Platon’un Epistemolojisi
- Mert Ali Aytaç
- 16 Eyl
- 13 dakikada okunur
Platon, çoğu akademisyence ilk epistemolog olarak kabul edilir. Bilindiği üzere Platon felsefesini Sokrates’i konuşturarak diyaloglar üzerinden işler ancak bunların ne kadarının Sokrates’in ne kadarının Platon’un görüşlerini yansıttığı belirsizdir. Genelde uzmanlar gençlik dönemi diyaloglarının (bahsedeceğimiz diyaloglardan Menon ve Phaidon böyledir ancak Platon’u yansıttıkları kabul edilir.) Sokrates’i yansıttığı kanaati üzerinde ittifak etmişlerdir. Biz ilk sistematik epistemolog olan Platon’un önce iki gençlik-olgunluk dönemi diyaloğunu (önce Menon sonra Phaidon) sonra bir geçiş dönemi diyaloğu olan Devlet’in V. Kitabını ve en sonunda bir yaşlılık dönemi diyaloğu olan Theaitetos’taki epistemolojik vurguları kronolojik bir biçimde gelişimci[1] (developmantalist) bir bakış açısıyla ele alacağız. Ancak şu unutulmamalıdır ki Platon’un epistemolojisi, varlık teorisi ve psikolojisinden ayrılmaz bir parçadır ve bu üçü birbirini tamamlar.
Platon’un erken dönem epistemolojisinde Sokrates, bilgi (episteme) ile bilgeliği (sophia) eşleştirme niyetindedir. Sokrates’in bu bilgeliği erdemlerle ilgili bir bilgeliktir. Ayrıca Sokrates’in epistemolojik olarak şüpheci bir tavır takındığı söylenemez, çoğu kez kendinin bilgiye sahip olduğunu veya başkalarının bilge olduğunu söylemiştir. Sokrates’in bilmediğini iddia ettiği bilgi türü erdemlerin ne olduğunun sınırlarını çizen türden bir bilgidir ve Sokrates bu bilgiyi bilmediğini bildiği için hakkında en bilge kişi kehanetinde bulunulduğunu söyler. Sokrates akademisyenlerce “uzman olmayan bilgi” olarak adlandırılan bilgiye sahiptir. Uzman bilgiyse Sokrates’in bilgi sahibi olmadığı en önemli şeyler veya erdemler hakkındaki bilgilerdir. Sokrates bilgi derken genellikle yaşam bilgisini veya uzman bilgiyi kasteder. Ayrıca Sokrates insanların epistemolojik iyileşmeyi (yeni şeyler öğrenebilmek, bilgi edinebilmek) müşahede edebilecekleri kanaatindeydi.
Menon diyaloğunu incelemeye tabi tuttuğumuzda Platon’un “hatırlama (recollection) kuramı” ile karşılaşırız. Bu kuram özellikle erken dönem için önem arz eder. Peki, bu kuram nasıl ortaya çıkmıştır? Diyaloğun orta kısımlarında diyaloğun ana karakterlerinden Menon bir paradoks öne sürer(80d): Öğrenme Paradoksu. Burada Menon şunu sorar: Eğer bir şey hakkında hiçbir şey bilmiyorsak (erdemi kastediyor) onu nasıl araştırabiliriz? Daha da açık olmak gerekirse bilmediğimiz bir şeyi (erdemi) bilmediğimizi nasıl biliyoruz? Bu paradokstan kurtulmak gerçekten güçtür ancak bu noktada Sokrates “hatırlama kuramını” öne sürer(81d). Bu kurama göre insan bazı şeylerin bilgisine önceki hayatlarından sahiptir ve bu bilgiler yeni hayatında örtük olarak zihninde (ruhta) bulunur ve çeşitli çağrışımlar yardımıyla bu bilgi hatırlanır. Yani önceki hayatlardan gelen bilgi ortaya çıkarılır dolayısıyla bilmemek yoktur.
