıyordu. Briç akşama kadar sürdü ve gardiyanlar en sonunda yorulup odalarına döndüler. Bununla birlikte Alfred’e gün doğuştu artık kaçabilirdi.
İşte tam bu noktada Alfred nefes nefese rüyasından uyandı. Doktorların gittiğini gördü ve derin bir iç çekti. Yine oldukça terlemişti. Defterini koltuğun üstüne fırlattı ve başını iki elinin arasına alıp ne yapması gerektiği hakkında düşünmeye başladı. Alfred’in bir daha o evrene dönüp kaçması lazımdı bu yüzden hemen uykuya daldı ve kendini kurtarmaya çalışmaya atıldı. Alfred artık sürekli uyuyup kendini aklamak istiyordu.
Alfred için her şey yine ilk başta biraz bulanık gelmişti ama buna çabucak alıştı ve etrafını süzdü. Gardiyanlar gitmişti. Hemen anahtarla demir parmaklıklı kapıyı açtı ve çıktı ama şimdi ne yapacağını bilmiyordu. Sağda bir acil durum kapısı vardı, kapıyı açtı ve tam koşacakken karşısında müdürü buldu müdür hemen Alfred’e kelepçe taktı ve nezarete geri gönderdi. Ceplerini karıştırdığında anahtarı da buldu ve gardiyanları bu konuda uyardı. Alfred’in eli artık kelepçeliydi ve ne yapacağını bilmiyordu. Yalnızca bir varil misali odanın bir yanından diğer yanına yuvarlanıp duruyordu. Tüm planları başına çalınmıştı ve Wilfried gelene kadar olan nezaret süresi iki katı uzamıştı. Artık çareler tükenmişti ve Alfred umudunu kesmişti. Bir iki günü böyle geçti. Rüya aleminde günler de daha hızlı geçiyordu. Ayrıca ceza olarak Alfred’e yemek ve su verilmiyordu. Alfred yerde umutsuzca yatarken önünden geçen siyah maskeli biri Alfred’e iki tane anahtar atıp oradan uzaklaşmaya yeltendi ki gitmeden dönüp “Hainler cezalandırılacaktır.” diye fısıldayıp koşmaya devam etti. Alfred ilk anahtarı kullanarak zorlukla da olsa kelepçesini çıkardı ve sıra ikinciye geldi. İkincisiyle demir parmaklıklı kapıyı açtı ve koşarak acil çıkış kapısından kaçmayı başardı ve tam o anda uykusundan uyandı.
Yine nefes nefeseydi ve zorlukla soluyordu. Rüyasında siyah maskeli adamın kim olduğunu düşünmeye vakit bulamasa da artık vakti vardı. Sabah olmuştu. Kahvaltıya gitmedi ve bahçede oturup düşünmeye başladı. Kim olabilirdi bu kurtarıcı? Ayrıca söylemlerinden Alfred’e kin duyduğu belliydi ya da sevgi. Zaten bunlar iç içe değil miydi? Her sevgi içinde nefreti barındırmaz mıydı? Alfred bunları düşünürken yanına Karl geldi ve Alfred’e neden kahvaltıya gelmediğini sordu. Alfred ise işinin olduğu yanıtını verdi. Bir süre konuştular ve hastanenin en üst katından birinin intihar ettiğini söyledi Karl. Alfred nasıl bir şey olduğunu anlamadı ve konuşma böylece daha derin bir evreye evrildi.
-Karl: Biliyor musun adam nasıl ölmüş?
-Alfred: Hayır bilmiyorum. Senin bir bilgin var mı?
-Karl: Nasıl olduğunu kimse bilmiyor. Çoğu kişi hastanenin çatısından atladığı kanaatinde. Yerde sadece siyah maskesi ve kan bulunmuş. Bedeni kayıp.
-Alfred: Bedeni mi kayıp? Nasıl olur! O yükseklikten düşen birinin yaşama şansı hiç yok. Peki maske nerede biliyor musun?
-Karl: Biliyorum. Hala hastanenin zemin katında. Polisler bir torbaya koydular. İstiyorsan seni oraya götüreyim.
-Alfred: Gidelim. Benim için çok önemli.