Peki, bu kuram hangi kabulleri gerektirir? Pisagorcuların iki temel kabulüne dayanır bu kuram. Bunlardan ilki benzerin benzerini bildiği kabulüdür, bu kabul bize benzerin benzerini anlayacağını söyler mesela ruh kendi benzeri olan formları veya ideleri algılarken beden nesneleri veya imgeleri yani dünyaya ilişkin şeyleri algılar. Peki, form nedir? Formlar, kusursuz ve zihinsel imgelerdir. Mesela hepimizin zihninde bir at formu vardır, bu kusursuz bir attır ve dünyadaki tüm atlar onun kusurlu örnekleridir. Bizim tüm atları at olarak tanımlamamıza yol açan bu kusursuz at imgesidir. Tüm imgeler bu kusursuz imgenin benzerleridir biz de bu benzerleri kusursuz olana benzetiriz. Platon bunu mağara alegorisi (benzetmesi) ile açıklığa kavuşturur. Bu benzetmede bir mağara duvarına ışık yardımıyla çeşitli kuklaların gölgeleri yansıtılır ve mağara insanları bu gölgeleri gerçek sanır. Buradaki gölgeler form olan kuklaların kusurlu örnekleridir ve mağara insanları dünyadaki insanları temsil eder. Aralarından bir insan düzeneği anlar ve mağaradan çıkar böylece artık gerçek imgelerle, kusursuz olan form dünyasıyla karşılaşmıştır. Arkadaşlarını bu gerçek form (eide) dünyasını görmeye davet eder ancak onlar mağarada kalmakta ısrarcıdır. İşte mağara alegorisi budur. İkinci kabule gelecek olursak bu kabul doğanın kardeşliği (varlıkta homojenite) kabulüdür ve bize tüm varlığın tek bir düzenin ve iyi formunun bir yansıması, bir ürünü olduğunu söyler. Platon bu iki kabulü Pisagorcular’dan aldığı halinde ufak değişiklikler yaparak kuramına uygulamıştır.
Peki, bunları hatırlama (anamnesis) kuramına ekleme gereği neden haiz olmuştur? Bunun sebebi bu kuramdaki bazı sorunlardır. Bu sorunlardan biri, ilk defa bilginin ne zaman öğrenildiğidir. Çünkü eğer biz a priori[2] (doğuştan gelen) bilgiyi a posteriori (sonradan deneyimlenen) bilgi gibi değil de önceki hayatlarımızdan elde ediyorsak ilk defa nasıl bu bilgiyi elde ettiğimiz bizim için bir teselsül (nedenlerin sonsuzluk döngüsüne girmesi, mantıksal olarak muhaldir, imkânsızdır) problemi meydana getirir. Bunu çözmek için Platon ilerleyen diyaloglarda (Phaidon’da) bu iki kabulü kurama dahil etmiş ve böylece bu sorundan sıyrılmaya çalışmıştır. Sıyrılma mantığı da şudur: insan her seferinde yeniden doğmadan önce formlarla karşılaşır ve onları öğrenir (temaşa eder, seyreder) daha sonra yeniden doğup bedene büründüğünde bunları unutur. Bu sebeple anımsama kuramı insan bedene bürününce haiz olur. Ayrıca yine benzerin benzerini bildiği kabulüne dayanan bir diğer noktaysa ruhun ölümsüzlüğüdür. Buna göre form dünyası ebediyse onu bilen ruh da ebedi olmalıdır çünkü bu ikisi benzeşirler. Platon bahsettiğimiz iki kabule dayanarak Phaidon’da bu iki noktayı kuramına bina eder. Şimdi diyaloğun akışına geri dönelim.
Hatırlarsanız Sokrates en son “Çünkü araştırma ve öğrenme gerçekte hatırlamadır.” (81d) demişti ve sonra Sokrates bu iddiayı kanıtlamak adına Menon’un çocuk kölelerinden birine 2 ayak (60cm) 4 kenara sahip bir kareyi nasıl iki katına çıkarabileceğini sorar ve bir kenarının 2√2 olduğu sonucunu çocuğa sorular sorarak sözel olarak buldurur. Bu Sokrates için hatırlama kuramının zaferidir çünkü geometri adına hiçbir şey bilmeyen bir köle geçmiş hayatlarından edindiği örtük bilgiyi sorular vasıtasıyla ortaya çıkarmıştır. Burada hatırlanan bilgi malumattır ve uzman bilginin temelinde yatar.
Modern epistemolojide bilgi gerekçelendirilmiş doğru inanç olarak kabul edilir. Aslında biz bu bilgi tanımının locus classicus’unu (klasik örneğini) Menon diyaloğunda bulabiliyoruz. Menon ve Sokrates arasında şöyle bir diyalog geçiyor(97b):
SOKRATES: Şöyle açıklayabilirim: Bir insan Larissa’ya ya da başka bir yere nasıl gidileceğini biliyorsa, diğer insanları oraya götürürken iyi bir yol göstericidir. Sanırım, buna itirazın yoktur.
MENON: Tabii ki yok.
SOKRATES: Diğer yandan bir insan oraya nasıl gidileceğini bilmemesine rağmen, hangi yoldan gidileceği konusunda doğru bir öğüt verirse, o da iyi bir yol göstericidir, değil mi?
MENON: Elbette.
SOKRATES: O, diğer kişinin doğru bildiği konular hakkında doğru inançlara sahip olduğu sürece en az bilgiye sahip olan kimse kadar iyi bir yol göstericidir.
MENON: Haklısın, en az diğeri kadar iyi yol gösterebilir
SOKRATES: Bu durumda doğru inanç, doğru bilgi kadar iyi yol göstericidir(…)
Burada aslında Sokrates doğru inancın (tahminin) pratikte bilgiyle aynı işlevi göreceğine dair bir özdeşlik kuruyor. Bu noktada Menon ona doğru inanç ve bilgi arasındaki farkı soruyor ve Sokrates ona şu sözleri söylüyor: “ Bu nedenle düşünülerek bulununcaya yani bir yere bağlanıncaya kadar, onların (doğru inançların) fazla bir anlamı yoktur.” (98a). Yani burada Sokrates bilginin gerekçelendirilmiş doğru inanç olduğunu söylüyor ve ne kadar pratikte aynı işlevi görseler de gerekçelendirilmediği sürece doğru inancın pek de bir anlamı olmadığını söylüyor. Platon ne kadar daha sonrasında bu görüşü terk etse de Menon’da modern epistemolojideki bilgi tanımı için yeterli malzemeyi bulabiliyoruz.
Phaidon diyaloğundaysa ne kadar epistemik iyimserlik (yeni şeyler öğrenebilme) ve hatırlama kuramı korunsa da bilinenin doğasına dair ufak değişiklikler yapılır. Ayrıca iki temel kabule dayanan iki nokta kurama eklenir. Sokrates diyalogda bedenden kaçışsın saf bilgi olan formların bilgisine ulaşmak için tek yol olduğunu savunur ve bu kaçış ancak duyguları ölçülü yaşamakla ve tutkuları veya arzuları dizginlemekle mümkündür. Ayrıca Kebes, Sokrates’e epistemik iyimserlik konusunda meydan okur ve bu kaçışın zorunlu olmadığını bunun yerine saf bilgiye ulaşmanın imkânsız olabileceğini savunur. İşte bu epistemik kötümserliktir ve Sokrates yine analojik[3] argümanlarla Kebes’in iddiasını çürütür ve Simmias’a eşit gözüken tahta parçaları üzerinden aslında “eşitlik” olgusunun tahta parçalarına yani imgelere (kusurlu nesneler der Sokrates) ait bir özellik olmadığını ve eşitliğin formundan kaynaklandığını söyler(74). Ayrıca ölmeden önce formlarla karşılaşma olgusu daha fazla öne çıkarılır ve bahsettiğimiz iki okta kurama eklenmiş olur. Ayrıca ruhun beden gibi dağılmadığı ve benzerlik kabulü doğrultusunda kendi gibi aynı kalan şeyler olan formları bildiği ve bedeninse ancak kendi gibi dağılan yani değişen veya yok olan imgeleri yani kusurlu nesneleri bildiği söylenir. Lakin bu “ilk defa ne zaman öğrendik” problemine değinilmez ve sürekli yaşam ölüm döngüsü ve dengesinden bahsedilerek konunun ısrarla üstü örtülür. Ayrıca artık tüm ruhlar bilgedir çünkü hepsi formları doğmadan (bedene bürünmeden) önce öğrenmişlerdir ve cehalet artık sadece bunları, öğrenilmiş form bilgilerini, hatırlayamamaktan ibarettir yani saf cahillik ortadan kalkmıştır.