İkili olay mahaline gitti ve şeffaf torbadaki maskeyi gördüler. Alfred bu maskeyi tanımıştı. Bu maske… Rüyasındaki adamın maskesiydi. Alfred birden sağına soluna baktı ve Karl’ın çoktan ortadan kaybolduğunu gördü. “Serseriler ilgi çekmeye çalışıyor, bari ben de gideyim.” dedi polislere. Polisler onu pek de umursamadı ve ona meczup gözüyle baktılar. Alfred odasına gitti ve yatağına oturup düşündü. Ne yapmalıydı? Şimdi uyuyamazdı çünkü daha öğlen saatleriydi ve uykusu yoktu. Düşündü ve morfin bulmak aklına geldi. O maskeli adamı bulacaktı. Çok irkilmişti ama artık kaybedecek bir şeyinin olmadığını düşünüyordu. Hemen parmak uçlarında yürüyerek yavaş yavaş hemşire odasına girdi ve birkaç paket morfinle iki adet şırınga çaldı. Daha sonra yavaş yavaş odasına yürüdü. Kimse onu fark etmemişti. Derin bir oh çekti. Morfinlerden birini ve şırıngaların birini aldı. Diğerleriniyse yatağının altına fırlattı. Hemen morfin paketinden iğneyi aldı ve şırıngaya yerleştirdi. Daha sonra kendine morfini tek seferde enjekte etti. Hemen tüm delilleri ortadan kaldırmak için her şeyi çöp kutusuna attı. Bedeninin uyuştuğunu hissediyordu ve kendini zar zor yatağına attı. Yine kendini hülyalarının ortasında bulmuştu.
Artık özgürdü. Hapishanenin dışındaydı. İstediğini yapabilirdi. Hemen aklına yengesini gömdüğü yerin yanındaki kulübeye gitmek geldi koşmaya başladı. Kulübeye vardığında yengesinin mezarının başında yine siyah maskeyi gördü. İrkildi ama bunun üzerine düşünebilecek kadar vakti yoktu. Kulübeye girdiğinde kulübede yaşayan ihtiyarla karşılaştı ve ihtiyarın yüzüne yumruk attı ve adam böylece yere serilmiş oldu. Adam “Almanlar evime tecavüz ediyor.” diye feryat etmeye başlayınca Alfred, adamın askerleri buraya çekmesinden korkup dışarıdan aldığı kürekle adamın kafasına defalarca kez vurdu. O vurdukça adamın kafasından akan kan Alfred’in üstüne artan miktarlarda sıçrıyordu. Alfred’in üstü başı kan olmuştu. “Ben katilim. Katilim ben!” diye bağırdı ve yerde diz çöküp ağlamaya başladı. Kanlı elleriyle gözyaşlarını sildi. Daha sonra adamın üstü temiz olduğundan kendi üstüyle adamınkini değiştirdi ve adamı yengesinin yanına gömdü. Daha sonra hava kararmaya yakın evin içine girdi ve adamın çekmecelerini karıştırmaya başladı. Tüm çekmecelere bakıp silah arıyordu ki en alt çekmecede adamın kimliğini buldu. Kimlikte Hermann Schwanken yazıyordu. Alfred sarsıldı ve sendeleyip yere düştü. Kafasını sandığa vurdu ve orada bayılıp kaldı.
Bununla birlikte rüyasından uyandı ki başında hemşireler vardı. Alfred’in elleri ve kolları aşırı derecede titriyordu ve istemeden “Bana Caedes’ten kahve getirin, lütfen bana bir çikolatalı kahve.” diye sayıklıyordu. Daha sonra aldığı sakinleştirici iğnelerle az da olsa kendine geldi ve ayıldı. Temizlikçiler yatağın altındaki morfinleri bulmuşlardı ve hemşirelere durumu bildirmişlerdi. Doktorlar geldiler ve Alfred’i gözetim altındaki odaya sevk ettiler ve morfin tedavisini sonlandırma kararı aldılar. Alfred artık içinde birer hemşir ve hemşirenin bulunduğu bir odada gözetim altındaydı ve sürekli uyumaya çalışıyordu. Ve odaya getirildiğinde akşam olduğundan hemen uykuya daldı.