Phaidon diyaloğu anlattığımız Platon’un erken epistemolojisinden yeni bir epistemolojiye geçişin sinyallerini verir. Bu geçişin nedeni “ilk öğrenme teselsülüdür (sonsuzluk problemidir)”. Bu söylemimi biraz daha açmak isterim. Menon ve Phaidon diyaloglarında genel bağlamda bir “doğuştan içerik” söz konusudur yani formların içeriği bize her seferinde doğuştan gelmektedir ancak Platon bahsettiğimiz sonsuza giden öğrenme döngüsü problemini aşmak amacıyla bundan vazgeçer ve doğuştan içerik yerine epistemolojisinin temeline “doğuştan kapasiteyi (yetiyi[4])” koyar. Bu yeni kurama göre önceki hayatlarımızın birinde, bedene bürünmüş haldeyken, bedeni terk edip formlarla karşılaşırız ve onları öğreniriz ve bu döngü her seferinde tekrarlanmaz, bir kere önceki hayatlarımızın birinde (muhtemelen ilkinde) olur ve gelecek hayatlarımıza aktarılır. Böylece Platon “ilk öğrenme” probleminden sıyrılır. Artık doğuştan içerik yoktur, önceki hayatlarımızın birinde elde ettiğimiz ve bizi çoğunlukla doğruya yönelten ve yaşamdan yaşama aktarılan bir kapasite olan doğuştan kapasite (dunameis) vardır. Devlet’in V. Kitabında bize tam olarak bu kuram sunulur.
Bu kitapta kapasitenin aslında zıt (karşıt) formların üzerine (epi) kurulduğu söylenir. Daha sonra kapasitenin mahiyetine değinilir ve kapasitenin aynı görme ve duymada olduğu gibi durumlar ürettiği söylenir. Buradaki “durumlardan” kastımız nedir? Mesela görme yetisini (kapasitesini) düşündüğümüzde bu yeti imgeyi (nesneyi) görür ve “görme” durumu üretilir ve aynı şekilde bilme yetisi formu bilir ve “bilme” durumu üretilmiş olur. Yani kapasiteler durum üretici konseptlerdir. Temelde Platon epistemolojiye dair iki konsept önerir: bilme ve sanma. Bilme kapasitesinin konusu veya nesnesi episteme (bilgi) veya bir diğer deyişle formlardır. Sanma kapasitesinin konuş veya nesnesiyse doxa (sanı) veya bir diğer deyişle kusurlu imgeler veya nesnelerdir. Platon bu noktada bilimin bilme kapasitesiyle ilgili olduğunu ve sanma işinin sanma kapasitesiyle ilgili olduğunu söyler ve der ki bilim, bilmek (var olmak) ve bilmemekle (yok olmak) karşılaştırdığımızda bilmeye daha yakın bir konsepttir ancak sanma işi bilmekle bilmemenin arasında bir yerdedir çünkü gerekçelendirme yapmadığı için bilgi olamaz ama bilmemek de değildir, bunların arasında bir yerdedir(478c, 478d, 479d). Platon’un bu eşleştirmesi yerindedir çünkü bilim gerekçelendirmeye dayanır bu yüzden gerekçelendirilmiş doğru inanç olan epistemeyi anlama işidir, sanıyı ise bir rüyaya benzetir çünkü rüyanın gerçekliği ne inkar edilebilir ne de kabul edilebilir(476d). Peki kapasitelerin ürettiği durumlar neye ilişkindir: özneye mi nesneye mi? Daha da açmam gerekirse görme durumu görene ilişkin olarak mı ortaya çıkar yoksa görülene ilişkin olarak mı? Görme tabii ki görenden dolayı görmedir bu sebeple Platon bilmenin de bilinene değil bilene dair olduğunu söylemiştir. Ayrıca burada doğuştan içerik ve kapasiteyle ilgili ufak bir nüansa değinmekte fayda görüyorum. Doğuştan içerikte hatırlarsanız formlar bilgiydi ancak kapasitede formun kendisi bilgi değildir, formu kavrayıp onu tikellere işletebilme (imgelere benzetebilme) yetisi bilginin ta kendisidir. Son olarak Devlet bahsini kapatmadan önce Platon’un özellikle bilgi kavramını formlara ilişkin bir işletme becerisi olarak gördüğünü ve bu kabiliyeti yanılmaz (anamarteton) ve insanı doğruya, hakikate ulaştıran bir şey olarak gördüğünü unutmayalım.
Theaitetos diyaloğu Platon’un yaşlılık dönemine rastlar ve epistemoloji üzerine müstakil olarak yazdığı tek diyaloğudur. Bu sebeple Platon’un her döneminden bazı izler barındırdığını ve Platon’un epistemoloji üzerine olan düşüncelerinin olgun bir halini yansıttığını söyleyebiliriz. Diyaloğun ana konusu “Bilgi Nedir?” Sorusudur ve tüm konu bu soru üzerinden işlenir ancak bazı yerlerde konu başka yerlere de evrilir. Ancak diyaloğun konusu her daim bilginin ne olduğu üzerinden işlenir. Bu noktada diyaloğun gidişatına göre konuyu anlamaya çalışmak ve görüşleri analiz etmek bizim için en iyi yöntem olacaktır.
Öncelikle diyalogda Sokrates, Theaitetos’tan bilgiyi tanımlamasını ister ve Theaitetos bilgiyi “algı” olarak tanımlar, sonrasında Sokrates klasik “bilgelik ebeliği” yöntemiyle hakikati doğurtmaya ve bu iddiayı çürütmeye çalışır. Bu noktada bazı paralellikler veya bir diğer deyişle başka görüşlerle korelasyonlar kurmaya çalışır. Her şeyin akmakta olduğu yani değiştiği görüşünü (Herakleitos’un kanaatidir), tüm her şeyin ölçüsünün insan olduğu yani tüm kavramların kişiden kişiye göre değiştiği dolayısıyla objektif hiçbir kavrama sahip olmadığımız görüşünü (ünlü sofist Protogoras’ın kanaatidir) ve bilginin algı olduğu görüşünü birbirleriyle bağdaştırır. Bu noktada Sokrates renklerin de hayvandan hayvana farklı algılandığından bahseder ancak objektif olarak o nesnenin bir rengi olduğunu ve bunun bilgi olduğunu söyler(154). Ona göre bilgi objektif, form dünyasının gerçekliğidir. Bilgi hiçbir şekilde yanılmaz lakin algılar yanılır ve objektif gerçekliği farklı biçimlerde algılayabilir. Platon böylece algıyla bilginin farklı şeylere işaret ettiğini söyler. Toparlayacak olursak tüm her şeyin ölçüsünün insan olması demek aslında güzelliğin olmadığı anlamına gelir, bu görüşe göre güzellik insandan insana değişir bu sebeple objektif bir güzellik yoktur ancak Sokrates bunu reddeder ve objektif güzelliğin form dünyasında var olduğunu ve bu objektif formun inancına sahip olmanın “bilgi” veya episteme olduğunu, ancak bu objektif formun duyuyla algılanışı olan “algının” bilgi olmadığını ve bu algının kişiden kişiye değiştiğini iddia eder. Protogoras’ın bu görüşüne göre doğru ve yanlış da insandan insana değişmektedir bu yüzden doğru veya yanlış yoktur ancak iş inançlara geldiğinde veya gerekçelendirilmiş doğru inanç olarak kabul edilen bilgiye gelince doğru veya yanlış vardır. Yani algılar değişkendir. Bununla ilgili bir de örnek verir(159). Örnekte şarabı içen hasta kişiyle sağlıklı kişinin alacakları tadın yani duyumun yani algının farklı olacağı ancak şarabın objektif bir tada yani bilgiye sahip olduğu söylenir. Bir başka örnek de barbarların diliyle ilgilidir, Sokrates burada barbarların dilini duyduklarını yani onu algıladıklarını ancak onu tam manasıyla anlamadıklarını yani bilmediklerini söyler(163). Buradan da her algılanan veya duyum olan şeyin bilgi olmadığı sonucuna gider. Özetle bilgi değişmez ve objektiftir ancak algı değişir bu yüzden algı, bilgi olamaz.