Hülyasında kafası kanıyordu hemen kıyafetini çıkarıp başına sardı ve kanamayı durdurmaya çalıştı. Daha sonra kulübenin küçük penceresinden dışarı bakınca Alman askerlerinin onu aradığını gördü ve ne yapması gerektiğini düşündü. İntihar mı etmeliydi. Niçin etmemeliydi. Önünde engel var mıydı? İntihar neydi? Bir yenilginin kabullenilişi mi yoksa onurlu bir elveda mı? Tüm bunlar beynini kurcalıyordu, silahı aldı. Kafasına dayadı ve tam sıkacakken içeri bir Alman askeri daldı ve Alfred silahla askeri vurdu. Askerin yanına yattı ve ona sarılıp ağlamaya başladı. Tamamen dağılmıştı. Artık intihar bile önemsizdi. O lanetli bir adamdı. Alfred’i gören diğer Alman askerleri onu hem sürükleyerek infaz kurumuna götürdüler. İlk önce infaz kurumunun müdürü ona neden bunu yaptığını sordu. Alfred sustu. Bir daha sordu. Bir daha sustu ve en son müdür onun işkence odasına götürülmesini emretti. Alfred için son artık yaklaşıyordu. Tam işkence odasının kapısına geldiğinde rüyası bitti ve uyandı.
Gözlerinden yaşlar akıyordu. Alfred’in dayanabilecek gücü kalmamıştı. Koluna bağlı serumları söküp attı. Kollarından kanlar gelmeye başladı. Hemşireler o sıra balkonda çay içiyorlardı ki sesle beraber Alfred’in yanına gittiler. Alfred kan kaybından çoktan bayılmıştı. Hemen sedyeyle Alfred’i acil bölümüne götürdüler ve oğlu Paul’a haber verdiler. Paul haberi aldığı sırada kumar masasındaydı ve el bitene kadar oradan ayrılmadı. Sonrasında çabucak çocukları ve karısını da alıp hastaneye gittiler ve Alfred için yürekleri ağızlarında beklemeye başladılar.
Alfred beklenenin aksine hayata tutundu. Bir hafta gözetim altında tutuldu ve bu bir haftada Alfred’de bazı gariplikler gözlemlendi. Sürekli uyumaya çalışıyor veya babasıyla -kendi kendine- konuşuyordu. Daha sonra psikiyatri servisine nakledildi ve doktor Paul’a hiç iyi haberlerle dönmedi. Alfred’e odada beklemesini söyledi doktor ve çıkıp Paul’la konuşmaya başladı.
“Babanız iyi değil Bay Schwanken. Babanız derealizasyon çerçevesinde günün neredeyse büyük çoğunluğunda psikozlar geçiriyor. Daha net söylemek gerekirse babanız gerçeklik algısını tamamen kaybetmiş durumda. Babanız şu an sizinle aynı dünyayı paylaşmıyor. Geçmişiyle bugünü birleştirdiği kafasındaki ortak bir dünyada yaşıyor. Hayali insanlar yaratıyor. Çevresindeki çeşitli imgeleri bağdaştırıyor ve… babanız artık akıl sağlığını kaybetmiş durumda. Delirmenin tam eşiğinde ve bu benim anladığım kadarıyla uzun bir süredir böyle. Babanız gerçek bir hayat yaşamıyor bayım, hatalarından sıyrılmak istediği imgesel bir dünyada hayatı ellerinden kayıyor ve çok üzülerek söylüyorum onu bir psikiyatri kliniğine kapatmak çözüm olmaz. Kendine zarar verme olasılığı pek yüksek. Naçizane tavsiyem onu tımarhane hücresine yatırmanız.” dedi. Paul ise gözünden akan birkaç damla yaşı sildi ve “Pekâlâ.” dedi. Artık yapılabilecek bir şey yoktu. Babasının son günlerini tımarhanede geçirmesini istemiyordu ama öbür türlü her şey daha kötü olacaktı. Alfred birkaç gün daha gözetimli odada tutuldu. Bu üç dört gün içinde ağızından tek bir kelime çıkmadı ve sadece beyaz bir duvara bakıp durdu. Daha sonra Alfred’e deli gömleği giydirdiler ve hücreye attılar. Sophia, Paul ve torunları hüngür hüngür ağlıyorlardı ama ellerinden en ufak bir şey gelmiyordu.
Hemşireler Paul’a bir valiz içinde Alfred’in eşyalarını verdiler. Paul’un iki şey dikkatini çekti, daha önce hiç görmediği bir anı defteri ve siyah bir maske. Anı defterinin yazılı son sayfasını okudu. Sayfada tek bir cümle vardı:
“İnsan, insana ancak insan olarak bakmayı öğrendiğinde gerçek anlamda insan olacak ve velilere meczup denmeyecek.”
Alfred bundan bir hafta sonra hayatını kaybetti.
Yorumlar