Onun haricinde erken dönem epistemolojisinden de izler görürüz. Diyaloğun bir yerinde Sokrates, bilgi ile bilgeliğin aynı şey olduğunu söyler ve başka bir yerindeyse epistemik iyimserliğe vurgu yapar ve bilginin imkansız olmadığı sonucuna varır(191). Burada aynen şu diyalog geçer:
SOKRATES: Her zaman yeni şeyler öğrenilebilir mi?
THEAİTETOS: Buna da evet.
Ayrıca birkaç yerde bilginin illa ki algılanan veya nesne dünyasının bilgisiyle ilgili olmadığı ve metafizik yani nesnenin ötesinde, algılanamayan, bilginin de mümkün olduğu söylenir(155, 192). Buradan bilginin beş duyu organıyla algılanmak zorunda olmadığı sonucuna varılır. Ve erken epistemolojisinde olduğu gibi yine erdemle bilgeliği eş tutar.
Bir diğer noktaysa balmumu metaforudur[5]. Bu metaforda temel nokta insanın bildiği şeyi ruhuna bir balmumu tablete çiviyle işlercesine işlemesidir. Bilgi, ruha işlenir dolayısıyla bedenle ilişkili olan beş duyu organıyla algılanmasa dahi zihnen hatırlanabilir. Mesela ben elmayı o an görmesem de zihnen hatırlayabilirim. Burada Platon ruhu, zihinle bir tutar ve bir düalizm (ruh-beden ikiliği) ortaya koyar. Metaforda balmumu tablet aslında insanın doğuştan kapasitesini simgeler. Platon daha önce de bahsettiğimiz üzere epistemik iyimserliği savunduğundan bu kapasiteyi geliştirebileceğimizi ve üzerine çeşitli bilgileri işleyebileceğimizi savunur. Ona göre ruh hakikati algılar ve buraya işlediğimiz tüm düşünceler formların nitelikleridir ve bilgi olma özelliğini taşırlar. Algılarsa düşünsel yolla elde edilen bu bilgilere ulaşamazlar. Sokrates bunu şöyle ifade eder(186):
SOKRATES: Bu durumda duyu organlarıyla algıladıklarımız bilgi değildir, bilgi elde edilemez. Bu tür bilgiler düşünce yoluyla elde edilir. Çünkü varlık ve gerçek ancak bu şekilde ulaşılabilecek şeylerdir. Diğer türlü istenilen sonuç elde edilemez.
Bir diğer konuysa “sanı” yani doxa konusudur. Theaitetos, sanıyla bilgiyi bir tutamayacağımızı çünkü yanlış sanı diye bir şeyin olduğunu ancak yanlış bilgi diye bir şeyin olmadığını söyler. Aslında bu noktada yine modern epistemolojideki bilgi tanımı olan gerekçelendirilmiş doğru inanca çıkarız ancak bu noktada Platon, her zaman için gerekçelendirilmiş (ispat edilmiş) doğru inancın bilgi olma özelliği teşkil etmeyebileceğinden bahseder ve bir ayrıma gider. Gerekçelendirme veya açıklama yapmaya üç örnek yöntem verir: düşünülen şeyin kelimelere dökülmesi, parçadan bütüne ulaşmak ve farklar üzerinden parçayla bütünü ayırt etmek. Platon ilk iki yöntemin doğru sanıyla hareket ettiğinde gerekçelendirilmiş doğru inanç olduğunu lakin bunun bilgi özelliği teşkil etmediğini söyler. Çünkü yanlış gerekçelendirmelerle de doğru inanca ulaşılabilir. Bunu bir tür hakikat yerine pratik bir akıl yürütme olarak görür ve nihai olarak bilgiyi şöyle tanımlar: “Bilgi, fark bilgisi ve doğru tahmindir(inançtır)” (210). Yani bilgi, bütün ile parçaları ayırmaya yarayan bir gerekçelendirmeden ortaya çıkan doğru inançtır. İşte bu tanım Platon’un nihai bilgi tanımıdır. Ancak bu tanımda kendi içinde döngüsellik barındırır çünkü parçalarla bütünü ayırabilmek için bütünü bilmek gerekir ancak gerekçelendirmenin amacı zaten bütüne ulaştırmaktır. Yani Platon’un tüm bilgi tanımları başarısız olmuştur. Yanlış sanı konusuna geri dönecek olursak Platon, yanlış sanıyı uzun bir araştırma sonucunda “bir şeyi bazen bilip bazen bilememe” durumu olarak tanımlar. Bu durum Platon’a göre bilgiyi ruh tabletinden çekme aşamasında yanlışlıkla yanlış bilgiyi çekerek olur. Ancak bu bilgiyi tabletten çekme konusu problematik bir metafora yol açar bu sebeple Platon, ruhu bir kafese ve bilgiyi ve bilgisizliği kuşlara benzetir ve aynen bir avcının çağırdığında kuşun gelmesi gibi biz de bilgileri çağırırız ancak bazen bilgisizlik kuşları bize gelir. İşte bu yanlış sanı durumudur. Platon’a göre bu yanlış sanı durumu üç şekilde ortaya çıkabilir(192): bilineni bilinen veya algılanan bir şeyle karıştırarak, bilinmeyen ancak algılanan bir şeyi bilinen ve algılanan bir şeyle karıştırarak, bilineni ve algılananı bilinen ve algılanan bir şeyle karıştırarak. Böylece diyalog bir muamma ile sonlanır ve bir bilgi tanımına ulaşılamaz yani diyalog, Menon gibi bir pozitif öğreti içermez bunun yerine bir negatif öğreti (bilginin ne olmadığı) sunar.
Asıl olarak iyi hayatın nasıl olduğuyla (olması gerektiğiyle) ilgili olan Philebos diyaloğu epistemolojiyle ilgili olmasa da ufak bilgi kırıntıları içerir. Bunlara değinmeden de geçmek istemedim bu sebeple kısaca Philebos diyaloğunun son kısmını ele alacağız. Bu kısımda bilimler veya bilgi iki karşıtlık içinde ele alınır; tanrısal, ebedi, varlığa sahip (ousia) formlara ilişkin olan, zamandan münezzeh bilgi ve diğeri insana ait, sınırlı ve sürekli yok olup meydana gelme halinde olan (olumsal, genesis), imgelere ilişkin olan, zamansal bilgi. Philebos’ta formlar ve form bilgisi “her zaman orada olan şeyler” (Peri ta onta aei) olarak ele alınır(59a), bu bağlamda imgeler ve imgelerin bilgisi sonlu ve sınırlıdır. Ayrıca diyalogda sadece formların bilgisine “saf bilim” denildiğini görebiliriz. Platon’a göre birçok bilim vardır ve bunların en safı diyalektiktir ve diyalektik formlara ilişkindir.
Platon’un bir diğer önemli metaforu “bölünmüş çizgi metaforudur”. Bu metaforda Platon bir çizgiyi eşit olmayacak şekilde ikiye bölmemizi ister. Bu bölünmüş çizginin küçük kısmına görülen dünya (horaton) (A-C) veya algılanan dünya, büyük kısmına görülmeyen dünya veya form dünyası (noeton) (C-E) adını verir. Form dünyasının nesneleri bilgilerken (episteme) algı dünyasının nesneleri sanılardır (doxa). Daha sonra Platon, algılanan dünyayı iki eş olmayan parçaya böler ve küçük olan parçaya illüzyon veya tahmin (eikasia) (D-E) adını verir. İllüzyon nesneleri, formların kusurlu kopyaları olan nesnelerin kusurlu kopyaları olan gölge, sudaki yansıma vs. gibi nesnelerdir. Büyük parçayaysa inanç (pistis) (C-D) adını verir. İnanç nesnelerinin konusu gerçek hayatta karşılaştığımız, formların kusurlu kopyaları olan nesnelerdir (bitkiler, hayvanlar, eşyalar vs.). İnancın illüzyondan daha büyük olmasının sebebi nicelik olarak inanç nesnelerinin illüzyon nesnelerinden fazla olmasıdır. Yani illüzyon (eikasia) ve inancın (pistis) toplamı sanıyı (doxa) teşkil eder.
Form dünyasına geçince Platon bu büyük çizgiyi de iki eş olmayan parçaya böler. Küçük parçaya çıkarsama (dianoia) (B-C) adını verir. Çıkarsamanın nesneleri matematikle ilgili olan sayı, geometrik şekiller vb.dir. Platon’a göre matematik nesneleri formlardan çıkarsanır ve hiçbir zaman formlar kadar saf bir bilgi teşkil etmezler. Büyük parçayaysa Platon kavrama veya akılsal nesneler (noesis) (A-B) adını verir. Kavrama veya kavrayış nesneleri formlardır yani idelerdir (eide). Yine bu iki bilgi durumu arasındaki fark onların niceliksel durumlarıyla ilgilidir ve kavrayış, çıkarsamaya göre daha saf bir bilgi durumunu teşkil eder. Aynı algılanan dünyada olduğu gibi kavranan dünyada da çıkarsama (dianoia) ve kavrayışın (noesis) toplamı bize bilgi (episteme) dediğimiz ve salt akılsal (zihinsel ve ruhsal) süreçlere dayanan saf düşünceyi verir.
Anlattığımız bu metafor Devlet’in VI. Kitabında yer almaktadır(509-511) ancak biz bu metaforu kronolojik sıra içinde vermek istemedik çünkü bu metaforun en iyi şekilde anlaşılması için en son kısımlarda yer alması gerektiğini düşündük.
Umarız Platon’un epistemolojisini en iyi şekilde anlatabilmişizdir.
[1] Platon’un diyaloglarının ele alınması bağlamında üç temel görüş vardır: hepsini bir bütün olarak ele almayı öneren birlikçi (unitarian) görüş, bunları bir gelişim olarak veya bir düşünce serüveni olarak ele almayı öneren gelişimci (developmantalist) görüş ve hepsini teker teker ele almayı öneren tikelci (particularist) görüş.
[2] A priori bilgi doğuştan geldiği kabul edilen bilgidir. A posteriori bilgi ise deneyimleyerek veya gözlemleyerek doğduktan sonra elde edilen bilgidir. Birçok filozof a priori bilginin olup olmadığına dair tartışmışlardır. Bir kısım ampiristler (deneyciler) a priori bilgiyi toptan reddederken bir kısım rasyonalistler (akılcılar) a posteriori bilgiyi toptan reddetmişler ve bilgilerin doğuştan geldiğini söylemişlerdir. Bir de bir kısım bilgilerin a priori bir kısım bilginin a posteriori olduğunu söyleyen kesim vardır ki bu kesim matematik, mantık gibi formel bilginin a priori olduğunu söylerken diğer bilgilerin a posteriori olduğunu söylerler.
[3] Analoji, benzetim veya benzetme demektir. Sokrates genelde kitara (bir müzik aleti) çalmayı veya demirciliği erdemlerle özdeşleştirmeye çalışarak analojik argümanlar ortaya koyar.
[4] İş Bankası Kültür Yayınları’nın Devlet baskısında dunameis kelimesi “yeti” olarak çevrilmiş ancak biz yazı boyunca “kapasite” kelimesini kullanmayı tercih ettik.
[5] Metafor benzetim demektir. Burada ruh veya anlak bir balmumu tablete benzetilmiştir.
KAYNAKÇA
Platon (2022). Devlet. İstanbul: İş Bankası Kültür Yayınları.
Platon (2022). Theaitetos. İstanbul: Say Yayınları.
Platon (2023). Menon. İstanbul: Say Yayınları.
Platon (2022). Phaidon. İstanbul: Say Yayınları.
Platon (2019). Philebos. İstanbul: Say Yayınları.
Arslan, Ahmet (2023). İlkçağ Felsefe Tarihi II. İstanbul: ALFA Yayınları.
Hare, R. M. (2002). Düşüncenin Ustaları: Platon. İstanbul: Altın Kitaplar.
Cevizci, Ahmet (2023). Platon’un Felsefesi Üzerine Araştırmalar. İstanbul: Say Yayınları.
Yorumlar